31.10.08

İNSAN KASABI ŞARON 1030 GÜNDÜR KOMADA

Kasap Şaron 1030 gündür can çekişiyor

Eski kan dökücülüklerine ilaveten son sekiz yıla damgasını vuran İsrail katliamlarının tetikçisi olan Kasap Ariel Şaron, tam bin 30 gündür komada “yaşıyor”. Üç yıldır solunum cihazına bağlı olan Şaron, defalarca da kafatası kırılarak beyin ameliyatı geçirdi. Oğlu ise sahtekarlıktan hapse konuldu.

İsrail Başbakanlığı görevini yürütürken 4 Ocak 2006 tarihinde beyin kanaması geçirerek komaya giren Ariel Şaron, 31 Ekim 2008 tarihi itibarıyla bitkisel hayattaki bin 30'uncu gününe de ulaştı. Şaron böylece tam 24 bin 720 saattir, bir başka ifadeyle de 1 milyon 483 bin 200 dakikadır hayattan kopuk bir biçimde yatağa bağlı olarak “yaşıyor.”

DEFALARCA KAFASINI KIRDILAR

Yaşı 80 olan Ariel Şaron, son üç yılda yatağa bağlı kalırken, vücudunda meydana gelen çeşitli komplikasyonlar nedeniyle sık sık da ameliyat oluyor. Bu çerçevede özellikle beyninde problemler ortaya çıkan Ariel Şaron'un durumunun daha da kötüleşmemesi için yapılan beyin ameliyatları nedeniyle kafatası kırılarak beynine müdahale ediliyor. Belli aralıklarla kafatasından bir ameliyat geçiren Şaron, daha sonra da kafatasının kırılmasından dolayı ortaya çıkan deliğin kapatılması için yeniden ameliyata alınıyor. Böylece Ariel Şaron için bir “ameliyat kısır döngüsü” ortaya çıkıyor. Şaron ayrıca, soluk borusuna yerleştirilen bir boru yardımıyla nefes alabiliyor. Bu borunun değiştirilmesi için de belirli aralıklarla ameliyata alınan Şaron halen, Kudüs'te Ein Kerem Hastanesi'nde koma halinde yatıyor.ABD'Lİ DOKTORLAR: “İLAHÎ BİR CEZA”

Tarihin sayılı Müslüman kanı içicilerinden birisi olan Ariel Şaron'un, bitkisel hayatta yıllarını geçiriyor oluşu beraberinde pek çok değerlendirmeyi de getiriyor. Dünya kamuoyunda çok sayıda insan Ariel Şaron'un başına gelenlerin İlahı Adalet'in bir tecellisi olarak yorumluyor. İşin daha da ilginci, Kasap Şaron'un hastalığının tam olarak ne olduğunu bir türlü tespit edemeyen heyette yer alan Amerikalı bir doktor da, aynı kanıyı dile getirerek, “Şaron'un hastalığı şu ana kadar tespit edilebilmiş değil. Muhtemelen onun başına gelenler İlahî Ceza'nın bir sonucu” ifadesini kullanmıştı.

OĞLU DA HAPSİ BOYLADI

Kasap Şaron, yıllardan bu yana koma halinde yatarken oğlu için de sorunlu günler başladı. Ariel Şaron'un oğlu Omri Şaron da geçtiğimiz Ocak ayında yolsuzluk ve sahtekarlıktan yargılandığı davadan suçlu bulunarak hapse konulmuştu. Omri Şaron, 2006'da hapis ve 300 bin şekel (81 bin dolar) para cezasına çarptırılmıştı. Omri Şaron, babasının Likud Partisi liderliği için yaptığı seçim kampanyasında kanun dışı yollardan para toplamaktan suçlu bulunmuştu. Şaron'un, komada bulunan babası Ariel Şaron'la vakit geçirebilmesine imkan tanınması gayesiyle hapis cezasının infazı ertelenmişti.

KASABI TANIYALIM

Ariel Şaron, tarihin kaydettiği sayılı katil liderlerden birisi olarak tanınıyor. Siyasî kariyerini döktüğü masum Müslüman Filistinler'in kanına borçlu olan Şaron, daha 25 yaşındayken yaptığı Kibya katliamıyla adını duyurmuştu. Şaron, 1953 yılında Filistin'in Kibya köyünü basarak çok sayıda Filistinli'yi katletmişti. Sabra ve Şatilla kamplarında işlediği katliamlarından ötürü Kasap lakabıyla meşhur İsrail'in bitkisel hayattaki lideri Ariel Şaron, takvimler 14 Ekim 1953'ü gösterdiğinde tarihteki ilk büyük katliamlarından birisine imza atmıştı. 12 Ekim tarihinde, iki İsrailli'yi öldürdükleri ve Kibya köyüne doğru kaçtıkları iddia edilen kişileri takip etmek üzere Şaron, askerlerini topladı. 600 kg patlayıcı madde ile yola çıkan Şaron “Bedeli ne olursa olsun, geri adım atmayacağız” sözüyle katil ruhunun hangi boyuya acımasız olduğunu ortaya koydu. Köye yaklaşan İsrail askerleri, önce köyün girişinde bulunan iki Ürdün askerini öldürdüler. Gece karanlığında köye giriş yapan İsrail askerleri birer birer evlere baskın yaptılar. Her eve girdiklerinde “Kimse var mı?” sorusunu sordular. Filistinliler, yanıt verdiklerinde acımasızca katledileceklerini bildikleri için karşılık vermediler. Evlerden ayrılan İsrail askerleri, bütün evleri dinamitlerle donattılar. Köyden ayrılırken de köyü yoğun bir bombardımana tuttular. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte köydeki katliamın boyutları da gün yüzüne çıkmaya başladı. O günlerde henüz 25 yaşında olan Şaron ve İsrail ordusuna bağlı liderliğini yaptığı “101” timiyle Kibya köyün'deki evleri yerle bir etmişti. 101 timi yaklaşık olarak 600 askerden oluşmaktaydı.

Kibya'da yıkılan evlerin sayısı 56 olarak tespit edildi. Aynı saldırıda ayrıca bir mescid, iki okul ve bir su deposu da yerle bir edildi. Filistinliler ise bombardımanın etkisiyle yıkılan evlerinin altında kaldılar. Katliam sırasında ölen Filistinlileri sayısı 73, yaralıların sayısının ise yaklaşık olarak 100 olduğu belirtildi. Bazı Filistinlilerin de tutuklandığı saldırıda Kibya köyüne ulaşan yollara yerleştirdikleri bombalar ile Kibya'ya yardımın ulaşmasını engellediler. Uluslararası Güvenlik Meclisi, 101 sayılı kararı çıkartarak, katliamı sadece kınamakla yetindi. Suçluların adalete sevkedilmesi isteği hayata geçirilemedi.

SABRA VE ŞATİLA DA ONUN ESERİ

16 Eylül 1982 tarihinde İsrail yanlısı aşırı sağcı Hristiyan Falanjist milislerin Batı Beyrut'ta Sabra ve Şatilla adındaki Filistin mülteci kamplarını basarak çocuklar dahil binlerce (700 ile 3500 arasındadır) kişiyi katletmesi olayında da Ariel Şaron başroldeydi. Şaron'un emrindeki İsrail ordusunun açtığı yoldan ilerleyen Hıristiyan Falanjist milisler, Sabra-Şatila'da bulunan, ezici çoğunluğu çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşan kamp sakinlerine saldırdılar. Kampta bulunan Filistinli mültecilerle Lübnanlı yoksullar silahsız ve savunmasız durumdaydılar. Falanjistlerin yanısıra İsrail ajanı Said Haddad da saldırganlar arasındaydı. Şaron, katliamlardaki rolü dolayısıyla Beyrut kasabı diye anılmaya başladı.

RASTGELE BEBEK ÖLDÜRDÜLER

Lübnan'da Sabra ve Şatilla'daki Filistin mülteci kamplarda ailelerinin katledilmesine tanık olan çocuklar, 26 yıl sonra bile katliamın izlerini hafızalarından silebilmiş değil. Üç günde yaklaşık 3 bin 500 kişinin katledilmesinin izleri sokaklardan silinmiş, ama kurtulanlar 16 Eylül 1982 gecesini en ince ayrıntısına dek hatırlıyor.
O zaman altı yaşında olan Naval Ebu Rudeyna, yaşananları şöyle anlatıyor: “İsrailliler havayı aydınlatan fişekler attı. Ortalık gündüz gibi aydınlıktı. Bir Lübnanlı kadın Hıristiyan milislerin hepimizi öldürmeye geldiğini haber verdi. Babam ona 'Sus çocukları korkutuyorsun' dedi, ama o ısrar etti. Çığlıklar ve 'Siz teröristsiniz, sizi yok edeceğiz' diyen sesler duyduk.” Aralarında babası, karnı deşilerek bebeği çıkarılan hamile ablasının bulunduğu 16 akrabası öldürülen Rudeyna, “Uyuşturucu almışlardı, yerde şırıngalar vardı. Her adım attığımızda cesetlerin üzerine basıyor veya bir komşu ya da bir akraba görüyorduk” dedi. Kurbanlar, bugün tavukların gezindiği toplu mezarlarda yatıyor. O zaman yedi yaşında olan Mahmud Saka, “Rastgele insanları öldürdüler, bebek yaştaki çocukları bile. Erkekleri bir duvarın önüne sıralayıp kurşuna diziyorlardı. Milisler bizi çukurların yanına getirip kadın, erkek ve çocukları ayırdılar. Bizi bıraktılar, çığlıklar duyduk, sonra hiç... Babam ve amcamı hiç bulamadık” dedi.

PROVOKASYONLA İKİNCİ İNTİFADA'YI BAŞLATMIŞTI

Filistinli Müslümanlar tarafından El-Aksa-İntifada olarak adlandırılan İkinci İntifada, Ariel Şaron'un provokatif bir hareketle Mescid-i Aksa'ya girmesiyle ortaya çıkmıştı. Bu tecavüz üzerine Filistinli guruplar tarafından, 2000 yılının eylül ayında İkinci İntifada başlamıştı. Kısa zamanda Filistin Otonom bölgesinin sınırlarını aşarak İsrail´e yayılan İkinci İntifada, Şubat 2005´te, Mısır´ın Şarm el Şeyh kentinde, Mahmud Abbas ve Ariel Şaron arasındaki ateşkes anlaşması ile “resmi olarak” sona ermiş ancak pek çok Filistinli grup bu anlaşmayı tanımayarak intifadayı sürdürmüştü. Kasap Şaron'un tahrikiyle başlayan olaylar son 8 yılda binlerce Filistinli'nin katledilmesine yol açtı.

(Salih Matur – habervaktim)

Devamını BURADAN okuyun...>>>

KANAYAN CUMHURİYETİN GURUR BİLANÇOSU

Kanayan cumhuriyetin “gurur” bilançosu

Derin bir nefes alın; yavaşça, anlamını düşünerek okuyun şu satırları:
“Kırsal alanda yürütülmekte olan teröre karşı mücadelenin dünyada bir başka örneği daha yoktur. 25 yıldır süren mücadelede terör örgütünün yaklaşık 50 bin civarında elemanını kaybettiği bilinmektedir. Bu terörle mücadele tarihinde güvenlik kuvvetleri tarafından elde edilen büyük bir başarıdır.”
Yüreğiniz burkulmadı mı?
Bir “başarı” bilançosu sunmanın gururuyla bu cümleleri sarf eden komutan bir an durup düşünse, ağzından çıkanı bir an yüreği duysa, onun da içi yanmaz mı dersiniz?
Bu bilançonun, vicdanı olan her insanı kahretmemesi mümkün mü gerçekten
***
Türkiye Cumhuriyeti bugün 85 yaşında.
Ve Türkiye Cumhuriyeti bu 85 yılın son 25 yılını kendi kendisiyle savaşarak geçirdi.
Öyle bir cumhuriyet ki bu bizim cumhuriyetimiz, vatandaşları çeyrek yüzyıldır birbirini öldürüyor.
Daha iyi bir hayatı silahla kurabileceklerini sanan Kürt çocukları ile onların karşısına sürülen eli silahlı Türk, Kürt, Laz, Çerkes... her kökenden çocuklarımız savaşıyor.
Dağa çıkıp kendisine “gerilla” diyen de, birkaç haftalık eğitimle “asker” olup karşısına dikilen de bu cumhuriyetin çocukları.
Her iki taraftakiler de, galibi olmayacak bir savaşı çeyrek yüzyıldır durdurmayan bu cumhuriyetin kurbanları.
Ve 85’inci yılında, bu cumhuriyetin kara kuvvetleri komutanı çıkıp savaşın bilançosunun sütunlarından birini “başarı tablosu” olarak sunuyor...
50 bin ölü Kürt çocuğu var o “başarı” sütununda.
Komutanın sözünü etmediği karşı sütundaysa, binlerce ölü Türk, Kürt, Laz, Çerkes... her kökenden çocuğun adı, bu cumhuriyetin şehitleri olarak yazılı...
İki sütundakiler bazen adaş, bazen kardeş, bazen kuzen, bazen mahalle arkadaşı, bazen hemşehri ve –istisnalar bir yana- hepsi aynı cumhuriyetin vatandaşı.
Ve cumhuriyetin kara kuvvetleri komutanı diyor ki, “25 yıldır süren böyle bir savaşın dünyada bir başka örneği yok.”
Bu “eşsiz benzersiz” savaşla övünmemizi istiyor adeta.Bir utançla övünmeyi yüksek sesle reddetmedikçe biz; Orgeneral Işık Koşaner’in “büyük başarı” diye ilan ettiği ceset bilançosunu hep birlikte sorgulamadıkça; sivil-asker, Türk-Kürt hepimiz bu savaşın bir galibi olamayacağını kabullenmedikçe; silahları artık susturmak gerektiğini haykırıp bu haykırışın gereğini yapmadıkça daha nice çocuk ölecek bu topraklarda... Daha nice kuruluş yıldönümünü, için için kanayarak idrak edecek bu cumhuriyet...
Kanı durdurmak imkânsız değil oysa.
Dünyaya bakmamız bir başlangıç olabilir...
Başka ülkelerin iç savaşa, etnik çatışmaya son vermek için neler yaptığını inceleyip “eşi benzeri olmayan” halimizden kurtulmayı deneyebiliriz.
Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’in İspanya’da ETA, Britanya’da IRA örneklerini incelediğini açıklaması; onun ve diğer hükümet üyelerinin “sivil” önlemlerden, “silahlı mücadele ve ceza hukuku dışındaki” olası adımlardan söz etmesi bir umut kaynağı...
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de “silahsız” yöntemlere artık daha ılımlı baktığı fısıltısı bu umudu besliyor.
Akil adamların yardımıyla çözüm aranmasından; düz ovada siyaseti teşvik etmekten bahsedenler artıyor.
Gelin görün ki, biraz sorup sorgulayınca bu sözlerin bir beyaz gürültüden ibaret olduğunu anlıyorsunuz.
Hükümetin PKK’ya silah bıraktıracak, dağdakileri indirecek kapsamlı bir siyasi girişime hâlâ uzak olduğunu görüyorsunuz.
Yakın vadede ateşin kesilmesini sağlayacak kararlılığa ve cesarete sahip adımların planlandığına dair somut bir işaret gelmiyor Ankara’dan.
AKP’nin Kürt kökenli milletvekilleri her ne kadar bu adımların yakın olduğunu anlatsalar da bize; Başbakan’ın çevresinden Avrupa Birliği’nin öngördüğü demokratikleşme adımlarının hızlandırılacağını dinlesek de, gerçekten kapsamlı bir çözüm planının hazırlandığını göremiyoruz.
Kürtlerin kültürel ve sosyoekonomik mağduriyetlerinin bir ölçüde giderilmesini sağlayabilecek sınırlı birkaç politika önerisinden öte bir formül telaffuz etmiyor yetkililer.
Devletin içinde, Kürt meselesinin siyasi çözüme kavuşturulması gerektiğini bilen, barışın sağlanmasını samimiyetle isteyenler varsa bile, bunun gereğini yapacak cesarete sahip görünmüyorlar henüz.
Bize de, Türkiye Cumhuriyeti 85’inci yaşını kutlarken, bugün birinci sayfamızda yaptığımız gibi “GAP cephesinde yeni bir şey yok” başlığını atmak düşüyor...
Çocuk cesetlerinin sayısıyla gururlanmamızın beklenmeyeceği cumhuriyet bayramlarını görmeyi diliyoruz sessizce...

YASEMİN ÇONGAR TARAF 29/10/2008

Devamını BURADAN okuyun...>>>

VATANINIZI SEVİYOR MUSUNUZ?

Vatanınızı seviyor musunuz?

