26.11.09

HER KOMUTANLIKTA BİR DARBE

Her komutanlıkta bir darbe planı

Hava Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde, emperyalistler ve cumhuriyet karşıtlarıyla mücadele etmek için oluşturulan "Karargâh Evleri".
Deniz Kuvvetlerinde, gayrimüslimleri öldürüp, suçu Müslümanların üzerine atmak üzere teşkilâtlanan "Kafes Cuntası".
Jandarma'da, Şener Eruygur döneminde kurulan ve herkesi fişleyen "Cumhuriyet Çalışma Grubu..." Darbe yapmak için hazırlanan "Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven" planları.
Genelkurmay Karargâhı'nda, "Bilgi Destek Planı, Lahikası ve Harekât Planı" (Amaç, düzmece haberler, sonuçları önceden belirlenen kamuoyu araştırmaları, düşman sivil toplum örgütlerinin itibarsızlaştırılması vs); o çok tartışılan Albay Dursun Çiçek imzalı "İrtica ile Mücadele Eylem Planı" (AK Parti'nin ve Fethullah Gülen hareketinin tehlikesini anlatmak üzere gerçekleştirilecek bir dizi psikolojik harekât.) Özden Örnek'e ait günlükler, Jandarma İstihbarat Daire Başkanı Levent Ersöz'ün gerçekleştirdiği dinleme kayıtları, Koç Müzesi'nde denizaltının santraline yerleştirilen TNT kalıbı ve ateşleyici fişekler, Sapanca'da Mustafa Dönmez'in evinde ele geçirilen 22 adet el bombası, 6 adet tabanca, Kalaşnikof mermisi, şarjörü, çok sayıda mermi, 3 adet el dürbünü, bir tane de makineli tüfek ile Zir Vadisi'ndeki gömülü silâhların yerini gösteren iki kroki, Zir Vadisi'nde ve Poyrazköy'de toprak altından çıkan lav silâhları, mühimmat, patlayıcılar vs...
Ergenekon davasının açılmasını ateşleyen Ümraniye'deki bombalardan, Danıştay baskınından, Eskişehir'de Fikret Emek'e ait evde ele geçirilen mühimmattan söz etmiyorum bile.
Ortada böyle korkunç bir tablo var. İşte Silivri'deki 13. Ağır Ceza Mahkemesi, bu tabloyu aydınlatmaya çalışırken, aslında, Türkiyemizin darbe alışkanlığından kurtulması yolunda adımlar atılıyor.
Türkiye'nin genetik kodlarının farkında olan ve demokrasimizi askeri vesayetten kurtarmak isteyen herkes, Ergenekon davasının önemini idrak ediyor.


NAZLI ILICAK 26 KASIM 2009 SABAH GAZETE

Devamını BURADAN okuyun...>>>

25.11.09

KAFESTEKİ MEDYA

Kafesteki medya

Medyadaki bazı kalemler huzursuzlanmaya başlayarak, “Kafes haberini ister veririm ister vermem, sana ne” demeye başladılar.

O kadar basit olduğunu sanmıyorum.

Çünkü cevabını bulmamız gereken temel bir soru var.

Türkiye’deki darbelerde ve cuntacılık faaliyetlerinde “medyanın” rolü ne?

Bu sorunun cevabını bulmak, Türkiye’nin kilidini çözmek anlamına gelecek.

Medya darbelere yardım etti mi, etmedi mi?

Darbeciler medyadan destek gördü mü, görmedi mi?

Medyanın desteği olmasaydı 28 Şubat olur muydu?

28 Şubat döneminde Taraf gibi bir gazete olsaydı, cuntacılar 28 Şubat’ı gerçekleştirebilirler miydi?

Eğer o günlerde Taraf gibi bir gazete olsaydı Aczmendiler, Fadime Şahin, andıçlar meselesi derinliğine incelenir miydi, incelenmez miydi?

Darbecilerin, cuntacıların medyayla ilişkileri neler?Medya, darbecilerle cuntacılara ait bazı gerçekleri saklıyor mu?

Şimdi, o korkunç Kafes planının birçok gazetenin görmezden gelişine bir de bu soruların ışığında bakmak gerek.

Medyanın hangi haberleri yayınlayıp yayınlamadığı, bütün ülkenin kaderini belirliyor.

Eğer gazeteler, cuntacılara ait haberleri saklıyor ve “cuntacıların” istediği haberleri büyütüyorsa, “medyanın” bu ülkenin en büyük sorunlarından biri olduğu ortaya çıkar.