Diyelim ki hiç kimse gerçekleri açıklamadı, hiç kimse eleştirmedi.
Her şey aynı şekilde devam etti.
Önümüzdeki yirmibeş yılda da elli bin Kürt çocuğu öldürüldü, yirmibeş otuz bin Türk çocuğu vuruldu...
Yüzlerce milyar lira, bomba, mermi, roket olarak havaya savruldu.
Epeyce bir para silah satışlarının komisyonu olarak onun bunun cebine girdi.
Kürtlerin anadilde eğitim yapmalarına izin verilmedi.
Sokak gösterileri sürdü.
Polisler sokaklarda insanları vurdu.
Türbanlı kızlar üniversitelere sokulmadı.
Anayasa Mahkemesi keyfince anayasayı çiğnedi.
Siyasi partiler kapatıldı.
Devletin içinde çeteler kuruldu.
Nobelli yazarlar ülkeden kaçırıldı.
Ermeni yazarlar sokaklarda öldürüldü.
Katillerle hatıra fotoğrafları çektirildi.
Üniversite önünde yapılan bombalı katliamlar “zaman aşımına” uğratıldı.
Diyelim ki bugünkü durum aynen sürdürüldü...
Eee, ne olacak?
Avrupa’nın en fakir ve en geri kalmış ülkesi olarak yaşayacaksınız.
Çok mu mutlu edecek bu sizi?
Çok sevdiğiniz “vatanınızın” gelecek yirmibeş yılı için planınız bu mu?
Aferin size, nasıl da çok seviyorsunuz ülkenizi.
Bir nebze olsun gelişmesini istemiyorsunuz.
Zenginleşmesini, özgürleşmesini istemiyorsunuz.
Vatan sevgisi diye ben buna derim işte.
“Cinayetler, katliamlar, işkenceler sürsün vatanımda” diyen vatanseverler.
Ya vatanınızı sevmeseydiniz?
O zaman ne yapacaktınız?“İşkenceler, haksızlıklar, cinayetler, çeteler, adaletsizlikler, eşitsizlikler, zulümler dursun” mu diyecektiniz?
Siz bu “vatan sevgisi” denen şeyin ne olduğunu bildiğinizden emin misiniz?
Yoksa dindarlardan ve Kürtlerden nefret etmeyi, silaha ve orduya tapınmayı vatan sevgisi mi sanıyorsunuz?
Cumhuriyet Bayramı’nda, “başörtülü bir kızı” cumhurdan saymayan albay sizin vatanseverliğinizi mi okşuyor?
Anadolu başı örtülü, türbanlı kadınlarla dolu, biliyor musunuz?
Hepsinden nefret mi edeceksiniz?
Nefret ederseniz ne yapacaksınız?
Vatanın Anadolu bölümüne gidemeyecek misiniz?
Bağdat Caddesi, Nişantaşı, Tunalı Hilmi mi “vatanınız” olacak?
Hele Güneydoğu...
Ben gittim gördüm, biliyor musunuz oradaki herkes Kürt.
Şimdi ne olacak?
Onlardan da mı nefret edeceksiniz?
Vatanın o bölümüne de gidemeyeceksiniz demek ki.
Gidemeyeceğiniz yerler çoğalıyor, bilmem farkında mısınız?
Siz “vatanı sevdiğinizi” söylerken tam olarak hangi bölgeyi söylüyorsunuz?
İstanbul, Ankara, İzmir civarını mı?
O şehirlerin de bazı bölümlerini tabii.
Varoşlar pek size uygun değil, ben size söyleyeyim.
Oralara gidemezsiniz.
Başörtülülerle Kürtler var oralarda.
Hatta duyduğuma göre Çankaya’da da bir başörtülü hanım varmış.
O hanım oradayken CHP’lilerle generaller Çankaya’ya da gidemiyorlarmış.
Çankaya da pek “vatan” sayılamıyor anladığım kadarıyla.
Gidemediğiniz yer vatanınız değildir çünkü.
Siz nerelere gidebiliyorsunuz?
Bir saysanıza gidebildiğiniz yerleri.
Sizin önümüzdeki yirmibeş yıllık planınız, elli bin Kürt öldürüp, karakolları bastırıp, işkenceler yapıp, davalar açıp, çeteleri alkışlayıp gittikçe daralan küçük bölgelerde, kendi halkınızdan nefret edip korkarak yaşamak mı?
Ne plan ama...
Ne vatansever bir plan.
Çok da zekice.
Zeki bir vatansever kendi ülkesinin geleceği ile ilgili böyle planlar kurmalı işte.
Allah muhafaza bir albay başörtülü bir kıza ödül verirse, generaller türbanlı bir kadının elini sıkarsa, Kürtlere eşit haklar verilirse, insanlar özgür olursa, düşüncelerini söyleyenler serbest kalırsa ülke mahvolur biliyor musunuz?
Öyle güzel bir cumhuriyet kurmuşsunuz ki...
Cumhur özgürleştikçe kurduğunuz cumhuriyetin batacağını düşünüyorsunuz.
Cumhur özgür olmasın o zaman.
Cumhurun özgür olmadığı bir cumhuriyet...
Her vatansever böyle bir cumhuriyet hayal eder, öyle değil mi?
Aslında padişahlar da böyle bir cumhuriyet hayal ediyorlardı herhalde.
Onlar tam istedikleri gibi bir baskı kuramadılar.
Siz kurdunuz.
Kutlarım sizi.
Cumhursuz bir cumhuriyetiniz...
Hiçbir yerine gidemediğiniz bir vatanınız var.
Ne de çok seviyormuşsunuz vatanınızı...
Ya bir de sevmeseymişsiniz?
AHMET ALTAN TARAF 30/10/2008

Devamını BURADAN okuyun...>>>

BAYKAL'IN ATATÜRK CAHİLLİĞİ

Atatürk cahilleri

Turkcell firması, Atatürk'ün özel hayatını da anlatan 'Mustafa' adlı filme sponsor olmadığı, daha doğrusu önce niyetlenip sonra vazgeçtiği için Aydın Doğan medyası tarafından topa tutuldu.
( Not: Bu eleştiriyi yapmalarının nedeni " fevkalade Atatürkçü " olmalarından değil. Turkcell, Doğan Grubu'na reklam vermiyor, ona köpürüyorlar.
Madem o kadar Atatürkçüler kendileri niye desteklemedi? Hem verdikleri para da yabana gitmezdi: Yönetmen Can Dündar kendi çalışanları.)

Turkcell çekinmekte haklı. Filmi destekleseydi, bu kez de " Vay efendim, Atatürk'ün özel hayatına giren bir filme nasıl arka çıkarsınız " diye laf edilirdi.
Siz bakmayın Doğan medyasının Turkcell'e vurabilmek için ' Mustafa'yı çok önemli bir filmmiş gibi göstermelerine.
Tersi olsaydı, yani Turkcell filmi destekleseydi; bu kez de önce filme çamur atar, sonra " Böyle bir filme nasıl sponsor olursunuz, siz Atatürk düşmanı mısınız " derlerdi.
Çünkü bunların amacı 'gerçek' değildir.
Onların gözünde gerçek ikiye ayrılır.
1) Çıkarlarına yarayan gerçek.
2) Çıkarlarını zedeleyen gerçek.

Mesela CHP Başkanı Deniz Baykal ne diyor?
- " Atatürk günde bir büyük rakı içen, kadınlara zaafı olan birisi olarak gösterilmiş. Zaafları olabilir. Ancak, Atatürk gibi bir adamın sofrası bu resim olamaz. Atatürk'ün sofrası Cumhuriyet coşkusunun yaşandığı bir sofradır. "
Deniz Baykal da biliyor o sofrada yaşanan tuhaflıkları. Mesela koca koca bürokratlar ve bilimciler; Atatürk'ün sorularına " onu tatmin/mutlu edecek bir cevap veremeyip fırça yiyecekleri korkusuyla " birbirinin ardına saklanırdı.
O sofrada " cumhuriyet coşkusu " yaşandı elbette. Ama tavana kurşun da sıkıldı, davetliler olur olmaz güreştirildi de! (Vereyim mi başka örnekler?)- Şu cümle de Baykal'a ait: " Böyle bir filmde Atatürk için önde gelen algılama zaafları değil, eserleri olmalıydı. " Her gün bu ülkede Atatürk'ün eserleri anlatılıyor. Anaokulundan başlayıp ölene dek aynı şeyleri dinliyoruz. Bıkmadınız mı? Sıkılmadınız mı? Bazıları da başka gerçeklerden, yani sizin saklamaya çalıştığınız olaylardan söz etsin.
- " Atatürk kendi döneminin tüm liderleri diktatör olduğu halde bu yönde hiçbir eğilimi olmayan bir liderdi. Hep çoğulcu demokrasi istedi " diyor Baykal.
Madem Atatürk hep demokrasiyi istedi; niye Terakkiperver ve Serbest fırkaları kapattı? Niye çok partili yaşama geçmedi? ( Osmanlı bile son döneminde çok partiliydi!)
Niye en azından bir " hedef olarak " CHP'nin 6 Ok'unda 'Demokrasi' yok? Hadi eskiden olmadı, şimdi niye yok?
Baykal da biliyor söylediklerinin uydurma olduğunu. Ama işine böyle konuşmak geliyor.
- " Filmde, cumhuriyeti kurmak için birlikte hareket ettiği arkadaşlarını sonradan yemiş, onlara ihanet etmiş gibi gösteriliyor. Bunlar gerçek değil. Arkadaşlarına saygı duymuş, sevmiş ama devrimler sırasında yolları ayrılmış " diyor Baykal.
Milli Mücadele döneminin kalburüstü simalarından sadece ikisini çevresinde tutmuştur Atatürk. Bunlar İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak'tır.
Ortak özellikleri şunlardır: 1) İkisi de Kurtuluş Savaşı'na önceleri inanmamıştır. (Yani zaafları vardır.) 2) İkisi de Atatürk'e yürekten bağlıdır. Onun verdiği kadar yetkiyle yetinirler. 3) İkisi de statükocu tiplerdir; atılım yapabilmek için Atatürk'e muhtaçtırlar.
Ne demiş şair: " İnsanoğlu gerçeğin fazlasına tahammül edemez. "

Yayın tarihi: 31 Ekim 2008, Cuma
Web adresi: http://www.sabah.com.tr/2008/10/31//akoz.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.

EMRE AKÖZ 31/10/2008

Devamını BURADAN okuyun...>>>

BİR CUMHURİYET ÖYKÜSÜ

Bu da bir cumhuriyet öyküsü…

1997 yılında katıldığım bir Güneydoğu ziyareti sırasında sorduğum bir soru üzerine dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Tümg. Erol Özkasnak, "Susurluk ile Türk Silahlı Kuvvetlerini aynı kaba sokan vatan hainidir, JİTEM diye bir örgüt yoktur..." demişti...

Ne gariptir ki, ertesi gün Gürvil tepesindeki askeri birlikte bir itirafçıyla karşılaşmış, bu itirafçının "bir tek Diyarbakır'da rahat etmem, çünkü orada Cem Ersever'le birlikte JİTEM'de çalışmıştım..." sözlerine tanık olmuştuk, üstelik Özkasnak'ın önünde...

Şimdi "soru" şu:

JİTEM'in varlığından söz etmek vatan hainliği oluyorsa, ama JİTEM diye bir örgüt olmuşsa, bunu bile bile inkar eden, Türkiye'yi altüst eden bir gerçeğin üstünü örten yetkiliyi nasıl tanımlamak gerekir?

Aynı soruyu Aktütün olayıyla ilgili sormak gerekmez mi?

Tatmin edici olmayan açıklamalar, bazı gerçekleri ortaya koyana, açıklama talep edene yönelik hain suçlamaları…

Vatan hainliği kullandığım tabirlerden değildir.

Ama gördüğüm şudur:

Vatan kavramı, hainlik suçlaması bu ülkede gayrimeşru ilişkilerin paravanı haline gelmiştir.

Ve bu, ülkeye akıl almaz derecede zarar vermektedir...

Değil mi ki, Kahramanmaraş, Sivas, Çorum katliamlarından 16 Mart 1978 hadisesine, Abdi İpekçi'nin katlinden Uğur Mumcu cinayetine, Çetin Emeç'in vurulmasından Hiram Abas'ın öldürülmesine, Ecevit'e yönelik suikastten Özal'a sıkılan kurşunlara, Vedat Aydın'dan Güneydoğu'daki Kürt aydınlarının yokedilmesine uzanan bir "faili meçhul hadiseler" ülkesidir Türkiye.

Ya da Hrant gibi gerçek faili meçhul olanların ülkesi…25 yıl öncesinden yola çıkıp, olup bitenlere bir bütün halinde ve uzak açıdan bakıldığında, "unutturan zaman faktörü" bir kenara itildiğinde ortaya çıkan tablo korkunçtur.

Bu kritik cinayetler ve hadiselerden bir tanesinin bile faili bulunamamış, bir tanesi bile aydınlatılamamış. Hemen hepsinin dosyaları küllenmeye bırakılmış, soruşturmalarda izler ya bir anda ortadan kaybolmuş ya "devlet sırrı" duvarına çarpmış ya da resmi kuruluşlar gerekli belge ve bilgileri yargıdan gizlemiştir.

Hadiseler; nedenleriyle failleriyle tahmin edilmiş, tekerrür etmeyeceğine dair garip bir inançla bu olaylara çözülmüş muamelesi yapılmıştır.

Her şeye rağmen ortada izini sürebileceğimiz çıplak bir gerçek var:

Birçok Avrupa ülkesinde 50'lili yılların ortasında kurulmuş, 80'li yıllarda tasfiye edilmiş, yasa ve denetim dışı, paramiliter Gladyo örgütleri...

Ama Türkiye gibi bazı ülkelerde gladyo, sistemin ruhuna o denli uygun düştü ki, iktidar kavgalarında, iç hesaplaşmalarda rol oynamaya, kullanılmaya devam etti. Böylece kökleştiler, sistemin parçası olma sınırını geçip, sistemin ana mekanizması haline geldiler. Bu, zaman zaman sistem dışına çıkmalarına, rant çeteleri kurmalarına yol açtı. Örneğin Ağar'ın sık ima ettiği, "vatan adına" ve "para için" ayrımı temelinde çatışmalar da bu yüzden yaşandı ve bu ayrım yüzünden sistem zaman zaman daraldı, içini sınırlı biçimde temizlemeye kalktı. Ve bu temizlik çabaları "münferit hadiseler" adıyla ünlendi.

Milli politikalar adına asayiş mantığının yüceltildiği bu düzende gayrimeşru resmi örgütlenme ve eylemler; kişileri aşan kurumlara sirayet eden, her sorumluyu suç ortağı kılan tavra, politikaya dönüştü.

70'lerde Batur-Gürler ile Türün-Sancar ekipleri arasındaki hesaplaşmada, yani ordu içi iktidar kavgalarında işkencelerle, sorgularla, kumpaslarla, sabotajlarla MİT ve Özel Harp Dairesi üzerinden aktif rol oynayan bu yapılanma değil midir?

O günlerdeki başrol oyuncularının, Susurluk skandalının önde gelen isimleri olmasının hiç bir anlamı yok mu?

Kıbrıs'ta Türk Direniş Güçlerini örgütleyen anlayış, yapı ve eylem tarzıyla, JİTEM'inki ya da Ergenekon arasında paralellikler yok mu? Daha da öte bu konuda Veli Küçük, Korkut Eken gibi uzmanlaşmış kişiler yine iki dönemin de starları değil mi?

Bugün 29 Ekim…

Bu da bir cumhuriyet öyküsü…

Değişmesi gereken öykü…
Ali Bayramoğlu
alibayramoglu@tnn.net29 Ekim 2008 Çarşamba

Devamını BURADAN okuyun...>>>

ASKERİ CUMHURİYET

Askeri Cumhuriyet…

Genç bir akademisyen Fuat Dündar'ın yeni bitirdiği doktora tezi, bir süre önce "Modern Türkiye'nin Şifresi" başlığıyla İletişim Yayınları'ndan çıktı.

Bizler için karanlık olduğu oranda kurucu olan 19. yüzyıla dair değerli bir çalışma Dündar'ınki…

"Osmanlı İmparatorluğu tarihi iki karakteristik nüfus hareketi ile özetlenebilir: (…) Fethedilen toprakların kolonizasyonu için dışa dönük güç hareketi, (…) özellikle Rusya'nın rakip olarak ortaya çıkmasından yaşanan içe dönük nüfus hareketi…"

Kitabına bu sözlerle başlıyor Dündar ve 19. yüzyılın nüfus hareketleri ile devletin kurucu siyasetine, yani (Müslümanları) iskan ve (Hrıstiyanları) tehcir politikalarına eğiliyor…

Son günlerde ülke Kürt sorununu tartışıyor.

Denk geldi, hemen ardından, 29 Ekim'i, Cumhuriyeti tartışmaya başladı.

Bu tartışmalar ve bunlar çerçevesinde yaşananlar, aslında bir bütünün iç içe girmiş parçaları…

Kök biraz geride… O zaman Dündar'ın yolunu izleyip, o "karanlık ve kurucu dönem"e gidelim…

Sık söyleriz: İttihat Terakki'nin, o dönemi Cumhuriyet'e bağlayan iki "temel proje"si olmuştu.Bunlardan bir tanesi farklı etnik kökenlerden gelen, göç yoluyla Anadolu'ya akan "Müslümanları Türkleştirme projesi"ydi. İkincisi ise Müslümanlardan bir ulus yaratırken "İslam'ı modernleştirmek, Müslümanı ehlileştirmek projesi"...

Ya da "radikal sekülerleşme" ve "etnik-dinsel standartlaşma" projeleri…

Türkiye'de Cumhuriyet'in öyküsü "bir açıdan", günahıyla sevabıyla, başarısıyla başarısızlığıyla, ortaya çıkan zihniyet takıntıları ve bozukluklarıyla bu iki projenin öyküsüdür…

Bu yetmez resmin bütününü anlatmaya…

19. yüzyılı 20. yüzyıla, İttihat Terraki'yi Cumhuriyet'e bağlayan bir "üçüncü unsur"dan ya da projeden daha söz etmek gerekir.