Eğer bu ülkede darbelerin ve cuntaların üstüne gitmek, onları hayatımızdan çıkarmak istiyorsak, projektörleri önce medyanın üstüne çevirmeliyiz.

Medyanın desteğine güvenmeden hiç kimse cunta kuramaz, darbe hazırlığı yapamaz.

O darbelerin alt yapısını medya hazırlıyor çünkü, cuntaların ayak izlerini de gene aynı medya siliyor.

Kafes planındaki sessizlikleriyle bence çok kötü yakalandılar.

Bir gazete değil, iki gazete değil, üç gazete değil... Bunların hepsinin yöneticileri de mi Kafes planına “inanamadı”, Kafes planında bir haber değeri görmedi?

Bütün ülkeyi altüst edecek, çocukları öldürecek bir cuntadan bahsediyoruz.

O cuntanın üyeleri olduğu söylenen insanlar hâlâ görevde.

Dünyanın hangi ülkesinde televizyonlarla gazeteler bunu görmezden gelebilir?

Poyrazköy’den çıkan “silahları” nasıl izah edeceksiniz, Koç Müzesi’nde bulunan bomba için ne diyeceksiniz?

Biz gazeteci olarak bunlar ilginizi çekmiyor mu?

Bütün dünyadaki gazetelerin ve gazetecilerin ilgisini çekecek bir haber Türkiye’de bazı gazetelerin “ortak ilgisizliği” ile karşılanıyorsa bunun nedenini merak etmek bu ülkede yaşayan herkesin hakkıdır.

Kafes planı, bir cinayet ya da yolsuzluk haberi değil, bütün ülkenin geleceğini karartmayı, katliamlar gerçekleştirmeyi amaçlayan, bunun için silahlar hazırlayan, hazırladığı silahların önemli kısmı yakalanan bir cuntanın operasyon planı bu.

O cuntanın planında adı geçen insanlar hâlâ görevde.

Üstelik daha da beteri, o cuntaya ait olduğu söylenen silahlar bulunduğunda Genelkurmay Başkanı bir açıklama yaparak bu silahları “boru” diye niteleyip ve bunların TSK’ya ait olmadığını söylemişti.

O “boruların” orduya ait olduğu bir hafta içinde anlaşıldı.

Genelkurmay Başkanı’nın bilerek yalan söylediğini sanmıyorum, demek ki Genelkurmay Başkanı’nı bile kandırabilecek, ona yalan söyletebilecek bir güçten bahsediyoruz.

Böyle bir güç medyanın ilgisini çekmez mi?

“Sessiz medyanın” içindeki dürüst kalemler de yazılar yazıyorlar, kendi mesleki namuslarının gereğini yerine getiriyorlar, bu planla ilgilenilmesi gerektiğini söylüyorlar.

Medyanın bu “işlerdeki” rolünü açıkça görmeliyiz.

Bu işin “manivelası” medya.

Bütün televizyonları ve gazeteleriyle bu medyanın verdiği ve vermediği haberlere bakın.

Dünyanın bütün ülkelerinde haber olacak “haberleri” vermeyen gazetelerle televizyonlar varsa onlardan şüphe edin.

Onlara hep birlikte “cunta haberlerini neden saklıyorsunuz” diye de sorun.

Hrant Dink’i “birkaç varoş çocuğunun öldürdüğüne”, Danıştay cinayetini bir “dincinin” işlediğine o kadar çabuk ve o kadar rahat inanıyorlar da, iş, üstelik de belgeleriyle ortaya çıkan bir “cuntaya” gelince “inanmakta” neden böyle büyük bir zorluk çekiyorlar?

Bu medya, televizyonları ve gazeteleriyle gerçekleri halkından gizliyor.

Medyanın dürüst insanları bu oyunu bozacak, bu oyun bozulduğunda bu ülkede cuntacılık bitecek, buna emin olun.

Medya dürüst ve demokrat olduğunda, kimse “faili meçhullerle” adam öldüremez, devletin içinde gizli çeteler kuramaz, hukuku çiğneyemez, cunta kuramaz.

Medyanın “suç ortaklığını” üstlenmediği bir ülke “temiz” bir ülke olur.

O “temizliği” istemek de bizim en doğal hakkımız.

Ahmet Altan - 25.11.2009 taraf

Devamını BURADAN okuyun...>>>

24.11.09

SÖZ KONUSU HABERSE...

Haber ise söz konusu olan, gerisi teferruattır!

Evet aynen öyle, söz konusu olan haber ise, gerisi teferruattır!
Biz gazeteciyiz çünkü.
Bizim işimiz haberle.
Biz memleket yönetmiyoruz.
Biz haberle uğraşıyoruz.
Yazın bunu bir kenara.
Gazeteci milleti haberle haşır neşirdir, haberden korkmaz. Haberden korkan gazeteci olmaz.
Geçen hafta Taraf gazetesinde patlayan ve Mart 2009 tarihini taşıyan Kafes Eylem Planı(*) haberi sapına kadar haberdir.
Asker içindeki cuntalaşmayı korkunç planlarıyla birlikte ele veren çarpıcı bir haber... Yöneticileri arasında ‘üç paşa’nın ve üst rütbeli bazı subayların bulunduğu gizli bir örgütlenmeyi açığa çıkaran bir haber...
Bu haber elbette manşete çıkar, elbette işlenir, elbette yorumlanır.
Başka nasıl haber olsun ki?
Bomba bulunuyor.
Nerede?
Koç Müzesi’nde.
Neden konuyor bomba?
Müzedeki denizaltıyı gezecek olan çocukları havaya uçurmak için...Niye böyle bir katliam?
“İrtica geliyor!” diye, “Laiklik elden gidiyor!” diye ayağa kaldırmak için bütün Türkiye’yi...
Poyrazköy’de, cuntaya ait krokilerde işaretlenmiş yerlerde, toprağın altından cephanelik çıkıyor, bomba çıkıyor.
Niçin?
Türkiye’yi karıştırmak, istikrarsızlaştırmak için... Gayrimüslimlere yönelik suikast ve korkutma eylemleriyle birlikte “İrtica ayaklandı!” çığlıklarıyla Türkiye’de bir darbe ortamı oluşturmak için...
Geçmişte de yaşandı.
Örneğin eline bomba verildi, gidip Cumhuriyet gazetesine attı. Aynı kişinin eline tabanca tutuşturuldu, gidip kanlı Danıştay baskınını düzenledi.
Sonra ne oldu?
“Laiklik elden gidiyor, irtica geliyor!” diye insanlar sokağa dökülmedi mi?.. ‘Cumhuriyet mitingleri’ne giden yol böyle açılmadı mı?..
Kafes Eylem Planı’nında, aralarında üç amiralin de bulunduğu, çoğunluğu denizcilerden oluşan 41 askerin adı var. Bunlardan 7’si Ergenekon soruşturması kapsamında sivil mahkemeler tarafından tutuklanmış durumda.
Peki, diğerlerine ne oldu?
Anlaşılan onlara dokunulmuş değil. Genelkurmay, Kafes Eylem Planı’nın adı geçen askerlere dokunmuyor ama Taraf hakkında suç duyurusu yapabiliyor.
Olabilir.
Şaşırtıcı sayılmaz.
Şaşırtıcı olan, Kod Adı Kafes isimli bu kadar çarpıcı bir haberin kamuoyunu allak bullak etmemiş olmasıdır.
Niçin susuyoruz?..
Bu ülkenin çocuklarını hedef alan, bu ülkenin gayrimüslim vatandaşlarını hedef alan, suikast ve cinayet planlarıyla, psikolojik harekatlarla, kara yalanlarla, andıçlarla, dezenformasyonla Türkiye’yi karıştırarak, istikrarsızlaştırarak darbe ortamı oluşturmak isteyen planlar karşısında niçin susuyoruz, neden çekiniyoruz, neyin yanında duruyoruz?
Yazık!
Yoksa farkında değil miyiz?
Bazı duvarlar yıkılıyor.
Türkiye büyük bir değişim sürecinin içine girmiş durumda. Bütün kıvrantılar bundan kaynaklanıyor.
Büyük değişim süreçleri her zaman yaşanırken, böylesine değişimlerin içindeyken farkına varılmaz.
Kürt açılımı...
Alevi açılımı...
Ermeni açılımı...
Askerin demokrasi içinde olağan yerine oturması, bir başka deyişle askerin de hukukun içine çekilmesi...
Bütün bunlar, Türkiye’nin paçasından çeken bazı sorunların çözüm rayına oturmasıyla ilgilidir.
Türkiye gerçekten ‘çağdaş uygarlığı’n gerisinde kalmayacaksa, Türkiye gerçekten ileri Batı demokrasilerindeki gibi bir demokratik hukuk devleti olacaksa, o zaman bütün bu duvarların yerle bir olması şarttır.
Bu süreç başladı.
Korkmayın.
Hiç olmazsa habere girin!
Ayağınıza gelen topa yapıştırın voleyi, ıskalamayın.
Biz gazeteciyiz.
Söz konusu olan haber ise gerisi teferruattır!