Bu üçüncü proje diğer iki projenin taşıyıcısı olmuştur ve temel olarak "otoriter merkeziyetçilik"ten ibarettir.

Türkiye'deki Cumhuriyet'in öyküsü "diğer açıdan" bu merkeziyetçiliğin, devletin topluma ve kişilere süratli, dayatmacı nüfuzunun öyküsüdür…

Gerek Türkleştirme politikaları açısından, gerekse Müslümanı ehlileştirme politikaları açısından Türkiye'de "temel dönüştürücü fonksiyon"un Silahlı Kuvvetler kontrolünde bir devlet tarafından yapıldığı bilinir…

Bu yüzdendir ki, nasıl bir dönem Sovyetler'e Sosyalist Cumhuriyet denmişse, İran'a İslami Cumhuriyet deniyorsa, bugün bizim cumhuriyetimizi de Askeri Cumhuriyet olarak adlandırmak pek yanlış olmaz…

"Askeri" düzen bizde hem devletin hem toplum düzenidir, çünkü.

Velhasıl sorun hem yapısaldır, hem zihniyete ilişkindir.

Dün merkez medyanın tüm gazeteleri başarılı bir cumhuriyet öyküsü anlatıyorladı.

Doğrudur…

Zira Türkiye Cumhuriyeti söz konusu projelerde, altını çizdiğimiz tanım ve sınırlar içinde gerçekten başarılı olmuştur. Kürtler dışındaki Müslümanlar Türkleşmiş, Müslümanların önemli bir kısmı da ehlileşmiştir.

Ama ağır bedellerle…

Üç ağır bedel vardır ortada:

1. Verili simgeleri, verili bir devlet ideolojisini ve bunların değişmezliğini demokrasi ilan eden, devlet hukukuyla koruma altına alan bir merkez yapısı…

2. Farklıya tahammülü olmayan, ayrıcalıklarını demokrasi sanan otoriter bir laik zihniyet…

3. Farklı talep ve kültürel varoluşlara tahammülü olmayan otoriter bir millet algısı…

Bugün Kemalizm, İslamcılık, ülkücülük, solculuk kültürel ya da ideolojik köken üzerine kurulu tepkilerle siyasallaşmaktan öteye geçemiyor, aynı cemaatçi anlayış kabından su içiyorlarsa, nedenleri biraz da burada aramak gerekmez mi?

Unutmayın: "Başarılı cumhuriyet modeli" hâlâ Kürt sorunu ile laiklik eksenli din sorununu çözemiyor.

Ve dünden tek farkı var bu cumhuriyetin: Asimilasyon ve ehlileştirme politikalarının iflas ettiğini biliyor, ama değişmeye direndiği için, bu direnci temsil ettiği için elinden bir şey gelmiyor.
Ali Bayramoğlu
alibayramoglu@tnn.net31 Ekim 2008 Cuma YENİŞAFAK

Devamını BURADAN okuyun...>>>

SEZER'İN BIRAKTIĞI AYIPLAR

Bu ayıpla uzun yola gidilmez

Her yıl karşılaşılan ve bu yüzden de kanıksanan bir 'olay' var: Ülkemizin birden fazla ilinde 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ilin yerel yöneticilerine zehir oluyor... Bir örnek dün gazetelere Manisa'dan yansıdı: Cumhuriyet Bayramı için Belediye Başkanı tarafından verilen davete birarada gelen 'askerî erkân', türbanlı bir kadın görünce, derhal salonu terk etmiş...

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, böyle bir olay yaşanmasın diye, 29 Ekim'de asker-sivil bürokrasi ile yabancı misyon temsilcilerine gündüz, sivil toplum temsilcilerine de akşam davet verdiği biliniyor. Önceki akşamki davette, Cumhurbaşkanı Gül'ün yaverleri bile ortada görünmemek için özel çaba sarf ettiler.

Manisa'da yaşanan olayın merkezinde bulunan Belediye Başkanı, cevap olarak, “Ne yapayım, eşimi mi değiştireyim?” diye sormuş gazetecilere...

Gerçekten de ne yapsın davet sahibi olan yerel politikacı? O da Cumhurbaşkanı Gül gibi bir günde iki davet mi versin?

Her yıl bu zamanlar bayramını kutladığımız 'Cumhuriyet' rejiminin üzerine oturduğu kavramların en başında 'eşitlik' gelir. 10. Yıl Marşı'nda yer alan “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” mısraıyla anlatılmak istenen de budur. Bu sebepledir ki, Cumhuriyet yönetimi, bazılarının 'çarıklılar, poturlular, kasketliler' diye küçümsediği geniş kitlelere ilk günlerden tanıdığı oy hakkını, Batı'daki bazı ülkelerden önce, kadınlara da yaygınlaştırmıştır.Tamamen siyasi bir kavgaya dönüştürülen 'türban/başörtüsü' inatlaşmasıyla uç veren yeni durum, Cumhuriyet'in 85. yılında, 'Cumhuriyet' kavramına ters bir tablo ortaya çıkartıyor. Cumhuriyet'i bayram olarak kutlamak üzere davet veren yönetici şu iki şıktan biriyle karşı karşıya bırakılıyor: Ya bir kısım kadını başları örtülü olduğu için Cumhuriyet Bayramı'na davet etmemek, ya da bir kısım kadının davetli olduğu ortama devletin bazı unsurlarını çağırmamak...

Manisa'da olan üçüncü şık: Bir kısım kadının da davetli olduğunu gören kendileri de davetli devletin bazı unsurlarının bayram kutlamaktan vazgeçmesi...

Başörtülü kadınlara millî bayramları kutlamayı bütünüyle yasaklasak mı yoksa? Millî bayramlarda hepsini evlere mi kapatsak? Acaba taraflar, bu tablonun, 85. yılını kutladığımız Cumhuriyet'e hiç uymayan, olağanüstü yanlış bir tablo olduğunu görmüyorlar mı?

Yanlışı illâ sürdüreceksek, bu durumda ne yapacağız: Bazı çevrelerin pek sevdiği 10. Yıl Marşı'ndaki “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” mısraını, belli belirsiz, ağzımızda geveleyerek mi okuyalım sözgelimi? Ya da, başları örtülü kadınların farklı muameleye maruz kalmalarını mazur gösterecek görüşü yansıtan bir mısraı, müziğe uysa da uymasa da, marşın bir yerine monte mi etsek?

Tabii, aynı anlayışı, eşitlikçi ifadelere sahip anayasaya da geçirmemiz gerekiyor.

Herhalde anlıyorsunuz: Anayasa Mahkemesi'nin 'üniversitelerdeki türban yasağı'na muhatap gençkızlarımızdan söz etmiyorum. Coşkuyla kutlanması gereken bir millî bayramın, 'başörtüsü/türban' takan kadınlar üzerinden pek çok insana zehir edilmesi konusu burada dile getirdiğim... Eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 2002 yılına kadar verdiği davetlere eşleri başörtülü de olsa insanları eşleriyle davet ederken, 2002 yılı 29 Ekim'inden itibaren tavır değiştirmişti; onun mirası bu uygulama...

Birlik ve beraberlik ruhuna en fazla sahip çıkılması gereken günümüz ortamında, 'başörtülü/türbanlı' anneler şehit yavrularını her gün toprağa verirken, böyle bir uygulamanın sürdürülmesi ne derece doğru sizce?

Bu yanlışlığı mutlaka ve derhal sona erdirmeli.
Fehmi Koru
f.koru@hotmail.com31 Ekim 2008 Cuma yenişafak

Devamını BURADAN okuyun...>>>

ERDOĞAN'I BİR NUMARA KURTARMIŞ

Birand'ın 32. Gün'ünde ŞOK itiraf

Ergenekon'un hahamı 32. Gün'de yine Türkiye'yi sarsacak açıklamalar yaptı.

Ergenekon Operasyonu'nun kilit ismi Tuncay Güney, Kanal D'de yayınlanan 32. Gün programında Mehmet Ali Birand'ın sorularını yanıtladı. Güney'in sansasyonel açıklamalarıyla damga vurduğu programda Saygı Öztürk, Şamil Tayyar, Şaban Arslan, Hüseyin Karanlık ve Rıdvan Akar da yer aldı.

'PERİNÇEK ERDOĞAN'I ÖLDÜRTMEK İSTEDİ, BİR NUMARA ENGEL OLDU'

Şaban Aslan'ın "Perinçek'in Recep Tayyip Erdoğan'a suikast planı yapacağını söylüyor. Nasıl olacaktı bu suikast?" diye sorması üzerine Tuncay Güney şunları anlattı:

"O dönem Recep Tayyip İstanbul Büyükşehir Belediye başkanıydı. Doğu Bey bir tez getirdi. Refah Partisi'nden yenilikçilerin ayrılacaklarını ve bir parti kuracaklarını söyledi. Bunu bir rahatsızlık olarak görüyordu. Doğu Bey'in 1996'dan beri Refah Partisi üzerinde bir çalışması vardı. Erdoğan'ın iktidara gelemeyeceklerini söyledi. Ve bu ülkede Menderes'i astık ne oldu, Turgut Özal'a suikast oldu ne oldu. "Bir de Erdoğan ölse ne olur?" dedi. Ama o zamanın bir numarası kabul etmedi.TÜRKİYE'YE GİZLİCE GİRMEDİM

Türkiye'ye gizlice giriş yaptığına ilişkin iddialara "Ben Türkiye'ye giriş yapmadım. Eğer yapmış olsam nasıl elimi kolumu sallayarak gezerdim. Çünkü hakkımda açılmış bir dava var. Ben güvenlik güçlerini bunu araştırmaya çağırıyorum" diye cevap verdi.

AYDINLIK PKK'YA RÜŞVETLE PASAPORT SAĞLIYOR

Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Hüseyin Karanlık'ı İstanbul Emniyeti'ndeki solcu polislerin müdürü olarak suçlayan ve "yurtdışına çıkmak isteyen PKK'lılara rüşvetle pasaport alıyorsunuz" diyen Güney kendisinin de yurtdışına rüşvetle çıktığını itiraf etti. "Adnan Akfırat bizi bir polis müdürüne gönderdi. 500 dolar ona, 100 dolar da kapıdaki müdüre verip çıktım... Bu Türkiye'de çok normal bir şey" dedi.


samanyoluhaber.com

31.Ekim.2008

Devamını BURADAN okuyun...>>>

PAŞA ESAS DURUŞTA, AMA KİME?

PAŞANIN ESAS DURUŞU KİME

Ergenekon terör örgütünün tutuklu sanığı Kuvay-ı Milliye Derneği Genel Başkan Yardımcısı Durmuş Özoğlu ile şu an Şırnak Akçay 6. Motorlu Piyade Tugay Komutanı olan tuğgeneral Ferhat Özgen'in yer aldığı fotoğrafta, Paşa'nın Özgen'in karşısında ‘hazır ol'da durması dikkat çekiyor.

Vakit'in Ergenekon terör örgütünün muvazzaf askerlerle ilişkisi ile ilgili ele geçirdiği şok görüntüler Türkiye'yi sarsacak cinsten. Ergenekon terör örgütünün üyelerinin, toplumda kaos ortamı oluşturmak için görevdeki bir generalle görüştüğü ortaya çıktı. Gazetemizin ele geçirdiği fotoğrafta, Şırnak Akçay 6. Motorlu Piyade Tugay Komutanı Tuğgeneral Ferhat Özgen'in, Ergenekon tutuklusu Kuvay-ı Milliye Derneği Genel Başkan Yardımcısı Durmuş Ali Özoğlu'nu makamında ağırladığı görülüyor.



TUĞGENERAL ERGENEKON'UN ÖNÜNDE HAZIR OLDA

Mayıs 2008'de Kıbrıs'ta çekildiği iddia edilen fotoğrafa göre halen Şırnak'ta görev yapan tuğgeneral Ferhat Özgen, motorize ekipler ile doğu ve güneydoğuda Kürt vatandaşları dövdürerek kaos çıkarmaya çalıştığı iddiasıyla tutuklanan Durmuş Ali Özoğlu'nun karşısında hazır olda bekleyerek talimatlarını dinliyor.Ergenekon örgütü ile muvazzaf subayların ilişkisini gözler önüne seren bu görüntüden kısa bir süre sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alay Komutanı olan Ferhat Özgen, tuğgeneralliğe yükselerek Şırnak Akçay 6. Motorlu Piyade Tugayında göreve başladı.

KÜRTLERE KARŞI AYAKLANMAYA ZEMİN HAZIRLADIĞI İDDİASI

Kuvay-ı Milliye Derneği Genel Başkan Yardımcısı Durmuş Ali Özoğlu ise, Kürtlere karşı ayaklanmalar düzenleyecek 2 bin kişilik mobil ekipler oluşturduğu iddiasıyla Ergenekon soruşturmasının 6. dalga operasyonunda tutuklanarak cezaevine gönderildi.
Durmuş Ali Özoğlu'nun hazırladığı iddia edilen ayaklanma planı ise, akıllara durgunluk veriyor. Ergenekon iddianamesinin 193. sayfasında yer alan ifadelere göre Özoğlu'nun, Kürtleri hedef alan ayaklanmalar için 2 bin kişilik mobil ekip oluşturulduğu kaydediliyor. 20-25 kişilik gruplar halinde görev yapacak ekiplerin toplumda kaos çıkaracağı iddia ediliyor.

BİRİ TUĞGENERAL OLDU BİRİ HAPSE GİRDİ

17 Mayıs 2008'de sabah 09.35'te çekildiği iddia edilen bu fotoğraftan sonra, Ferhat Özgen tuğgeneralliğe yükselirken, Durmuş Ali Özoğlu Ergenekon Davası çerçevesinde halkı iç savaşa sürükleyecek fillerinden dolayı tutuklandı. Durmuş Ali Özoğlu, Ergenekon davasında silahlı terör örgütüne üye olma, hukuka aykırı olarak kişisel verileri kaydetme, halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme suçlamalarıyla yargılanıyor.

ÖZOĞLU'NUN İSTİHBARAT AKIŞI

Durmuş Ali Özoğlu'nun Ergenekon'un diğer tutuklu sanıklarıyla olan ilişkileri de dikkat çekiyor. Dava kapsamında tutuklu bulunan muvazzaf subaylarla toplantılar düzenlediği iddia edilen Kemal ve Neriman Aydın'ın, elde ettikleri istihbari bilgileri Özoğlu'na aktardığı tespit edilmişti. Özoğlu'nun da aldığı istihbaratları, bir dönem NATO Özel Harp Dairesi'nde görev yapan ve Ergenekon'un askeri kanat sorumlusu olduğu öne sürülen emekli albay Mehmet Fikri Karadağ'a ulaştırdığı iddia edilmişti.

İŞTE KAMUOYUNUN CEVAP BEKLEDİĞİ SORULAR?

1- Devletin muvazzaf subayı, Ergenekon tutuklusu Durmuş Ali Özoğlu'nun hangi sıfatı karşısında hazır olda bekliyor?
2- TSK bu görüntüyü nasıl izah edecek?
3- Durmuş Ali Özoğlu'nun önünde hazır olda bekleyen subay, kritik bir durumda başlarındaki komutanlara mı, yoksa Özoğlu gibi terör suçlularına mı itaat edecek?
4- Durmuş Ali Özoğlu, Genelkurmay'dan herhangi bir askeri eğitim almış mıdır?
5- Durmuş Ali Özoğlu'nun tutuklu teğmenlerle ilişkisi ile Kemal ve Neriman Aydın üzerinden gelen istihbarat ve fişleme bilgileri Özoğlu'na ulaştırılmaktadır. Bu bilgiler hangi amaçla toplanmakta, arşivlenmektedir?
6- Kurmay albay Onur Dirik'in, Ergenekon sanığı Asuman Özdemir'e gönderdiği maillerde “birliği hakkında bilgiler ilettiği” ve Dağlıca ve Çukurca'daki birliklere ait askeri bilgilerin iletilmesinin ardından Dağlıca baskınının gerçekleştiği ve askerlerimizin şehit edildikleri, yaralandıkları ve kaçırıldıkları iddiaları halen cevap bulamamıştır. Durmuş Ali Özoğlu üzerinden Ergenekon terör örgütüne herhangi bir bilgi verilmiş midir?
7- Ferhat Özgen'in tuğgeneralliğe yükselmesinde, Durmuş Ali Özoğlu'nun üst düzey rütbeliler hakkında topladığı fişleme bilgilerinin herhangi bir etkisi olmuş mudur?
8- TSK bu fotoğrafın hesabını soracak mı? Yoksa olay, klasik “yıpratılma demagojisi”ne hapsedilerek kapatılacak mı?

(Kemal Gümüş / Vakit)


Devamını BURADAN okuyun...>>>

30.10.08

CUMHURİYET BAYRAMINDA REZALET

Rezalette son perde!

Niğde'de dün gerçekleştirilen cumhuriyet kutlamaları töreninde büyük bir rezalet yaşandı
Hükümet meydanında esnafların il protokolü önünden geçiş yaptığı sırada bir sürücü kursuna ait 3 araç "başörtülü bayanlar tarafından kullanılıyor" diye “başörtüsü ile protokolün önünden geçemezsiniz” denilerek konvoydan çıkarıldı. Kutlamalar çerçevesinde Hükümet Meydanı'nda yer alan protokol önünden resmi geçiş yapıldı. Okulların, askerlerin ve Polis Meslek Yüksek Okulu geçişlerinin tamamlanmasının ardından STK'lar ve esnaf sanatkarların geçişine sıra gelmişti. Esnaf konvoyunda Niğde'de faaliyet gösteren Şahin Sürücü Kursu'na ait 10 araç da bulunuyordu. Bu araçlardan 3 tanesini başörtülü bayanlar sürüyordu. Zeynep Şahin, Emine Şahin ve Neslihan Şahin'in kullandığı araçlar hükümet meydanında hazır bulunan protokol önünden geçiş yapılacağı sırada durduruldu.Elinde telsiz olan görevli, “siz başörtüsü ile protokolün önünden geçemezsiniz” diyerek araçları konvoydan çıkardı. Neye uğradıklarını şaşıran 3 bayan, konvoyun geçişi ardından geri döndürülerek rencide edildi. Konvoyun geçişini izlemek için Bor Caddesi üzerinde toplanan vatandaşlar olaya şahitlik ederken örtülü sürücülere yapılan engelleme tepki çekti.

PROTOKOLÜN ÖNÜNDEN GEÇEMEZSİNİZ
Şahin Sürücü kursu sahibi Şenol Şahin, yaşadıklarının çok zorlarına gittiklerini belirterek şunları anlattı: "Niğde'de gelenektir resmi bayramlarda esnaf sanatkarlar resmi erkanın yer aldığı protokol önünden geçiş yaparlar. Biz de Şahin Sürücü Kursları olarak 10 araçla geçiş yaptık. Araçlarımızı süren eğitici öğretmenlerimizdi. Bu sürücüler arasında başörtülü bayanlar da vardı açıkları da. Fakat başörtülü eğitici şoförlerimizin kullandığı araçlar Bor Caddesi üzerinde ilerlerken protokol önüne 150 metre kala eli telsizli bazı kişiler tarafından durdurulmuş; ‘Siz başörtülüsünüz bu şekilde protokolün önünden geçemezsiniz' denilmiş. Konvoyun geçişine kadar bekletilen sürücülerimiz sonra geri döndürülerek tüm halkın içinde rencide edilmişler. Böyle bir şey olabilir mi? Bu nasıl anlayış. Başbakanımıza yazı gönderip sorumluları şikayet ettik. Yapılanlar çok zorumuza gitti."

BÖYLE ÇİRKİNLİK GÖRMEDİK
Vakit muhabirine konuşan Neslihan ve Emine Şahin ise, “20 yıldır böyle bir gelenek var ilimizde. 30 Ağustos'ta yapılan törende aynı kıyafetle bu konvoyda yer almıştık ama böyle bir çirkinlikle karşılaşmamıştık” dediler.

VALİDEN AÇIKLAMA BEKLENİYOR
Skandalın sorumlusunun kim olduğu konusunda araştırma yapan muhabirimiz, Vali Sebahattin Öztürk'e ulaşmak istedi. Vali Özel Kalem Müdürü Ali Nobel, muhabirimiz Dursun Suna'ya “Karıştırmayın bu işi” diyerek olayı örtbas etmek istedi. Başörtülü bayanları geri çeviren görevlilerin polis değil JİTEM görevlileri olduğu iddia edilirken, tüm Türkiye, cumhuriyetin kuruluşunun 85. yıldönümünde yaşanan bu rezaletle ilgili Vali Selahattin Öztürk'ten açıklama bekliyor. DURSUN SUNA/VAKİT

Devamını BURADAN okuyun...>>>

CUMHURİYET VE BAYRAM

Cumhuriyet ve bayram

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasındaki önemli günleri belirleyen bayramların ismi “resmî bayramlardır.”

Gerçekten de “resmî” bayramlardır bunlar.

“Resmî” kuruluşlar “resmî” törenler düzenlerler.

Fener alayları geçer, balolar yapılır, statlarda gösteriler olur.

Halk bunları seyreder.

Son zamanlarda Cumhuriyet Bayramları’na “özel” bir anlam yükleyen Kemalistlerin önderliğinde fener alaylarına kalabalıklar da katılıp sloganlarla, şarkılarla yürüyorlar.

Ama halktan kalabalıkların katılması bile bunları “resmiyetten” kurtaramaz.

Bu “bayramlar” halkın hayatına doğal bir şekilde girmezler.

Dinî bayramların doğallığı ve sıcaklığı yoktur “resmî” bayramlarda.

O “bayramlarda” görülen barışma havası, yakınlık, çocuksu sevinç, “resmî bayramlarda” yaşanmaz.

Niye peki?

Neden “resmî” bayramlar bir türlü resmiyetten kurtulmaz, neden insanlar o günlerde “bayram” etmez?Dinî bayramlar çok uzun zamandan beri kutlandığı, kökleştiği, hayata yerleştiği, buna karşılık resmî bayramlar nispeten daha yeni olduğu için mi?

Cumhuriyet kurulalı 85 yıl oldu.

Bugün bu ülkede yaşayan insanların neredeyse yüzde doksanından fazlası cumhuriyetin içine doğdu.

Cumhuriyetin ideolojisiyle eğitildi.

Ta çocukluğundan beri bu bayramları kutladı.

Bunca zaman niye yetmedi bu bayramların doğallaşmasına?

Burası çok dindar bir ülke olduğu için mi dinî bayramlar, gerçek bayramlar gibi coşkuyla yaşanıyor?

Dindar olmayanlar bile bu bayramları bayram gibi yaşar.

Sadece sokaklarda dolaşmak yeter bunu anlamaya.

Bir barış ve sevinç vardır.

Eğer dünyanın her yerinde “resmî bayramlar” resmî bayram gibi kutlanır desek...

Bilebildiğim kadarıyla Fransızlar 14 Temmuz’u, Amerikalılar da 4 Temmuz’u coşkuyla, sevinçle, şarkılarla, ziyafetlerle, bizim dinî bayramları kutladığımız gibi kutlarlar.

Biz niye öyle kutlamayız peki?

Niye bu bayramlar bir türlü “halkın bayramı” olmaz da “devletin bayramı” olarak kalır?

Niye halk hep seyircidir?

Niye halk bu bayramları bir türlü benimsemez?

Bu resmî bayramlardan birini ya da birkaçını kaldırsak, tatil günlerinin eksilmesi karşısında yükselen homurtu dışında, kaç kişi bu bayramın eksikliğini hayatında hisseder?

Neredeyse hiç kimse.

Niye?

Niye bütün bu bayramlar “devletin” bayramı olarak kaldı?

Sanırım sadece bu bayramlara bakmak, bunların yaşanma ve algılanma biçimini incelemek bile bu ülkede devletle halkın ilişkisi hakkında bir ipucu verir.

Burada devlet ve halk iki ayrı şey.

Hiçbir zaman bütünleşememiş.

Bayramları bile farklı.

Cumhuriyet, halkın cumhuriyeti olamadı hiçbir zaman.

Cumhuriyet dediğiniz, bir hanedanın olmadığı, iktidarın babadan oğla geçmediği ve kaynağının bir “kutsallıkta” değil halkta arandığı bir rejim.

Peki, size bir şey sorayım.

Eğer ikisi de aynı biçimde yönetiyorsa, aynı sertlikle halkı eziyorsa, bir kralla bir cumhurbaşkanı ya da başbakan arasında halk açısından nasıl bir fark vardır?

İktidar padişahtan oğluna geçmeyecekse ama iktidara gelen herkes padişah gibi yönetecekse, cumhuriyetle monarşi arasında halk nasıl bir fark görecek?

Cumhuriyet, monarşiden de meşrutiyetten de iyidir.

Ama tek başına bir anlam taşımaz.

Cumhuriyet, halkı yönetime gerçekten katmazsa, halkı özgürleştirmezse, demokratikleşmezse, hiçbir değeri yoktur.

Bunu klasik bir soruyla anlatırlar hep.

İngiltere gibi bir krallıkta mı yaşamak istersiniz, Yemen gibi bir cumhuriyette mi?

Hangisinde halk daha mutludur, daha özgürdür, iktidarın gerçek sahibidir?

İngiltere cumhuriyet değildir ama orada halk daha özgürdür.

Çünkü orada hukuk ve demokrasi vardır.

Türkiye bir cumhuriyet ama burada Anayasa Mahkemesi, anayasayı rahatça çiğneyebiliyor.

Halk bu zorbalığı durduramıyor.

Böyle bir durumda yönetimin cumhuriyet ya da krallık olmasının önemi ne?

Zorba bir kral olmasıyla, zorba bir Anayasa Mahkemesi olması arasında halkın sevineceği, kutlayacağı, coşacağı nasıl bir fark var?

Hiçbir fark yok.

Çünkü demokrasisiz cumhuriyet, halkın hiçbir işine yaramaz
Kral halkı yönetimden ne kadar uzak tutuyorsa, onu ne kadar eziyorsa, demokrasisiz bir cumhuriyet de halkı iktidardan o kadar uzak tutar, o kadar ezer.

Burada da bunu yapmıştır.

Göstermelik bir demokrasi taklidinin cumhuriyete daha sonradan eklenmesi de durumu değiştirmemiştir.

Seçimlerin falan yapıldığı bir göstermelik demokrasisi de bulunan bir cumhuriyette yaşıyorsunuz, hadi kendi ülkenizle ilgili görüşlerinizi açıkça söyleyin de görün bakın ne oluyor.

Halk bunun çok bilinçli bir şekilde olmasa da sezgisel olarak farkında.

Onun için resmî bayramlar sadece resmî…

Ama bayram değil.

Onun için kimse bir sevinç, coşku, kardeşlik, huzur hissetmiyor bu bayramlarda.

AHMET ALTAN-TARAF

Devamını BURADAN okuyun...>>>

29.10.08

YASAMA SORUMSUZLUĞUNA DARBE

Yasama sorumsuzluğuna büyük darbe

Anayasa Mahkemesi'nin başörtüsü ve AK Parti hakkında verdiği iki karar, hâlâ tartışılıyor. Bence gözden kaçırılan çok önemli bir nokta mevcut. Yüksek Yargı, sadece, türban davasında anayasa değişikliğini esas yönünden incelemekle kalmadı, AK Parti dosyasında da, anayasanın yasama sorumsuzluğuyla ilgili 83'üncü maddesini sınırlandırdı; daha doğrusu yok saydı.
Milletvekillerinin, Parlamento çatısı altında sarf ettikleri sözlerden ve kullandıkları oylardan dolayı sorumlu olmamaları, demokrasinin bir gereğidir. Nitekim 83'üncü maddede şöyle deniliyor: "TBMM üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Meclis'te ileri sürdükleri düşüncelerinden, o oturumdaki Başkanlık Divanı'nın teklifi üzerine, Meclisçe başka karar alınmadıkça, bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar."
Yasama sorumsuzluğu, milletvekillerinin görevlerini yaparken tesir altında kalmamasını, "Bir ceza alır mıyım?" korku ve endişesine kapılmamasını sağlamayı amaçlamaktadır.Oysa Anayasa Mahkemesi diyor ki: "84'üncü madde, partisinin temelli kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep olan Parlamento üyesinin milletvekilliğinin düşmesini öngörüyor. Demek, bir milletvekili beyan ve eylemleriyle özgürlükçü demokratik düzeni ortadan kaldırmayı amaçlıyorsa, yasama sorumsuzluğundan yararlanamaz."
Anayasa Mahkemesi bu yorumuyla, siyasetin alanını daraltmakla kalmıyor, milletvekillerini, düşüncelerini ifade edemez duruma düşürüyor. Anayasamız, yasama sorumsuzluğu kapsamında, Parlamento üyelerinin, sade vatandaştan çok daha özgür olmalarını amaçlamışken, Yüksek Yargı tam aksi bir sonucun doğmasına sebebiyet veriyor.
Kaldı ki, Anayasa Mahkemesi'nin laikliğe aykırı eylem ve söylem dediği, çoğu kez başörtüsünü destekleyen beyanlardan ibaret. Şu anda belki ekonomik kriz var; yeni bir tartışma açmak doğru olmaz. Ama, konu bu haliyle de bırakılamaz. NAZLI ILICAK 29 EKİM 2008 SABAH

Devamını BURADAN okuyun...>>>

BAŞSAVCININ YALANLARI

İşte Yalçınkaya'nın Çarpıtmaları

Anayasa Mahkemesi, AKP kapatma davasında Başsavcı Yalçınkaya'nın "bazı delilleri saptırdığını" belirtmişti. İşte o saptırmalardan en çarpıcı olanları...

Anayasa Mahkemesi, AK Parti davasıyla ilgili gerekçeli kararında Yargıtay Başsavcılığı'nı 'delilleri farklılaştırmak, eksik ve parçalı biçimde aktarmak ve iddianameye vaki olmayan delilleri koymakla' suçladı.


Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, önceki gün kendini savundu: "Beyanların tahrif edildiği yönündeki iddia kamuoyunu yanıltmaya yöneliktir." Ancak Anayasa Mahkemesi'nin iddianamedeki delillerle ilgili tespitleri sağlam verilere dayanıyor. Mahkeme, Başbakan Tayyip Erdoğan, hakkında laikliğe aykırı eylem olarak gösterilen konuşmasının, bazı bölümlerinde oynandığını belirledi. Başsavcı, değişik gazetelerdeki haberleri parçalayıp kendisine göre birleştirmiş, cümleler arasındaki öncelik ve sonralığı değiştirerek yepyeni bir metin oluşturmuş.Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın 'Google delilleri' diye eleştirilen 400 iddiasının 370'ini dikkate almadı. Gerekçeli kararda, delillerin bir kısmının vaki olmadığı ya da sübut bulmadığı, bir kısmının düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında olduğu vurgulandı. Başsavcı'ya yapılan en önemli suçlama ise delillerin bir kısmının gazetelerde veya internet sitelerinde yer aldığından farklılaştırılmış biçimde iddianameye alması. Bu delillerden bazıları şunlar:

Yalan haber iddianamede

Başsavcı, Bülent Arınç'ın "TBMM mescidinde Kuran kursu açtırdığı"nı ileri sürdü. Ancak yazılı basına dayanan bu haber düzmeceydi. Arınç CHP Denizli Milletvekili Mehmet Neşşar'ın soru önergesi üzerine, Meclis'te Kur'an kursu açılmadığını, kurs açma yetkisinin Diyanet İşleri Başkanlığı'na ait olduğunu belirtti. İddianamede bu cevap yerine gazete haberi delil olarak kullanıldı. Mahkeme, bu iddiayı geçersiz saydı.

Bakan Binali o sözü hiç söylememiş

Başsavcı iddianamesinde Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın "Reformlar sancılı olur. Güle oynaya yapılmaz. Tarihte de reformlar gerçekleştirilirken birçoğu kanlı oldu." şeklinde konuştuğunu savundu. Buradan yola çıkarak AK Parti'nin şiddet çağrısı yaptığını iddia etti. Ancak Yıldırım'ın 'kanlı' ifadesini kullanmadığı ortaya çıktı.

Kaset incelendi, gerçek ortaya çıktı

İddianamede, Show TV'de yayınlanan Siyaset Meydanı programında AK Parti MKYK Üyesi Ayşe Böhürler ile Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu arasında geçen konuşmada, Böhürler'in türbanlı olarak hukuk öğrenimini bitirmiş bir kadının yargıçlık yapmasını savunduğu, Kuzu'nun, "Acele etmeyin ona da sıra gelecek." diye yanıtladığı öne sürüldü. Televizyon programının kasetleri izlendi. Kuzu'nun söz konusu ifadeyi kullanmadığı kayıtlara geçti.

Arınç'ın 'laiklik'le ilgili sözleri kesildi

Anayasa Mahkemesi, TBMM eski Başkanı Bülent Arınç'ın 13 Kasım 2005'te TBMM Sabit Osman Avcı Eğitim Tesisi'nde basınla düzenlediği sohbet toplantısında yaptığı konuşmanın iddianameye eksik ya da parçalı aktarıldığını tespit etti. İddianamenin 63.-64. sayfalarında Arınç'ın şu sözleri yer almıştı: "Laiklik tartışmaları eskiden beri devam eder, zaman içerisinde laiklik de gelişir. Ama bugün bütün dünyada görebildiğimiz kadarıyla, din ve vicdan özgürlüğünün genel anlamda kabul edilmesi halinde, Türkiye'de bu sebeple laikliğin ihlal edildiğini söylemek de mümkün değildir." Arınç, aynı konuşmada laik devlette hukuk kurallarının din kurallarına dayandırılmayacağını kaydetmişti. Arınç'ın, "Çünkü laik bir ülkenin kanun koyucusu, dinî amaçlarla kural koyamaz... Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir. Laikliği kabul eden bir ülkede yasama organı, Kur'an'ı, Tevrat'ı, İncil'i esas alarak kural koyamaz, düzenleme yapamaz." ifadeleri iddianamede yer almadı.

AK Parti üyesi olmadıkları ortaya çıktı

İddianamenin 117. sayfasında Başsavcı, bir televizyonda katılımcıların 'türbanın yasaklanmasını savunanlar Mussolini gibi yargılanacaklar ve cezalandırılacaklar' dediğini ileri sürdü. Başsavcı, bu cümlelerle AK Parti'nin desteklediği anayasa değişikliği arasında bağ kurdu. Ancak bu ifadeleri kullananların AK Parti üyesi olmadığı ve herhangi bir bağlantılarının da bulunmadığı tespit edildi.