Hasan Cemal
Milliyet Gazetesi 24,11,2009

Devamını BURADAN okuyun...>>>

23.11.09

DİNLEME YADA ALBAY H.A.

Dinleme ya da Albay H.A.?

Dünkü yazım şöyle bitiyordu: “İnsanın vicdanı. Toplumun vicdanı. Gayrimüslimleri yok etmeye kalkan bir cuntaya karşı toplumsal vicdan aranırken, ben de Funda ve arkadaşları için dua ediyor, doğanın vicdanından medet umuyordum...”

Neyse ki doğanın vicdanı duamı kabul etti ve Funda’yla arkadaşları kurtarıldı.

Şimdi cuntaya karşı yeniden toplumsal vicdanı aramaya devam edebiliriz...

***

Albay H.A., Jandarma İstihbarat eski Başkanı Levent Ersöz’le birlikte Jandarma İstihbarat Teknik Takip Daire Başkanlığı’nda görev yapmış...

Albay, zorunlu hizmetini tamamladıktan sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ayrılmış...

Emekli Albay, bu süreçte emekli Tuğgeneral Levent Ersöz’ün destek ve referansıyla özel bir GSM şirketinin telefon dinlemelerinin yapıldığı teknik takip biriminin başkanlığını üstlenmiş...

***

Dünkü Yeni Şafak Gazetesi’nde bu albayla ilgili ilginç iddialar vardı.

Bu iddialar şöyle sıralanabilir:1- Halen bulunduğu şirkette teknik takip görevi yapan H.A., Ergenekon sanıkları Eruygur ve Ersöz’le olan bağlantısını kesintisiz olarak sürdürüyormuş...

2- Evinde 2 bin 500 kişinin ses kaydı çıkan eski Jandarma İstihbarat Başkanı Levent Ersöz’ün bir GSM şirketinde teknik takip biriminin başına getirttiği emekli Albay H.A.’ya “özel görevler” vermiş...

3- Bunlardan biri, emekli Tuğgeneral Ersöz’ün “cep köstebeği” H.A. aracılığıyla temsilciliğini yaptığı Rus silah firmasının rakiplerini izlettirmekmiş...

Ersöz, TSK’dan emekli olduktan sonra Rusya’nın savunma sanayi alanındaki ürünlerini yurt dışına satışında tek yetkili firma olan Rosonboron Export’ta danışmanlık yapmaya başlamıştı.

Ersöz’ün Türkiye’de yöneticiliğini yaptığı Rosonboron Export, bir süre sonra “Mİ-26 Ağır Nakliye” helikopteri ihalesiyle yakından ilgilendi.

Bu süreçte Ergenekon sanığı Levent Ersöz, GSM şirketi yöneticisi H.A. ile ilişkilerini kullanarak Jandarma Genel Komutanlığı’nın ihaleleri başta olmak üzere silah ihalelerine giren rakip firmaları “teknik takibe” aldırtmış.

Ve iddialara göre, şantaj yapmak ve sonradan kullanılmak üzere bu firmalara ilişkin ticari sırlara ve mahrem bilgilere sahip olmuş.

4- Bir diğer iddia ise, emekli Albay H.A.’nın Jandarma İstihbarat’tan ayrılıp özel bir GSM şirketinin telefon dinlemelerle ilgili biriminin başına geçmesinden bir süre sonra en büyük medya kuruluşlarımızdan birinde telefon dinleme paniğinin yaşandığı...

Bu gazetenin Genel Yayın Yönetmeni’nin gazete yöneticileri ile yaptığı konuşmasının internet ortamına düşmesi üzerine gazetede geniş çaplı bir araştırma yaptırılmış...

Dinleme olayı tespit edilince de, gazete yöneticileri toplu olarak telefon hatlarını başka bir GSM şirketine kaydırmışlar.

5- Yeni Şafak, “bu ilginç bağlantıların” YARSAV eski Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun başvurusu ve Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz’ın kararı üzerine Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na yapılan baskının ardından ortaya çıktığını belirtmekte...

Ayrıca Eminağaoğlu’na “dinleniyorsun” tüyosunun yine özel GSM şirketinde görev yapan emekli Albay H.A. tarafından verildiği öğrenilmiş...

***

Ergenekon’u yakalamak isteyenlerle...

Ergenekon’u örtmek isteyenler arasındaki sert kavga devam ediyor.

“Dinleme” kavgası da bu çatışmanın yeni bir evresi... Yeni Şafak’ın dünkü manşet haberine taşıdığı iddialar bu nedenle ilgimi çekti.

Sizleri de haberdar etmek istedim.
MEHMET ALTAN STAR GAZETE

Devamını BURADAN okuyun...>>>

ÖLEN ALBAY'IN SIRRI

O albayın sırrı

Albay Belgütay Varımlı’nın ölümü, resmi kayıtlara “intihar” olarak geçti. Ama kamuoyu, bu ölümü şüpheli buldu.

Zihinlerde “cinayet” şüphesine yol açan temel neden, albayın Ergenekon sürecindeki rolü ve intiharın çok ağır bir günah olduğunu bilecek kadar inançlı olmasıydı.

Bakın devre arkadaşı emekli Yarbay Tevfik Diker ne diyor: “Onu Ergenekon öldürdü, TSK’da sırlara vakıftı, darbe planlarını biliyor, Hilmi Özkök’e anlatıyordu. Savcı Zekeriya Öz olaya el koysun.”

Albayla 1 yıl mesai arkadaşlığı yapan eski bir silah arkadaşından (H.İ.T) da mesaj aldım: “Sizden istirhamım, intihar süsü verilerek şüpheli bir şekilde ortadan kaldırılan Albay Belgütay Varımlı cinayetine eğilmeniz.”

Gerçekten, intihar değil, cinayet olabilir mi?

Komplo teorisi üretecek değilim. Birçok önemli ve kritik şahıs gibi albay da intihar edebilir, kazaya kurban gidebilir. Gerçek olan şudur, zihinleri bulandıran sorulara cevap bulmadan dosya kapatılırsa, "intihar” tespitine kimseyi inandıramazsınız.

Albayı tanıyalım

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral İlhami Erdil’e cezaevini yolunu açan, Ergenekon’un ortaya çıkarılmasında önemli rol oynayan, Özel Kuvvetler ve İstihbarat’ta önemli operasyonlara katılmış Albay Varımlı ile 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce telefonla tanıştım.

Vesile olan, devresi Tevfik Diker’di.

Gönlü, eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün Cumhurbaşkanlığındaydı. Hükümetin, Özkök’ü Çankaya’ya aday gösterilmesini istiyordu. Hatta bu konuda hükümetle bir temas kurulduğunu ve aday gösterilme ihtimalinin yüksek olduğunu söylüyordu.

Darbelere direnmiş ve demokrasiye sahip çıkmış bir generalin Cumhurbaşkanı seçilmesinde hiçbir beis görmediğimi, ancak hükümette böyle bir niyet beyanına rastlamadığımı ifade ettim. Ayrıca, tüm olumlu yanlarına rağmen asker kökenli olması nedeniyle konjonktürel olarak Özkök’ün şansının düşük olduğunu anlattım.

Sizi dinliyorlar

Aradan zaman geçti, köprünün altından epeyi sular aktı. Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı seçildi. Ergenekon süreci başladı.

Bir gün Albay aradı, dedi ki: “İstanbul’dayım. Sırf sizinle görüşmek için Ankara’ya geleceğim. Ne zaman müsait olursunuz?”

Randevulaştık, gazetedeki odamda buluştuk. Yüzünü ilk defa o zaman gördüm. Dikkatimi çeken husus, buluşuncaya kadar iki üç kez görüşme saatini değiştirmesi, farklı telefonlardan araması ve büroya gelene kadar sıkça araç değiştirmesiydi.

Oturur oturmaz, daha cümleye başlamadan el yazılı bir kağıt uzattı: “Takip ediliyorsun, telefonlarınız dinleniyor, telefon ve elektrik hatlarını kontrol ettir, dikkatli konuş.”

Sonra, görüşebileceğimiz başka bir oda olup olmadığını sordu. Büroda boş başka bir oda buldum, oraya geçtik. Bu esnada cep telefonlarını bıraktırdı, ceketimi çıkarttırdı, göz ucuyla dinleme cihazı olup olmadığını kontrol etti.