Başbakan'ın metni üzerinde oynanmış

İddianamede Başbakan Erdoğan'ın, Avustralya'nın Sydney kentini gezerken, "Herkes kendi kimliğiyle övünebilir. Bu onun en doğal hakkıdır. Kürt Kürtlüğüyle, Türk Türklüğüyle, Çerkez Çerkezliğiyle, Laz Lazlığıyla övünebilir. Etnik kimlik anlamında söylüyorum. Ama bizi üstte birbirimize bağlayan üst kimlik TC vatandaşlığıdır. Bu ortak paydadır. Hepimizi yaratan mutlak yaratıcı Allah'tır. Ayrıma ne gerek var. O üst ortak paydada birleşip el ele vereceğiz." dediği öne sürüldü. Ancak gerçek ifade şöyleydi: "Herkesi yaratan Allah'tır. Ayrıma ne gerek var? Üst ortak paydada birleşerek el ele vereceğiz." Üstelik iddianamede bu ifade "Hepimizi yaratan mutlak yaratıcı Allah'tır. Ayrıma ne gerek var. O üst ortak paydada birleşip el ele vereceğiz. biçimine dönüştürüldü. Ve konuşmanın sonuna eklendi. Böylece üst ortak paydanın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı olduğu ifadesi farklı yansıtıldı.

Soruyu Erdoğan söylemiş gibi yansıttı

2005 Ekim'inde yapılan "Kültürel Çeşitlilikte Kadının İnsan Hakları" konulu konferansta katılımcıların sorusu Başbakan söylemiş gibi yansıtıldı. İddianamede "Erdoğan'ın; İngiltere, ağırlıklı olarak Hıristiyan ülke olmasına karşın kamu kurumlarında başörtülü insanların çalışabildiğini, ancak çoğunluğu Müslüman olan Türkiye'de kamu kurumlarında başörtülü çalışılamadığını, başörtüsünün insan hakkı olduğunu, türban konusunda toplumsal mutabakata önem verdiklerini söylediği" ileri sürüldü. Ancak bu sözleri programdaki bir katılımcı soru olarak dile getirmişti. Söz konusu konuşmada Başbakan'ın kamuda türbanı savunan ifadeler kullanmadığı belirlendi.

Hepsi aynı sendika üyesi değilmiş

İddianamede "Talim Terbiye Kurulu'na sorulmaksızın görevlendirilen 33 kişinin Cumhuriyet devrimlerine aykırı faaliyetleriyle bilinen Eğitim Bir-Sen'e üye olanlar arasından seçildiği" ileri sürüldü. Görevlendirilen öğretmenlerin tek bir sendikaya üye olmadığı, 9'unun Türk Eğitim-Sen, 4'ünün Eğitim-Bir-Sen, 2'sinin Eğitim-Sen üyesi olduğu, bir kısmının ise hiçbir sendikaya üye olmadığı tespit edildi.

Kaynak: Zaman


Devamını BURADAN okuyun...>>>

28.10.08

BU MEMLEKETE YARARI OLMAYAN KAFA

Bu memlekete barış, huzur ve istikrar getirmeyen kafa!

28 Ekim Salı 2008
İşte böyle bir memleket burası, zor ve tuhaf. Bir Anayasa Mahkemesi var bu ülkenin. Yüzde 47 oyla seçim sandığından çıkmış bir partiyi ‘laiklik karşıtı’ ilan ediyor.
Ama aynı Mahkeme’nin Başkanı, bu memlekette doğru dürüst laiklik olmadığını belirtiyor. Laik bir memlekette ‘zorunlu din dersi‘nin de, bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı gibi dine karışan uygulamaların da olamayacağını söylüyor.
Kısaca, Yüksek Mahkeme’yle Sayın Başkanı ayrı ayrı tellerden çalıyor. Yalnız bu çelişki bile bizim memlekette ‘laiklik sorunu‘nun varlığını apaçık gözler önüne sermiyor mu?..
Bunun gibi, hem laiklik ve demokrasiden söz etmeyi seviyoruz, hem de başörtülü, türbanlı kızlarımıza üniversite yasaklanabiliyor bu memlekette.
Fırsat eşitliğini, din ve vicdan özgürlüğünü hiçe sayan demokrasi karşıtı bu yasakçılığı, parlamentonun 411’lik çok büyük çoğunluğuna ve kamuoyunun yüzde 70’ine rağmen devam ettirebiliyor Yüksek Mahkeme...
Akla ister istemez takılıyor:
Çoğunluk, laiklik karşıtı mı?
Yüzde 70, laiklik karşıtı mı?
Olmadıkları açık. Ama ne var ki bu ‘çoğunluk‘la ‘azınlık’ kavgası, en azından Cumhuriyet’in kuruluşundan beri şöyle ya da böyle devam edip geliyor.
Anayasa Mahkemesi’nin demokrasiden pek hoşlanmayan, yani laikliği militanca tarif eden zihniyeti bu memlekette ‘laiklik sorunu‘nun altını kalın biçimde çiziyor.
Bu öylesine bir laiklik tarifi ve uygulaması ki, bu memlekette yalnız başörtüsünü değil, Kuran kursları ve imam hatipleriyle ‘din eğitimi’ni de, Aleviliği de sorun haline getiriyor.
Bir başka deyişle:
Bizdeki laiklik anlayışı, alaturka bir anlayış... Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, karşı oy yazısında, “Bize özgü laiklik, bize özgü demokrasi yaratır” derken haklıdır.
Ve bu memlekette ‘bize özgülük’ sadece laiklikle sınır değildir. Bizim devletin üniterliği de bize özgüdür, yani ‘alaturka’dır. ‘Kültürel farklılıkları’ reddeden bir milliyetçilik anlayışına dayandırılmıştır.
1920’lerden itibaren Kürtçe’nin yasaklanması, “Kürt yok Türk var!” politikasının devletçe benimsenmesi, bu memlekette bugünlere kadar gelebilen ‘üniter devlet’ anlayışının gereği sayılmıştır.
Nasıl ki ‘bize özgü’ laiklik anlayışı bu memleketteki ‘laiklik sorunu’nu sergiliyorsa, kültürel farklılıkları reddeden ve ‘bölünmez bütünlük’ diye de tanımlanabilecek bize özgü üniter devlet anlayışı da ‘Kürt sorunu‘nu anlatıyor.
Ve işte laiklik diyerek, bölünmez bütünlük diyerek bu memlekette demokrasi ve hukukun gelişmesi engellendi, tam bir ‘siyasi partiler mezarlığı‘na çevrildi bu memleket...
Bakın 27 Mayıs’a.
12 Mart’a, 12 Eylül’e.
28 Şubat’la 27 Nisan’a.
Hepsinde ortak nokta, demokrasiye duyulan inançsızlıktır, çoğunluğa duyulan güvensizliktir. Demokrasinin fazlası Türkiye’yi ‘irtica’ya götürür, ‘bölünme’ye götürür zihniyetidir.
Bu kafa için denebilir ki:
Halk, kitleler cahildir; oyunu nasıl kullanacağını bilmez; çoğunluğa güven olmaz; bunun örneği 1950’dir; 1950’de iktidarın halk oyuyla el değiştirmesi demokrasi değil, ‘karşı devrim’ olmuştur; yani demokrasiye erken geçilmiştir bu memlekette...
Bu kafa hala geçerlidir.
Ergenekon da bunun ürünüdür.
Bu memlekette “Demokrasiye erken geçilmiştir!” diyenler, 21. yüzyılda bile daha hala askeri bir darbeyle demokrasiye tümüyle paydos edildikten sonra, ‘mıntıka temizliği’ yapılmasını istiyorlar.
Ordu içindeki ‘2003-2004 darbe tertipleri’ de, darbe ortamı oluşturmaya dönük kumpaslar, gösteriler, siyasi cinayet ve suikast tertipleri de “Demokrasiye erken geçilmiştir!” kafasının ürünüdür.
Ama tüm askeri darbe ve müdahaleleriyle bu kafa, bu memlekete bugüne kadar barış, huzur ve istikrar getirmedi. Bu kafa bu memlekete demokrasi ve hukuk getirmedi.
85 yıldır öyle.
Madem yarın Cumhuriyet Bayramı, o zaman bu konuya bir gün daha devam etmenin tam zamanıdır.
HASAN CEMAL 28/10/2008

Devamını BURADAN okuyun...>>>

DENİZ FENERİ DAVASI NEREDEN ÇIKTI

Deniz Feneri davası için ŞOK iddia

MİT'çi Mehmet Eymür, Ergenekon, Susurluk ve Deniz Feneri'ne ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Deniz Feneri operasyonunun Ergenekon'a misilleme olabileceğini söyleyen Eymür, 'Başbakana kadar uzanan Deniz Feneri Ergenekon'un rövanşı' dedi.

Sesizliğini bozan MİT Kontrterör Dairesi eski Başkanı Mehmet Eymür dün gece katıldığı bir televizyon programında Deniz Feneri operasyonu, Ergenekon ve Susurluk'a ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulundu. Deniz Feneri operasyonunun Ergenekon'un rövanşı olduğunu kaydeden istihbaratçı Eymür, Susurluk skandalına gereken önem verilmediği için Ergenekon'da bugünkü manzaranın ortaya çıktığını söyledi.

"Zamanında Susurluk'a gerekli önem verilseydi hatta birinci MİT raporunda belirtilen önlemler alınsaydı bugünkü manzara ortaya çıkmazdı" diyen Eymür şöyle konuştu: "Susurluk bir organize suç örgütü idi. Bunlar hem devlet görevlisi idi hem de menfaat gruplarının içerisinde idiler. 'Sen ölüm listesindesin' deyip listede çıkartmak için para istiyorlardı. Susurluk kazası olmasaydı bu grubun varacağı nihai noktayı ikinci MİT raporunda da belirttik. Hedefleri devleti ve siyaseti ele geçirmekti. O yüzden bugünkü Ergenekon operasyonu önemli.ERGENEKON'DA YENİ GÖZALTI OLABİLİR

Veli Küçük'ün emekli olduktan sonra MİT, Dışişleri ve askeri yetkililer tarafından Azerbaycan ve Kuzey Irak'taki faaliyetleri nedeniyle ikaz edildiğini belirten Eymür, "Hatta korumaları alındı lojmandan çıkartıldı. Bende kendisini uyardım. Alparslan Aslan ve Cumhuriyete atılan bombalarla ilişkisi olduğu ıspatlanırsa sıkıntılı bir hayat bekliyor Veli Küçük'ü. Faili meçhuller konusunda Veli Küçük bir iki kere 'Benim bölgeme getirip atıyorlar bu adamları deyip' bana yakındı. Cem Ersever öldürüldüğünde 'Beni de öldürebilirler' diye bir korku dönemi yaşamıştı. Ama öyle söylemesi de gerekmiş olabilir' şeklinde konuştu.

Ergenekon örgütü konusunda başka gözaltıların da olabileceğini belirten Eymür, 'Bence hakiki bir örgütlenme bu kadar kısır olamaz. Bunun daha geniş olması gerek. Başka gözaltılar olabilir' dedi.

DENİZ FENERİ ESPİYONAJ FAALİYETİ

Deniz Feneri operasyonunun Ergenekon'a karşı yapılan bir espiyonaj (casusluk) faaliyeti olabiliceğini söyleyen Eymür şunları kaydetti: " Ergenekon operasyonu da espiyonaj faaliyeti olabilir. ABD karşıtı herhangi bir Avrupa ülkesinin espiyonaj faaliyeti olabilir. Aynı şekilde Deniz Feneri operasyonu da Almanya'dan çıktı. Sanki Ergenekonun rövanşı gibi geldi. Sonu Başbakan'a kadar uzanan bir dava. Nerden çıktı? Almanya'dan... Ergenekon'un kim üstüne gidiyor? Bugünkü hükümet. Bugünkü hükümeti de ne kıstırabilir? Deniz Feneri davası. Bu yönde bir espiyonaj faaliyeti olabilir. Zaten iyi bir istihbarat servisi neyi niçin yaptığı anlaşılmadığında iyidir."

Yeşil herkesin başını derde sokabilirdi

Abdullah Çatlı'nın MİT'e çalıştığını aynı zamanda uyuşturucu işi içinde olduğunu da söyleyen Eymür, şöyle devam etti: 'Bu grup bizim kontrolümüz dışında idi. İstedikleri kişiyi öldürebiliyorlardı. Mehmet Ağar ile Tarık Ümit konusunda bir kez konuştuk. Ömer Lütfi Topal'ın öldürülmesinden sonra Ağar bana 'Bu tosunları Azerbaycan ve Güneydoğu'ya göndereceğiz' demişti. MİT'de çalışan Tarık Ümit'i yine devlet içindeki bir grup kandırarak götürdü. Kimlerin bu şi yaptığı sonra anlaşıldı. İbrahim Şahin'le görüştürülecek diye götürülmüştü. Ümit'in yaşadığını sanmıyorum. Yeşil'de öldü. Ümit'in öldürüldüğünden ne kadar eminsem Yeşil konusunda da o kadar eminim. İkisi de öldü. Yeşil, Jandarma ve polise çalıştı. Uyuşturucu kaçakçıları infaz ediliyordu. Bazılarından para alınıyordu. Bu paraların bir kısmını İbrahim Şahin'e verdiğini biliyorum. Yeşil yaşasaydı bir çok kişinin pisliğini ortaya çıkaracak bilgiye sahipti. Herkesin başı derde girebilirdi.'

Öcalan'a Suriye'de suikast düzenledik

Abdullah Öcalan'a Suriye'de suikast düzenlediklerini anlatan Eymür 'Suikastın başarılı olamamasının nedeni evin önünde başka arabalar vardı, bizim bıraktığımız araç 150 metre ileriye park etmek zorunda kaldı. Orada infilak edince suikast başarısız oldu. Öcalan'ın Suriye'den çıkartılmasında bu suikast planının önemli rolü oldu. Herkes Amerika veya İsrail yaptı diye düşündü' şeklinde konuştu. PKK ile mücadele konusunda Barzani ile denetimli bir destek yapılmasının gerektiğini belirten Eymür şunları söyledi: 'Barzani yabana atılacak bir adam değil. Bölgede çok etkili. Barzani PKK'yla çatıştığı zaman bizden destek istedi. Gelen yardımlara 'Ben bunu istememiş olayım verilen çok komik' dedi.'YENİ ŞAFAK


28.Ekim.2008

Devamını BURADAN okuyun...>>>

TARAF SORULAR SORDU, CEVAP YOK

Taraf'tan Genelkurmay'a can alıcı sorular

Org. Koşaner dün Taraf'ın iddialarını sert bir dille yalanladı. İşte Taraf'ın bu sözlere manşetten verdiği cevap...

Kara Kuvvetleri Komutanı Taraf'ın Aktütün haberlerini ayrıntılara boğup yalanlarken bile neler itiraf etti ama, şu soruların cevabını yine vermedi. Ağır silahlı 150 PKK'lıyı nasıl tespit edemediniz? Keritepe'deki hareket sizi neden uyarmadı? Hani Taraf'ın görüntüsü Aktütün'den değildi? Ve asıl soru: O 17 çocuğun ölmesini niye önlemediniz?

Ağır silahlı 150 PKK'lıyı nasıl tespit edemediniz?

Cevabı Koşaner'in dünkü açıklamasında itiraf olarak var aslında: İlk çatışma geceyarısı oldu. 03.10'a kadar sürdü, başka görüntü almadık. 12'de keşfe çıkıldı. 10 saat sonra iyi gizlenmiş 150 teröristin yoğun ateşi altında kaldık.

Keritepe'deki hareket sizi neden uyarmadı?

Koşaner, o gün İHA görüntüleriyle Keritepe'de 07.54'te hareketlilik saptandığını ilk kez dün açıkladı. Ama şunun cevabı yok: Bu sizi uyarmadı mı? Bu hareketliliğin baskınla ilişkisi yoksa neden tam dokuz saat sonra orayı vurdunuz?

Hani Taraf'ın görüntüsü Aktütün'den değildi?

Koşaner Taraf'ın yayınını ilk kez doğruladı: "İHA 13.58'de Aktütün'ü izlemeye başladı ve iki saat görüntü aldık." Taraf da bunu yazmıştı: Aktütün baskını, İHA görüntüleri aracılığıyla öncesinde ve baskın sırasında naklen izlendi.

Ve asıl soru: O 17 çocuğun ölmesini niye önlemediniz?

Aktütün o güne kadar tam dört kez basılmıştı. Jandarma raporları, İHA görüntüleri bölgede yeni bir baskını haber veriyordu. Korunamadığını Koşaner'in de itiraf ettiği karakolu neden orada tuttunuz, 17 çocuk kimin kurbanı oldu?Orgeneral Koşaner, Genelkurmay Başkanlığı'nda düzenlediği basın toplantısında, Aktütün olayının nasıl meydana geldiğine ilişkin bilgiler verdi. Koşaner, Aktütün olayına ilişkin Bayraktepe ve diğer bölgelere kuvvet tahsisi, ateş planları, sevk ve idarenin askeri esaslara uygun şekilde yapıldığını, İkinci Ordu Komutanlığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında herhangi bir eksiklik saptanmadığını bildirdi. Orgeneral Koşaner, basında yer alan ''insansız hava aracı'' görüntülerinin hiçbirinin Aktütün olayına ilişkin emare teşkil etmediğini ifade etti.

GÖRÜNTÜLER HER ZAMAN ALINIYOR
Taraf'ta yayımlanan İHA görüntülerinin Aktütün karakoluna yönelik bir eylemin emareleri olamayacağını belirten Orgeneral Koşaner, bu İHA görüntülerini tek tek ele alarak, nereye ait olduklarını ve ne ifade ettiklerini açıkladı. Orgeneral Koşaner, 5 Eylül 2008 tarihli görüntüde, "Kandil'de tespit edilen 80 kişinin Hakkari Şemdinli bölgesine hareket ettiğinin'' iddia edildiğini anımsatarak, Kandil bölgesine devamlı hareket olduğunu, İHA'ların bölgeye her gidişinde benzer görüntülerin alındığını anlattı.

GÖRDÜK AMA BEKLEDİK
Orgeneral Koşaner, 3 ekim tarihli saat 08.35'e ait görüntüye dayanılarak Aktütün'e 25 kilometre mesafedeki bölgenin teröristlerce mayınlandığının öne sürüldüğünü belirterek, Irak'ın kuzeyindeki Keritepe'nin karakol emniyet mevzilerine kuş uçuşu mesafesinin 17.5 kilometre olduğunu, şu anda en etkili havanın mesafesinin 8.5 kilometre olduğunu söyledi.

Orgeneral Koşaner, ''Bununla beraber bu görüntü sürekli takip edilmiş, terörist miktarının artması beklenmiş, 3 Ekim saat 16.58'de, iki F-16 uçağımız tarafından isabetli olarak vurulmuştur.

İHA'YI BİZ ÇAĞIRDIK
Koşaner, 3 Ekim günü saat 13.00'den sonra Aktütün Karakolu üzerinden alınan görüntünün doğru olduğunu ifade ederek, saat 13.04'te eylemin başladığını, teröristlerin yerlerinin tespit etmek için İHA'nın eylem bölgesine kendileri tarafından getirildiğini bildirdi.

KÖYLÜLER EKİN EKİYOR
Orgeneral Koşaner, 2 Ekim, 09.00-09.30 saatleri arasında alınan görüntülerin Şemdinli-Umurlu köyü, sınırın hemen Irak tarafındaki Ziki köyünün güneyine ait olduğunu söyledi. Bölgenin Aktütün'e kuş uçuşu 23.5 kilometre mesafede olduğunu ifade eden Orgeneral Koşaner, boş olan Ziki köyünün bahçelerinin daha güneydeki köylerden gelen köylüler tarafından sınır birliklerinin bilgisi dahilinde ekilip biçildiğini anlattı.

DAĞLICA UZAK
Koşaner, Taraf'ın haberinde geçen Mezi deresinde 25-30 katırın bekletildiği yerin, belirtilen koordinata göre Aktütün'e 125 km mesafede, ismi Mezi olan başka bir dereye ait olduğunu söyledi. Koşanar, Aktütün ile Dağlıca arasında coğrafi bir bağlantı bulunmadığını da bildirdi.

EYLEM EMARESİ YOK
"35 teröristin altı katırla Çukurca'ya geldiği ve diğer gruplarla birleşerek bölgedeki askeri birliklere eylem kararı aldıkları'' duyumu için Koşaner, Aktütün ile ilişkilendirilmesini yanlış bulduğunu söyledi. 2 Ekim tarihinde 32 PKK'lının füze ve havanlarla Hakkari'nin Karanlıkdağ bölgesinde mevzi hazırlığında olduğuna ilişkin ise Koşanar, 88 km mesafe uzaklıktaki bu hareketliliğin Aktütün saldırısına emare kabul edilemeyeceğini söyledi.

ASKERİ TAKTİĞE UYGUN
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşaner, Bayraktepe'de meydana gelen olayın her safhası incelendiğinde, tertiplenme ve uygulamanın askeri teknik ve taktiğe uygun olduğunun görüldüğünü bildirdi.

SALDIRI ÖNCESİ GÖRÜNTÜ ALDIK
2-3 ekim gecesi PKK'lılara ait ilk görüntüleri, tam gece yarısında, Bayraktepe'nin batısında üçer kişilik iki grup olarak alındığını söyleyen Koşanar, bunların üzerlerine topçu ve havanlarla atış yapıldığını, bu görüntülerin daha sonra gözden kaybolduğunu söyledi.

07.54'TE TAKİP, 13.04'TE ÇATIŞMA
Orgeneral Koşaner, İnsansız Hava Aracı'nın (İHA) da sabah saat 07.54'ten itibaren Irak topraklarında ve Keritepe'de PKK'lıların ilk görüntülerini tespit ettiğini ve izlenmeye alındığını bildirdi. Görüntülerin alındığı bölgelere saat 12.00'da keşif timi sevk edildiğini ve çatışmanın 13.04'ten itibaren başladığını kaydetti.

İHA'YI AKTÜTÜN'E YÖNLENDİRDİK
Bu arada Irak topraklarında 17,5 kilometre mesafedeki Keritepe'deki teröristleri izlemekte olan İHA'nın, Aktütün bölgesine yönlendirildiğini, ayrıca silahlı helikopter desteği için talepte bulunulduğunu ifade eden Orgeneral Koşaner, İHA'nın saat 13.58'de çatışma bölgesine geldiğini, görüntü aktarmaya başladığını ve saat 16.10'a kadar bölgeyi izlediğini belirtti.

İlk taarruz helikopter grubunun saat 14.35'te bölgeye ulaştığını ve ateş desteği sağlamaya başladığını vurgulayan Orgeneral Koşaner, Bayraktepe'de sağlanan ateş desteğiyle mevzilerin savunulmaya devam edildiğini, teröristlerin yoğun roket atışları nedeniyle zayiat verildiğini, bazı mevzilerin hasar gördüğünü anlattı.

16.58'DE F-16'LILAR VURDU
Orgeneral Koşaner, ateş desteği altında ilerleyen teröristlerin Bayraktepe'nin kuzey tepeciğindeki bazı mevzilere ulaştığını, buralarda şiddetli çatışmalar meydana geldiğini, ancak bölgedeki piyade ve JÖH timi unsurlarınca bulundukları yerlerde etkisiz hale getirildiklerini belirtti. Orgeneral Koşaner, Irak'ın kuzeyindeki Keritepe'deki teröristlerin ise saat 16.58'de iki F-16 tarafından etkisiz hale getirildiğini bildirdi.

KONTROL 20.19'DA SAĞLANDI
Koşaner, takviye için JÖH bölüğünün harekete getirildiğini ve ateş altında ilerleyerek 19. 58'de Bayraktepe'ye ulaştığını, diğer JÖH bölüğünün de meteakip Berçartepe'ye indirildiğini, 20. 19'da PKK'lıların aralıklarla ateşi sürdürdüğünü, kaçış yollarının topçu ateşine tutulduğunu söyledi.

BAYRAKTEPE TERK EDİLMEDİ
Orgeneral Koşaner, şöyle konuştu: "Sonuç olarak, Bayraktepe teröristlere terk edilmemiştir. Eylem öncesinde Bayraktepe ve diğer bölgelere kuvvet tahsisi, mevzilenme, mevzilerin hazırlanması, engellerin tesisi, ateş planları, sevk ve idare askeri esas ve tekniklere uygun şekilde yapılmıştır. Çatışmalar esnasında Bayraktepe'de bulunan altı lider konumundaki personelin biri şehit olmuş, dördü yaralanmıştır. Bu elbette önemli bir durumdur. Buna rağmen görevi devralan diğer personel sayesinde önemli bir aksaklık yaşanmamıştır.''

GÖZETLEME SINIRLI
Orgeneral Koşaner, en çok "Bayraktepe'de bir istihbarat zafiyeti var mı?'' sorusunun kendilerine yöneltildiğini belirterek, şöyle konuştu: "Bu bölgede devamlı duyum alınıyor, halen de alınıyor. İHA, alınan duyumların genel istikametine göre bölgede kullanılır. Göremediğimiz yerdeki istihbaratı, bilgileri almamız o şekilde sağlanmaya çalışılır. Bu olaydan önce de Aktütün'den Dağlıca'ya, güneye Yeşilova karakoluna kadar bölgelerde İHA önceki günlerde dolaştırılmış, ancak herhangi bir görüntü alınmamıştır. Bu bölgeye sızan teröristlerin muhtemelen böyle örtülü gizlilik sağlayan istikametlerden gelmiş olduklarını değerlendiriyoruz.''

İSTİHBARAT DAĞITILIYOR
İstihbarat bilgilerinin nerelere dağıtıldığı sorusunu Orgeneral Koşaner, "Bizim istihbarat raporlarımız pek çok adrese dağıtılmaktadır. Pek çok adresten hangisinden sızdığı hakkında araştırmamız devam etmektedir. Raporda yazılı bilginin ilgilendirdiği her makama yayımlanır. Emniyete mahalli olarak verilir. O da bize verir. İstihbarat tabi paylaşılacaktır, bunda bir şey yok, normaldir'' diye yanıtladı."
Belgelerin TSK'dan çıktığını bile bile adres saptırıyorlar

Genelkurmay, Taraf'ın Aktütün haberinin kaynağının kendisi olduğunu biliyor ama Koşaner ABD'yi, MİT'i, polisi işaret etti. 14 ekimdeki Aktütün haberiyle ilgili Genelkurmay Askeri Savcılığı soruşturma açtı. Belgeler gönderildi. Dolayısıyla onların içeriden çıktığını en iyi Genelkurmay biliyor. Ama Kara Kuvvetleri Komutanı Koşaner dün açıklaması sırasında İHA kayıtlarının nereden çıktığını bilmediğini söyledi, hatta ABD'den alınmış olabileceğini ima etti. Jandarma raporunun da kaynağı yine TSK. Ama Koşaner bu raporları tüm istihbarat birimleriyle paylaştıklarını söyledi. "Taraf onlardan almış olabilir" demeye getirdi

- Havan atıyor musunuz niye atmıyorsunuz.

- Bir dakika atıyoruz.

- Mahir Mahir, Rubar Rubar siz de destek verin.

- Kemal o bir yere gidiyor. Boşa gidiyor aşağı düzelt.

- Azat azat arkasına atın.

- O söylediğim istikamete atın, Cia kısa düşürdün.

- Doğrudur Heval yeniden atıyoruz.

- Çalışın uygun uygun atın senin yerin uygundur vur ordan vur işte.

- Boş kalmasın uygun bir şekilde hem orayı hem karakolu vursunlar.

- Tamam Heval vuruyoruz her iki tepeyi de takip et.

Bu telsiz konuşmaları 3 Ekim 2008 cuma günü 17 askerin şehit olduğu Aktütün saldırısı sırasında baskını düzenleyen PKK'lı grubun arasında gerçekleşti.

Telsiz konuşmalarını canlı olarak dinleyenler arasında Aktütün Karakolu'nun da bağlı olduğu Van'daki Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı'na bağlı birimler de bulunuyordu.

Beklenen Aktütün saldırısı başlamıştı...

BİR AYDIR İZLENİYORDU
Beklenen bir saldırıydı bu. Çünkü ABD ile yapılan anlık istihbarat paylaşımı işbirliği uyarınca bölge üzerinde keşif uçuşları yapan İnsansız Hava Araçları (İHA), bundan bir ay önce, 5 Eylül 2008'de Kuzey Irak'ın İran sınırına yakın bölgelerinden, Hakkâri-Şemdinli bölgesine doğru harekete geçmiş 80 kişilik bir PKK'lı grubun koordinatları ile net görüntülerini geçmişti.

Bu hareketlilikle ilgili olarak GES (Genelkurmay Elektronik Sistemler) Komutanlığı, bölgedeki dinleme ve istihbarat birimlerinden gelen günlük raporlarla Genelkurmay'ı ve komutanlıkları sürekli uyardı.

KARE KARE GELEN BASKIN
Saldırının yapıldığı 3 Ekim 2008 cuma günü erken saatlerden itibaren ise bu kez ABD'nin anlık istihbarat desteği kapsamında İnsansız Hava Araçları (İHA), Aktütün'ün hemen karşısında, 10 km Irak sınırları içinde kalan tepelerde bazı PKK'lı grupların saldırı hazırlıklarını görüntüleyip askeri yetkililere ulaştırdı.

Genelkurmay'ın ve ilgili birimlerin anında canlı olarak izlediği bu görüntülerde sayıları hızla artan PKK'lılar tepelere mevzileniyor, ağır silahlarını konuşlandırıyor, araziyi mayınlıyor. Ama sabah saatlerinden itibaren başlayan bu hazırlıkları, saniye saniye canlı yayında izleyen askeri yetkililer, koordinatları açıkça belli olan bu hedeflere üç buçuk saat sonra müdahale ediyor. Bu da zaten Aktütün'de çatışmanın yoğunlaştığı öğleden sonraki saatlere denk geliyor.

Anlık istihbarat görüntüleri içinde belki en önemli ve en dikkat çekici olanı PKK'lı grupları gösteren görüntüler sürerken bir anda İnsansız Hava Aracının yer değiştirerek Aktütün'ü göstermeye başlaması oluyor. İnsansız Hava Aracı'ndan gelen görüntülerin sağ üst köşesinde araca önceden yüklenmiş koordinatlar belirtiliyor. 5C ve 6C hedeflerinin koordinatları incelendiğinde iki nokta arasında yaklaşık 25 km'lik bir mesafe olduğu görülüyor. Bu noktaların İHA'nın uçuşu esnasında rastgele görüntülenmiş noktalar olmadığı anlaşılıyor. Bu noktalar sistem hafızasına girilmiş noktalar. Bu ise Aktütün ve çevresinde saldırı öncesinde bir olay beklentisi istihbaratı olduğuna açık bir kanıt.

TARAF


28.Ekim.2008

İLGİLİ HABER
Orgeneral Işık Koşaner, Aktütün olayına ilişkin Bayraktepe ve diğer bölgelere kuvvet tahsisi, ateş planları, sevk ve idarenin askeri esaslara uygun şekilde yapıldığını, İkinci Ordu Komutanlığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında herhangi bir eksiklik saptanmadığını bildirdi.

Orgeneral Koşaner, Genelkurmay Başkanlığı İnönü Salonu'nda Aktütün Jandarma Sınır Bölüğü'ne gerçekleştirilen terörist eylemle ilgili 2. Ordu Komutanlığınca yapılan inceleme sonuçlarını açıkladı.

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Koşaner, Aktütün olayına ilişkin Bayraktepe ve diğer bölgelere kuvvet tahsisi, ateş planları, sevk ve idarenin askeri esaslara uygun şekilde yapıldığını, İkinci Ordu Komutanlığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında herhangi bir eksiklik saptanmadığını bildirdi. Orgeneral Koşaner, basında yer alan ''insansız hava aracı'' görüntülerinin hiçbirinin Aktütün olayına ilişkin emare teşkil etmediğini ifade etti.

Orgeneral Bayraktepe'de görevli birliklerin vazifelerini üstün bir cesaretle yerine getirerek, canları pahasına mevzilerini savunduklarını belirterek, ''Bayraktepe teröristlere terk edilmemiştir'' dedi.

Üs Komutanlığı tarafından bölgenin takviyesinin zamanında düşünülerek birliklerin risk altında Aktütün bölgesine indirildiğini, Bayraktepe de önemli bir aksaklık yaşanmadığını anlatan Orgeneral Koşaner, bölücü terör örgütü açısından olayın adeta bir intihar saldırısı olduğunun görüldüğünü vurguladı. Orgeneral Koşaner, bölgede tertiplenme ve diğer konuların, askeri teknik ve taktiğe uygun olduğunun görüldüğünü ifade etti.

Orgeneral Koşaner, ''Bayraktepe olayı gibi taktik seviyede meydana gelen olayların değerlendirilmesi ancak görev başındaki askerlerce doğru şekilde yapılabilir'' diye konuştu.

Terörle mücadelenin psikolojik bir savaş, süreç olarak değerlendirilmesini isteyen Orgeneral Koşaner, ''Vuku bulan şiddetli bir terör eylemi örgütün etkinliği olarak değerlendirilemez. Bu olaylar sağduyulu ve soğukkanlı değerlendirilmelidir. Ülkeyi sarsacak boyutlara taşınması örgütün istediğidir'' dedi.

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşaner, ''Basında 'istihbarat alındı' şeklinde yer alan haberlerin ve bunlara dayanılarak ileri sürülen iddiaların Aktütün olayı için emare teşkil edecek hiç bir yönü yoktur, iddialar doğru değildir'' dedi.

Orgeneral Koşaner, Genelkurmay Başkanlığı İnönü Salonu'nda Aktütün Jandarma Sınır Bölüğü'ne gerçekleştirilen terörist eylemle ilgili 2. Ordu Komutanlığınca yapılan inceleme sonuçlarını açıkladı.

Koşaner, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un, 15 Ekim'de Aktütün olayına ilişkin yaptığı açıklamada, ''Her zaman olduğu gibi olayın bütün boyutlarıyla incelendiğini ve sonuçlanmasını müteakip TSK'nın kendine güveni olan kurumlar gibi kamuoyuyla paylaşılması gereken hususların kamuoyuna bilgi olarak verileceğini'' ifade ettiğini kaydetti.