Hakkını helal etsin, itiraf etmeliyim, o an içimden şöyle geçti: “Nerden çattık bu deliye?”

Namaz kılıp ayrıldı

Fakat konuştukça, bond çantasındaki belgeleri çıkarıp anlattıkça, neden bu kadar ihtiyatlı olduğunu daha iyi anladım.

Çantasında ayrıca çok sayıda fotoğraf vardı. Kar maskeli katıldığı bazı operasyonlarda çekilmiş fotoğraflar dikkat çekiciydi. Temizlik görevlisi gibi çalıştığı bir cami avlusundaki sakallı ve elinde (saplı) süpürge bulunan fotoğraf, bunlar arasındaydı.

İlhami Erdil soruşturmasını nasıl başarıyla sonuçlandırdığını, Sarıkız darbe senaryosunu nasıl engellediğini, Hilmi Özkök’ün o süreçteki rolünü ayrıntılı olarak anlattı.

Sohbetin sonunda şöyle dedi: “Yazılarını takip ediyorum. Allah rızası için çok önemli işler yapıyorsun. Sana yardımcı olmak istiyorum. Şimdilik beni tanımanı istedim. İleride çok önemli belgeler vereceğim.”

Ayrılırken namaz kılabileceği bir yer sordu. Kendisine gösterdiğimiz odada öğle namazını kıldıktan sonra ayrıldı.

O Albay benim

Kısa süre sonra yine aradı. Yine aynı kuşkucu yollardan sonra büroda buluştuk.

“1 Numara” olarak tarif ettiği emekli generalin Tercüman Gazetesi’nde yayınlanan bir köşe yazısı üzerine aldığı notu gösterdi.

Not, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a yönelik ve sitem doluydu. Albay, Ergenekon taifesinin Büyükanıt’tan memnun olmadığını ve hayal kırıklığı yaşadığını anlattı.

Bir başka buluşmada Albay, “Operasyon Ergenekon kitabında Sarıkız’ı deşifre eden bir albayın mektubundan söz ediyorsun ya o albay benim” dedi.

Dondum kaldım. Devam etti: “Darbeler konusunda hükümeti sürekli uyardım. Hilmi Paşa (Özkök) olmasaydı Türkiye bugün çok farklı olurdu.”

Birkaç defa daha ziyaretime geldi. Çok aktifti, kuşkucuydu, Ergenekon süreciyle yakından ilgiliydi. Bir ricada bulundu, ama iki parçalıydı: “Beni Başbakan Erdoğan ve savcı Zekeriya Öz’le görüştürebilir misin?” Ergenekon’la ilgili hem başbakanı hem savcıyı yüz yüze bilgilendirmek istediğini söyledi.

Bunun mümkün olmadığını anlattım: “Başbakanlık Özel Kalem’i veya danışmanlarını arayarak not bırak, ben de ricacı olayım ama ötesinde yapabileceğim bir şey yok. Savcıyla bir defa görüştüm, o da ifade vermeye gittiğimdeydi. Beşiktaş Adliyesi’nde çalışıyorlar, ara, belki görüşür.”

Son konuşma

Ardından uzun süre sessizlik oldu, aramadı, sormadı. Bir gün haberlerde, Albay’ın bazı işadamlarını tehdit ettiği gerekçesiyle gözaltına alındığını okudum. Serbest bırakıldıktan sonra telefonla aradı, Zekeriya Öz’ün cep telefonunu sordu.

“Komutanım savcının bende telefonu yok, daha önce de söyledim” deyip ekledim: “Bu çete işi nerden çıktı?” Albay: “O yazıldığı gibi değil, çok büyük kumpas var, sonra konuşuruz.”

O konuşma, son konuşmamız oldu.

Kamuoyu, onu yakından tanımadı. Şunu söylemeliyim; Albay Belgütay Varımlı, Sarıkız başta olmak üzere Ergenekon’un darbe senaryolarını çökerten birkaç isimden biridir. Çok dikkatliydi. Cinnet geçirdiyse bilemem ama intiharın ne anlama geldiğini bilecek kadar yüksek inanç sahibiydi.