''2. Ordu Komutanlığımızca yapılan inceleme sonuçlanmıştır'' diyen Orgeneral Koşaner, incelemenin sonuçlarıyla ilgili bilgiler verdi.

Orgeneral Koşaner, bazı basın yayın organlarında ısrarla eylemin ''Aktütün Karakolu'na yapıldığının'' yazıldığını ve söylendiğini, sürekli karakol binalarının söz konusu edildiğini ve konunun saptırılmaya çalışıldığını belirterek, terörist eylemin karakol binasına yaklaşık bin 100 metre mesafedeki Bayraktepe'de emniyet kuvvetlerinin mevzilerine yapıldığını, karakol binasına ise isabetli olmayan havan atışlarının yapıldığını kaydetti.

Terörist eylemle ilgili istihbarat bilgileri hakkında kamuoyunu yanıltıcı ve yönlendirici bazı yayınlar yapıldığını anımsatan Koşaner, bu konuda 5 Ekim ve 12 Ekim'de Genelkurmay Başkanlığı tarafından kamuoyuna gerekli bilgilerin verildiğini ifade etti.


-İNSANSIZ HAVA ARACI GÖRÜNTÜLERİ-


Orgeneral Koşaner, inceleme sonuçlarından önce yanlış anlamaları ve tereddütleri ortadan kaldırmak amacıyla bazı ilave bilgiler vereceğini kaydetti.

Koşaner, İnsansız Hava Aracı (İHA) tarafından aktarılan görüntülerin üzerinde bazı bilgiler bulunduğunu belirterek, doğru değerlendirme yapılması için bu bilgilerin ne anlama geldiği hakkında basın mensuplarına açıklamalarda bulundu.

Bazı basın organlarında İHA görüntülerine yer verilerek, bunların Aktütün karakoluna yönelik bir eylemin emareleri olduğu şeklinde iddialarda bulunulduğunu anımsatan Orgeneral Koşaner, bu İHA görüntülerini tek tek ele alarak, nereye ait olduklarını ve ne ifade ettiklerini açıkladı.

Orgeneral Koşaner, 5 Eylül 2008 tarihli görüntüde, ''Kandil'de tespit edilen 80 kişinin Hakkari Şemdinli bölgesine hareket ettiğinin'' iddia edildiğini anımsatarak, 80 kişinin nasıl sayıldığını ve 100 kilometrenin üzerindeki mesafeden Şemdinli'ye hareket ettiğinin nasıl anlaşıldığının merak konusu olduğunu sordu. Orgeneral Koşaner, Kandil bölgesine devamlı hareket olduğunu, İHA'ların bölgeye her gidişinde benzer görüntülerin alındığını anlattı.

Orgeneral Koşaner, 3 Ekim tarihli saat 08.35'e ait görüntüye dayanılarak Aktütün'e 25 kilometre mesafedeki bölgenin teröristlerce mayınlandığının öne sürüldüğünü belirterek, Irak'ın kuzeyindeki Keritepe'nin karakol emniyet mevzilerine kuş uçuşu mesafesinin 17.5 kilometre olduğunu, şu anda en etkili havanın mesafesinin 8.5 kilometre olduğunu söyledi. Orgeneral Koşaner, ''Bununla beraber bu görüntü sürekli takip edilmiş, terörist miktarının artması beklenmiş, 3 Ekim saat 16.58'de, iki F-16 uçağımız tarafından isabetli olarak vurulmuştur. Benzeri görüntüler tüm sınırlarımız boyunca sık sık alınmakta, hedefin yeri, mesafesi, büyüklüğü dikkate alınarak topçu veya hava kuvvetlerimiz tarafından vurulmaktadır'' diye konuştu.

Koşaner, 3 Ekim günü saat 13.00'den sonra Aktütün Karakolu üzerinden alınan görüntünün doğru olduğunu ifade ederek, saat 13.04'te eylemin başladığını, teröristlerin yerlerinin tespit etmek için İHA'nın eylem bölgesine kendileri tarafından getirildiğini bildirdi.

Orgeneral Koşaner, 2 Ekim, 09.00-09.30 saatleri arasında alınan görüntüde, ''Aktütün'e sadece 1 kilometre mesafede sırtlarında yükle yürüyen teröristleri gösterdiği''nin iddia edildiğini belirterek, İHA görüntüsündeki coğrafi koordinatın gerçek yerinin Şemdinli-Umurlu köyü, sınırın hemen Irak tarafındaki Ziki köyünün güneyi olduğunu söyledi. Bölgenin Aktütün'e kuş uçuşu 23.5 kilometre mesafede olduğunu ifade eden Orgeneral Koşaner, boş olan Ziki köyünün bahçelerinin daha güneydeki köylerden gelen köylüler tarafından ekilip biçildiğini anlattı. Bu nedenle köylülerin, sık sık birliklerin bilgisi dahilinde bu boş bölgeye geldiğini ifade eden Orgeneral Koşaner, söz konusu görüntüdeki köylülerin de sınır birliklerinin bilgisinde ve gözetimi altında geldiklerini anlattı.

Orgeneral Koşaner, ''Görüleceği gibi hiç bir görüntü Aktütün emniyet mevzilerine yönelik bir eylemin emaresini teşkil etmemektedir'' dedi.


-''KESİN İSTİHBARAT BİLGİLERİYMİŞ GİBİ...''


Orgeneral Koşaner, basın organlarında yer alan ve adeta ''kesin istihbarat bilgileriymiş gibi'' Aktütün olayıyla ilişkili oldukları iddia edilen haber ve duyumlara da değindi.

Koşaner, 23. Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı kaynaklı 2 Ekim tarihli haber metni esas alınarak, ''Aktütün eylemini yapacak teröristin adının bile belli olduğu, ağır silah taşıyacak 25-30 katırın Aktütün karşısında Mezi Deresinde bekletildiği'' yönünde iddialar bulunduğunu anımsattı. Orgeneral Koşaner, 25-30 katırın beklediği yerin, belirtilen koordinata göre Aktütün'e 125 kilometre mesafede, ismi Mezi olan bir başka dereye ait olduğunu anlattı. Koşaner, ''Bu nedenle haberin Aktütün ile ilgisinin olması mümkün değildir'' dedi.

Hakkari İl Jandarma Komutanlığı'nın 29 Eylül tarihli duyumuna ait haberde, Dağlıca bölgesindeki gelişmelere ait bilgilerin, Aktütün olayıyla ilişkilendirilmeye çalışıldığını da söyleyen Orgeneral Koşaner, Aktütün ile Dağlıca arasında bölgenin son derece sarp olduğunu, yüksek dağların yer aldığını, iki bölge arasında coğrafi bir bağlantı bulunmadığını bildirdi. Koşaner, ''Dağlıca'da bulunduğu söyleyen teröristlerin Aktütün'e eylem yapma niyetinde olduğunu bilmek mümkün değildir. Bu nedenle bu duyum Aktütün olayı için bir emare teşkil etmemektedir'' diye konuştu.

Hakkari 3. Taktik Piyade Tümen Komutanlığının, 2 Ekim 2008 tarihli ''35 teröristin 6 katırla Çukurca'ya geldiği ve diğer gruplarla birleşerek bölgedeki askeri birliklere eylem kararı aldıkları'' duyumunun da Aktütün ile ilişkilendirilmek istendiğini anlatan Orgeneral Koşaner, Çukurca'nın Aktütün'e kuş uçuşu mesafesinin 60 kilometre olduğu, Aktütün'e yönelik bir eylem için emare teşkil etmesinin de söz konusu olmadığını bildirdi.

Orgeneral Koşaner, 2 Ekim tarihli bir başka duyumda, ''İsmi belirtilen bir terörist sorumluluğunda 32 teröristin füze ve havanlarla Hakkari'nin Karanlıkdağ bölgesinde mevzi hazırlığında olduğunun'' belirtildiğini ifade ederek, bu bölgenin de Aktütün'e kuş uçuşu mesafesinin 88 kilometre olduğunu, Aktütün saldırısına emare kabul edilemeyeceğini söyledi. 2 Ekim 2008 tarihli diğer bir duyumda da ''Sayıları 40-45 arasındaki teröristin Hakkari'nin Şemdinli kırsalında ve köylerde oldukları, kamu kurumlarına, koruculara, konvoylara, polislere ve izne giden gelen askerlere eylem yapacakları''nın belirtildiğini ifade eden Orgeneral Koşaner, bu haberlerin de Aktütün olayıyla doğrudan bir ilgisinin bulunmadığını bildirdi.

Orgeneral Koşaner, ''Görüldüğü gibi basında 'istihbarat alındı' şeklinde yer alan haberlerin ve bunlara dayanılarak ileri sürülen iddiaların Aktütün olayı için emare teşkil edecek hiç bir yönü yoktur, iddialar doğru değildir'' dedi.



Aktütün'de konuşlu jandarma sınır bölüğünün, olay öncesinde Bayraktepe, Berçartepe ve bölük mevziinde olmak üzere üç ayrı yerde tertiplendiğini belirten Orgeneral Koşaner, Bayraktepe'nin hem bölük merkezi hem de Aktütün köyüne hakim bir tepe olduğundan, bölgenin yakından gözetlenmesini ve görerek ateş altına alınması amacıyla yaz başından itibaren tutulduğunu anlattı. Bayraktepe'nin aralarında yüz metre olan iki küçük ve kayalık tepeden oluştuğunu, bunlardan kuzeyde olana bir piyade kolunun, güneydekine ise bir jandarma kolunun görevlendirildiğini, personel mevcutlarının yeterli seviyede olduğunu anlatan Orgeneral Koşaner, şöyle konuştu:

''Bayraktepe'de bulundurulacak emniyet kuvvetinin gücü, arazinin yapısı, boyutları, mevzilenme imkanları, ateşle gözetleme sahaları, yaklaşma istikametleri, irtibat yolları ve karşılıklı yardımlaşma imkanları değerlendirilmek suretiyle belirlenmiştir. Taktik boyutlu olan bu değerlendirme araziyi bilen, orada görev yapan, birliğinin imkan ve kabiliyetleriyle personelini tanıyan, bilen bölgedeki komutanlar tarafından doğru olarak yapılmıştır. Daha fazla kuvvet daha fazla emniyet demek değildir. Belirttiğim değerlendirmeler yapılmadan, daha fazla kuvvetin tahsis edilmesi, mevzilerde hassasiyet yaratır, sevk ve idareyi güçleştirir, zayiatın da artmasına neden olur.

Bayraktepe'ye ayrıca personelin kendi silahlarına ilave olarak 2 adet makineli tüfek, 1 adet 81'lik, 1 adet 60'lık havan, bir adet termal kamera ve çeşitli gece görüş teçhizatı da verilmiştir. 2-3 Ekim gecesi ilk terörist görüntüleri tam gece yarısında Bayraktepe'nin batısında 3'er kişilik iki grup olarak alınmış, üzerlerine topçu ve havanlarla atış yapılmış ve görüntüler gözden kaybolmuştur. Birlik, muhtemel yaklaşma istikametlerine göre destek silahlarının ateş planlarını önceden tam ve doğru hazırlamış olduğundan süratle ateş açılmış ve hedefe isabet sağlandığı görülmüştür. Müteakiben, saat 01.15 sularında güneybatı istikametinde 3 kişilik, saat 03.10'da batı istikametinde 5 kişilik görüntüler alınmış, yine hazır olan topçu, havan ve makineli tüfeklerle ateş açılmış, görüntüler tekrar kaybolmuştur.

2. ve 3. Ordu bölgelerimizde sayıları bin civarında olan üs bölgeleri ve emniyet mevzilerimizin etrafında görüntü alma olayları hemen hemen her gün olmaktadır. Bu görüntülere derhal tepki gösterilmektedir. Görüntü alınan bölgeler, hava aydınlanınca uygun istikametler kullanılarak kontrol edilmekte, görüntülerin sebebi anlaşılmaya çalışılmaktadır. Aktütün Jandarma Sınır Bölük Komutanı tarafından da yapılan değerlendirmede, bölgede birkaç yerden alınan görüntülerden şüphelenilmiş ve 3 Ekim sabahı, Bayraktepe emniyet mevzileri merkezde bulunan Jandarma Özel Harekat Timi (JÖH) ile takviye edilerek, görüntü alınan bir bölgenin aranmasına karar verilmiştir. Gece 03.10'da alınan görüntüden itibaren bölge dikkatle gözetlenmesine rağmen başka bir görüntü alınamamıştır.''


-BAYRAKTEPE VE ÇEVRESİNDEKİ ÇATIŞMALAR-


Orgeneral Koşaner, İnsansız Hava Aracı'nın (İHA) da sabah saat 07.54'ten itibaren Irak topraklarında ve Keritepe'de ilk terörist görüntülerini tespit ettiğini ve izlenmeye alındığını bildirdi. Bayraktepe'ye intikal eden timin bir unsurunun emniyet alarak kuzeydeki kayalık tepecikten gece görüntü alınan bir bölgeyi saat 12.00 civarında keşfe çıktığını anlatan Orgeneral Koşaner, keşfe giden timin saat 13.04 sıralarında aldığı bir görüntüye ateş açması üzerine bölgede gizlenmiş teröristlerle çatışmaya girdiğini, aynı anda Bayraktepe ve Berçartepe'ye yoğun terörist ateşinin başladığını kaydetti.

Keşfe giden JÖH timinin çatışmaya girmesi üzerine, teröristlerin muhtemelen planlarının açığa çıktığını düşünerek, eylemi planladıklarından önce başlatmak mecburiyetinde kaldıklarını ifade eden Orgeneral Koşaner, saat 13.04'te çatışmanın başlamasıyla önceden planlı olan destek ateşlerinin derhal açıldığını, görülebilen hedeflerin ateş altına alındığını söyledi. Bu arada Irak topraklarında 17,5 kilometre mesafedeki Keritepe'deki teröristleri izlemekte olan İHA'nın, Aktütün bölgesine yönlendirildiğini, ayrıca silahlı helikopter desteği için talepte bulunulduğunu ifade eden Orgeneral Koşaner, İHA'nın saat 13.58'de çatışma bölgesine geldiğini, görüntü aktarmaya başladığını ve saat 16.10'a kadar bölgeyi izlediğini belirtti. Bu süre zarfında bölgedeki yoğun topçu ve havan atışları nedeniyle İHA'nın atışlardan etkilenmemesi için çatışma bölgesine emniyetli mesafede kalarak görüntü aktardığını dile getiren Orgeneral Koşaner, mesafenin uzaklığı nedeniyle de bu sürede sağlıklı görüntü alınamadığını söyledi.

İlk taarruz helikopter grubunun saat 14.35'te bölgeye ulaştığını ve ateş desteği sağlamaya başladığını vurgulayan Orgeneral Koşaner, Bayraktepe'de sağlanan ateş desteğiyle mevzilerin savunulmaya devam edildiğini, teröristlerin yoğun roket atışları nedeniyle zayiat verildiğini, bazı mevzilerin hasar gördüğünü anlattı.

Orgeneral Koşaner, ateş desteği altında ilerleyen teröristlerin Bayraktepe'nin kuzey tepeciğindeki bazı mevzilere ulaştığını, buralarda şiddetli çatışmalar meydana geldiğini, ancak bölgedeki piyade ve JÖH timi unsurlarınca bulundukları yerlerde etkisiz hale getirildiklerini belirtti. Orgeneral Koşaner, Irak'ın kuzeyindeki Keritepe'deki teröristlerin ise saat 16.58'de iki F-16 tarafından etkisiz hale getirildiğini bildirdi. Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı'nın bölgeyi takviye için hazırlık emrini verdiği JÖH bölüğünün talimnamelerde yer alan standartlara uygun olarak jandarma sınır bölüğü merkezine helikopterle indiğini, derhal tertibat alarak Bayraktepe'ye ateş altında ilerlemeye başladığını ve saat 19.58'de tepeye ulaştığını ifade eden Orgeneral Koşaner, diğer bir komando bölüğünün de JÖH bölüğünü müteakip Berçartepe bölgesine indirildiğini anlattı. Terörist atışlarının aralıklarla saat 20.19'a kadar devam ettiğini, teröristlerin kaçış yollarının topçu ve havanlarla etkili bir şekilde ateş altına alındığını vurgulayan Orgeneral Koşaner, mevzilerin içinde ve civarında 9 terörist cesedinin bulunduğunu, girilmesi tehlikeli olan yakın bir bölgede 3 terörist cesedinin görüldüğünü, uzak bölgelerde ise 11 cesedin daha tespit edildiğini bildirdi.


-''BAYRAKTEPE TERÖRİSTLERE TERK EDİLMEMİŞTİR''-


Orgeneral Koşaner, şöyle konuştu:

''Sonuç olarak, Bayraktepe'de görevli birlikler vazifelerini üstün bir cesaret ve feragatla yerine getirerek, canları ve kanları pahasına mevzilerini savunmuşlardır. Teröristler her zaman yaptıkları gibi mevzi bölgesi yakınındaki ölülerini alıp götürmeye imkan bulamamışlardır. Bayraktepe teröristlere terk edilmemiştir.

Eylem öncesinde Bayraktepe ve diğer bölgelere kuvvet tahsisi, mevzilenme, mevzilerin hazırlanması, engellerin tesisi, ateş planları, sevk ve idare askeri esas ve tekniklere uygun şekilde yapılmıştır. Havan ve topçu atışları önceden uygun hedef bölgelerine planlanmış, atış esasları belirlenmiş, çatışmanın başlamasını müteakip hedefler süratle ateş altına alınmıştır. Ateş kaydırmaları ve tanzimler uygun şekilde yapılmıştır. 2-3 Ekim 2008 gecesi Bayraktepe çevresinde alınan görüntüler nedeniyle ve doğru bir kararla 3 Ekim sabahı Bayraktepe bir JÖH timiyle takviye edilmiş ve alınan görüntülerin aydınlığa kavuşturulması için keşif yapmak üzere görevlendirilmiştir. Taarruz helikopterlerinin bölgede görevlendirilmesi için zamanında üs komutanlığa talepte bulunulmuş ve helikopterler belirlenen standartlar içinde hazır olarak saat 14.35'te ateş desteğini sağlayacak şekilde çatışma bölgesinde olmuşlardır. Helikopterler, yerde bulunan görevli personel tarafından talimatlara uygun şekilde hedeflerine yönlendirilmişlerdir. Üs komutanlık tarafından bölgenin takviyesi, zamanında düşünülerek ihtiyat birliklerine zamanında hazırlık emri verilmiş, zaman geçirilmeden birlikler terörist ateşi altında risk alınarak Aktütün bölgesine indirilmişlerdir. Çatışmalar esnasında Bayraktepe'de bulunan 6 lider konumundaki personelin biri şehit olmuş, 4'ü yaralanmıştır. Bu elbette önemli bir durumdur. Buna rağmen görevi devralan diğer personel sayesinde önemli bir aksaklık yaşanmamıştır.

Bayraktepe'ye yapılan bu terörist eylemin bölücü terör örgütü açısından adeta bir intihar saldırısı olduğu görülmüştür. Olayın her safhası incelendiğinde, tertiplenmenin ve uygulamanın askeri teknik ve taktiğe uygun olduğu görülmektedir.''

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşaner, 2. Ordu Komutanlığınca Aktütün Jandarma Sınır Karakolu'na yönelik saldırı kapsamında yürütülen soruşturma sonucunda, herhangi bir eksiklik ve aksaklığın saptanmadığını söyledi.

Orgeneral Koşaner, Genelkurmay Başkanlığı'nda düzenlenen basın toplantısında, TSK'nın sınırların ve bölgede yaşayan halkın güvenliğini sağlamak ve ülke içinde alan kontrolünü elde tutmak amacıyla teröristlere karşı mücadelesini 25 yıldır büyük bir azim ve kararlılıkla sürdürdüğünü ve sürdürmeye devam edeceğini belirtti.

Orgeneral Koşaner, şöyle konuştu:

''Bu mücadelesini Bayraktepe gibi yaklaşık bin müstakil noktada gece ve gündüz demeden, 365 gün 24 saat, terör tehdidi altında, en zor coğrafi şartlarda ve öncelikle kırsal alanda yürütmektedir. Bu şekilde kırsal alanda yürütülmekte olan teröre karşı mücadelenin dünyada bir başka örneği daha yoktur. 25 yıldır süren bir mücadelede terör örgütünün yaklaşık 50 bin civarında elemanını kaybettiği bilinmektedir. Bu terörle mücadele tarihinde güvenlik kuvvetleri tarafından elde edilen büyük bir başarıdır. Bu derece ağır sorumluluğu yüklenen birliklerimizin morallerinin en üst seviyede tutulması ve görevlerini strese girmeden yürütebilmeleri, bizim için hayati öneme haizdir.

Bayraktepe olayı gibi özellikle taktik seviyede meydana gelen olayların değerlendirmesi, ancak görev başında bulunan askerler tarafından doğru şekilde yapılabilir. Çünkü onlar araziyi ve olayın oluş şeklini doğru olarak bilebilirler. Bu hususları bilmeden yapılan değerlendirmeler, yanlış sonuçlar ve etkiler doğurabilir.

Teröre karşı yürütülen mücadele bir psikolojik savaştır, bu mücadelede bir süreçtir. Bu süreç içerisinde vuku bulan şiddetli bir terör eylemi, hiçbir zaman örgütün etkinliğinin göstergesi olamaz ve böyle değerlendirilemez. Terör tehdidiyle karşı karşıya olan ülkelerde bazı zamanlarda önemli terör olayları yaşanabilir. Bu olaylar sağduyulu ve soğukkanlı olarak değerlendirilmelidir. Bir olayın ülkeyi ve toplumu sarsacak boyutlara taşınması esasen terör örgütünün isteğidir. Zor ve acılı bir süreç olan terörle mücadelede karamsarlığa asla yer yoktur. Bütün güvenlik güçlerimiz görevlerinin başındadır. Ve bu mücadeleyi aynı azim ve kararlılıkla sürdürmeye devam edecektir.

İnsansız Hava Aracı (İHA) görüntülerinin yetkisiz ellere nasıl geçtiği konusu Genelkurmay Askeri Savcılığımız tarafından dikkatle soruşturulmaktadır. Soruşturma henüz sonuçlanmamıştır. Gizli gizlilik dereceli harekat durum raporlarının dağıtıldığı bir çok adresin hangisinden sızdığı veya sızdırıldığı konusu da dikkatle sorgulanmaktadır. Benzer olayların tekrarını önleyecek tedbirler alınmış ve alınmaya devam edilmektedir.''


-SORULAR-


Orgeneral Koşaner, açıklamalarının ardından gazetecilerin sorularını yanıtladı.

''Aktütün bölgesindeki görüntülerin alındığı insansız hava aracının Türkiye'ye mi ait olduğu yoksa istihbarat paylaşımı kapsamında ABD'den mi alındığı?'' sorusu üzerine Orgeneral Koşaner, ''Gece alınan görüntüler atış yapıldıktan sonra en son saat 03.10'da alındı. Bundan sonra bölge tabi devamlı izlendi. ertesi gün öğlene kadar hiçbir görüntü alınmadığını söyledim. Irak toprakları üzerinde bizim İHA'mız uçmuyor. ABD'den istihbarat paylaşımı ile alıyoruz'' dedi.

''2. Ordu Komutanlığı'nca yürütülen soruşturma kapsamında herhangi bir eksik saptandı mı?'' sorusuna, Orgeneral Koşaner, ''Zaten incelememizin amacı buydu. Herhangi bir aksaklık ve eksiklik olmadığını izah ettim. Olsa zaten söyleyecektim. Herhangi bir eksiklik saptanmadı'' karşılığını verdi.

İHA'lara ilişkin bir başka soruyu yanıtlarken Orgeneral Koşaner, İHA'ların seyir rotasının uçağın hafızasına yüklendiği şeklindeki iddiaların kesinlikle doğru olmadığını, İHA'yı yönlendirmenin kendilerinin elinde olduğunu söyledi. Orgeneral Koşaner, ''Biz karşı tarafa söylediğimizde, biz istediğimiz yere İHA'yı yönlendirebiliriz'' dedi.

Basın organlarında yer alan görüntülerin nereden sızdığı konusunun adli makamlara intikal ettiğini anımsatan Orgeneral Koşaner, ''Bizim bir bilgimiz yoktur. Bekliyoruz, inşallah ortaya çıkacaktır. Adli süreç devam ediyor. O konuda birşey söyleme durumunda değilim'' şeklinde konuştu.

Orgeneral Koşaner, bir başka soruyu yanıtlarken ABD'ye ait bir İHA'nın tamamen Türkiye'ye tahsis edildiğini bugünlerde ikincisinin de devreye girmek üzere olduğunu bildirdi. Orgeneral Koşaner, bu uçakların belli bir uçuş zamanı olduğunu bu uçuş süresinde Türkiye'nin istediği bölgeye yönlendirilebildiğini söyledi. Bu görüntülerinin ABD tarafından sadece Genelkurmay'a mı verildiği yoksa başka kurumlara da verilip verilmediğine ilişkin soruyu da yanıtlarken Orgeneral Koşaner, görüntünün Genelkurmay Başkanlığı'na geldiğini, görüntünün ilgili bölgedeki birliğe de gönderildiğini, başka kurumlara gönderilmediğini anlattı.


-''HER YERİ HER DAKİKA GÖRMEK MÜMKÜN DEĞİL''-


Orgeneral Koşaner, ABD'nin söz konusu görüntüleri bir başka yere aktarıp aktarmadığı sorusunu da ''ABD'nin görüntüleri bizden başka nereye aktarıp aktarmadığını biz bilemeyiz. Görüntü kendi görüntüsüdür, bilemeyiz. Ancak bize anlık istihbarat dediğimiz görüntüyü aktarmaktadır'' şeklinde yanıtladı.

Bölgenin çok derin ve sarp arazilerden oluştuğunu, İHA da olsa başka gözetleme vasıtası da olsa her yeri her dakika görmenin mümkün olmadığını belirten Orgeneral Koşaner, doğru yerde doğru zamanda uçak gezdirilirse o zaman görüntünün alınabileceğini söyledi.

Bayraktepe'deki saldırıyı düzenleyen terörist sayısına ilişkin bir tahminleri olup olmadığı sorusu üzerine Orgeneral Koşaner, sayısı konusunda çeşitli rakamlar söylendiğini böyle bir ortamda tek tek şahıs saymanın mümkün olmadığını belirterek, ''150 civarı olduğunu tahmin ediyoruz. Fakat tahmindir, kesin rakam asla mümkün değildir. Bir değerlendirmedir, tahmindir'' yanıtını verdi.

Orgeneral Koşaner, ''Mevzilerini canları pahasına savunan personelin ödüllendirilmesi olacak mı?'' sorusunu yanıtlarken, ''Değerlendiriyoruz. Daha çoğu personelimiz yaralı biliyorsunuz, iyileşmelerini bekliyoruz. Gereken yapılacaktır'' dedi.

''Teröristlerin havan gibi ağır silahlarca saldıracağı istihbaratı alınmış mıydı?'' sorusunu da yanıtlayan Orgeneral Koşaner, şöyle konuştu:

''İstihbarat başka şey haber başka şey. Haber, duyum, sağdan, soldan aracılardan, köylülerden, gidip gelenlerden bir çok şey duyuyoruz. Bunların doğru olma ihtimali bazen çok az bazen doğruya yakın olabiliyor. Buna benzer bilgiler her gün çok miktarda bizlere gelmektedir. Bazen yanıltmak için bazen dikkatimizi başka yöne çekmek için bu tür duyumlar yayılabilmektedir. Bu durumun farkındayız. Her duyum doğru demek değildir, teyidi gerekir. Bunlar çok sık aldığımız duyumlardır, duyum istihbarat değildir. Doğrularsak istihbarat olur.''


-''İSTİHBARAT RAPORLARIMIZ PEK ÇOK ADRESE DAĞITILIYOR''-


İstihbarat bilgilerinin nerelere dağıtıldığı sorusunu Orgeneral Koşaner, ''İstihbaratla ilgili duyumlar tabi ki güvenlikle görevli tüm kuvvetler arasında paylaşılır. Bizim istihbarat raporlarımız pek çok adrese dağıtılmaktadır. Pek çok adresten hangisinden sızdığı hakkında araştırmamız devam etmektedir. Raporda yazılı bilginin ilgilendirdiği her makama yayımlanır. Emniyete mahalli olarak verilir. O da bize verir. İstihbarat tabi paylaşılacaktır, bunda bir şey yok, normaldir'' diye yanıtladı.

Orgeneral Koşaner, bir başka soru üzerine, İHA'ya ait görüntüyü başka bir ülkenin teknik olarak alıp almadığını bilemeyeceğini söyledi. ABD'nin bu konuda bir soruşturma açıp açmadığı sorusu üzerine de Orgeneral Koşaner, ''Biz önce kendi soruşturmamızı yapıyoruz. Sonucuna göre gerekli adım atılır. Biz daha soruşturmamızı bitirmiş değiliz'' dedi.

ABD'ye bu konuda bir rahatsızlığın yansıtılıp yansıtılmadığı sorusuna ilişkin olarak da Orgeneral Koşaner, ''Zannetmiyorum ve ben bilmiyorum böyle bir rahatsızlığın yansıtıldığını. Benim bilgim dahilinde değil'' karşılığını verdi.

''Aktütün saldırısı öncesinde Emniyet ve MİT tarafından Genelkurmay'a böyle bir saldırının yapılacağı yönünde bir rapordan söz ediliyor. Doğru mu?'' sorusu üzerine Orgeneral Koşaner, ''Böyle bir raporu bir gazete yazdı. Ama ben böyle bir rapor görmedim. Basın her şeyi yazabilir ama bildiğim böyle bir şey yok. Bizim saklı gizlimiz yok. Olanların hepsini burada ortaya koyduk. Öyle bir rapordan bilgim yok. Bize gelen öyle bir şey yok'' şeklinde konuştu.


-''GİZLİLİK SAĞLAYAN İSTİKAMETTEN GELMİŞ OLDUKLARINI DEĞERLENDİRİYORUZ''-


Orgeneral Koşaner, en çok ''Bayraktepe'de bir istihbarat zafiyeti var mı?'' sorusunun kendilerine yöneltildiğini belirterek, şöyle konuştu:

''O bölgedeki coğrafi yapıyı dikkate aldığınız zaman herhangi bir tepede durarak veya herhangi bir yüksek yere çıkarak dürbününüzü, gece görüş teçhizatınızı koyarak tüm bölgeyi görmeniz, gözetlemeniz mümkün değildir. Her tepenin üzerine de birlik koymak mümkün olmadığına göre sadece emniyet mevzilerimizdeki imkanlarımızla görebildiğimiz sahayla sınırlıdır. Birbiri arkasında pek çok dereler, tepeler, derin vadiler, ağaçlık kesimler, kayalık kısımlar vardır. Bunun için Aktütün, Bayraktepe ve benzeri yerlerde gözetleme imkanı bulunduğunuz yerden görebildiğiniz sahayla sınırlıdır. Bir diğer imkan da insansız hava aracıdır.

Bu bölgede devamlı duyum alınıyor, halen de alınıyor. İHA, alınan duyumların genel istikametine göre bölgede kullanılır. Göremediğimiz yerdeki istihbaratı, bilgileri almamız o şekilde sağlanmaya çalışılır. Bu olaydan önce de Aktütün'den Dağlıca'ya, güneye Yeşilova karakoluna kadar bölgelerde İHA önceki günlerde dolaştırılmış, ancak herhangi bir görüntü alınmamıştır. Bunun için bir mevzi bölgesine yaklaşan göremediğimiz vadilerden, sırt gerilerinden, ormanlardan sızarak yakınlara kadar yaklaşma imkanları pek çok bölgemizde vardır. Bu bölgeye sızan teröristlerin muhtemelen böyle örtülü gizlilik sağlayan istikametlerden gelmiş olduklarını değerlendiriyoruz.''


-''GÖRÜNTÜLERİN ANLIK AKTARIMI SÖZ KONUSU DEĞİL''-


Orgeneral Koşaner, Irak toprakları üzerinde İHA görüntülerinin anlık istihbarat anlaşması çerçevesinde ABD tarafından aktarıldığını belirterek, bu görüntü aktarımının az da olsa bir süre aldığını, anlık aktarmanın söz konusu olamadığını söyledi. Orgeneral Koşaner, şöyle konuştu:

''Kendi kanallarından geçtikten sonra Genelkurmay Başkanlığımıza devredilmekte, bizim kanallarımızdan da görüntünün ilgili olduğu birliklere aktarılarak kullanılması sağlanmaktadır. Bir noktayı 20 dakika izlemişseniz, 20 dakikanın başında aldığınız görüntü tabi ki bize o kadar süre sonra gelmiş olacaktır. 20 dakikalık paket gidecek, bir yerden bize gelecek. Görüntü 20 dakika eski olacaktır. İzleme süresi kadar eski olacaktır, çünkü direk aktarma değildir.''

Bir gazetecinin son dönemde terör eylemlerinin arttığını ifade etmesi üzerine Orgeneral Koşaner, şunları söyledi:

''Yapılan bu eylem terör örgütü açısından kesinlikle başarı değildir. Kendi kanallarından, telsiz konuşmalarından ve istihbarat raporlarından anladığımız kadarıyla büyük miktarda zayiatları vardır. Başarısızlıklarından dolayı birbirlerini suçlamaktadırlar, övünülecek bir tarafları yoktur.

Silahlı Kuvvetlerimiz de kendisine verilen vazifeyi yerine getirmiştir. Aktütün karakolumuzu ve Aktütün köyümüzde yaşayan insanlarımızı teröristlerin direkt ateşinden korumuştur. Mevzilerine teröristlerin girmesine müsaade etmemiştir, terk etmemiştir görevini yapmıştır.

Eğer basınımız daha sağduyulu ve dikkatli davranırsa, kamuoyumuzu yanlış yönlendirmezse, terörist örgütün arzu ettiği şeyleri yapmaktan imtina ederse, gerçekler daha iyi ortaya çıkar.''




AA

Devamını BURADAN okuyun...>>>



Snap Shots

Get Free Shots from Snap.com
 
^

Powered by BloggerAK Medya Haber Yorum Analiz by UsuárioCompulsivo
original Washed Denim by Darren Delaye
Creative Commons License