Devre arkadaşı Tevfik Diker’in “Ergenekon’un müdahalesi olabilir” iddiası yabana atılmamalıdır.
Şamil Tayyar star

Devamını BURADAN okuyun...>>>

22.11.09

ERSÖZ'ÜN DERİN KULAĞI

L.Ersöz'ün adamı köstebek

Ersöz'ün GSM şirketinin teknik takip biriminin başına getirttiği emekli Albay'ın derin marifetleri..
Evinde 2500 kişinin ses kayıtı çıkan eski Jandarma İshihbarat Başkanı Levent Ersöz'ün bir GSM şirketinde teknik takip biriminin başına getirttiği emekli Albay H.A.'ya "özel görevler" verdiği iddia edildi. Emekli Tuğgeneral Ersöz'ün 'cep köstebeği' H.A. aracılığıyla temsilciliğini yaptığı Rus silah firmasının rakiplerini izlettirdiği, büyük bir ulusal gazetenin telefonlarını da teknik takibe aldığı ileri sürüldü.

BAĞLANTI HİÇ KESİLMEDİ

Edinilen bilgiye göre, Jandarma İstihbarat eski Başkanı Levent Ersöz'le birlikte Jandarma İstihbarat Teknik Takip Daire Başkanlığı'nda görev yapan Albay H.A., zorunlu hizmetini tamamladıktan sonra Türk Silahlı Kuvvetleri'nden ayrıldı. Emekli Albay, bu süreçte emekli Tuğgeneral Levent Ersöz'ün destek ve referansıyla özel bir GSM şirketinin telefon dinlemelerinin yapıldığı teknik takip biriminin başkanlığını üstlendi. Halen bu şirkette görevini sürdüren H.A., Ergenekon sanıkları Eruygur ve Ersöz'le olan bağlantısını kesintisiz olarak sürdürdü.

RAKİPLERİ TAKİP GÖREVİ

Ersöz, TSK'dan emekli olduktan sonra Rusya'nın savunma sanayi alanındaki ürünlerini yurt dışına satışında tek yetkili firma olan Rosonboron Export'ta danışmanlık yapmaya başladı. Ersöz'ün Türkiye'de yöneticiliğini yaptığı Rosonboron Export bir süre sonra "Mİ-26 Ağır Nakliye" helikopteri ihalesiyle yakından ilgilendi. Bu süreçte, Ergenekon sanığı Levent Ersöz, GSM şirketi yöneticisi H.A ile ilişkilerini kullanarak Jandarma Genel Komutanlığı'nın ihaleleri başta olmak üzere silah ihalelerine giren firmaları izletti. Şantaj yapmak ve sonradan kullanılmak üzere bu firmalara ilişkin ticari sırlara ve mahrem bilgilere sahip oldu.

TÜYO YİNE ALBAYDAN

Bu arada, YARSAV eski Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu'nun başvurusu ve Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz'ın kararı üzerine Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'na (TİB) yapılan baskının ardından da ilginç bağlantılar ortaya çıktı.

Eminağaoğlu'na, "Dinleniyorsun" tüyosunun yine özel GSM şirketinde görev yapan emekli Albay H.A. tarafından verildiği öğrenildi.


Gazetede 'cep' paniği


Emekli Albay H.A'nın Jandarma İstihbarat'dan ayrılıp özel bir GSM şirketinin telefon dinlemelerle ilgili biriminin başına geçmesinden bir süre sonra en büyük medya kuruluşlarımızdan birinde telefon dinleme paniğinin yaşandığı ortaya çıktı. Bu gazetenin Genel Yayın Yönetmeni'nin gazete yöneticileri ile yaptığı konuşmasının internet ortamına düşmesi üzerine gazetede geniş çaplı bir araştırma yaptırıldı. Dinleme olayı tespit edilince de, gazete yöreticilerinin, toplu olarak telefon hatlarını başka bir GSM şirketine kaydırdıkları öğrenildi.


Operasyon zarar görür


Emekli Albay H.A.'nın yasadışı dinleme ile elde ettiği bilgileri Ömer Faruk Eminağaoğlu'na iletmesi ile başlayan süreç, hukuki kaosa neden oldu. Eminağaoğlu'nun başvurusu Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Osman Kaçmaz'ın kararı üzerine TİB'e baskın yapan Ankara 1. Sulh Ceza Hakimi Hayri Keskin'in tavrı adliyeleri ayaklandırdı. Ankara 1. Sulh Ceza Mahkemesi'ne 50'yi aşkın adliyeden "Dinlemelerimiz deşifre edilmesin, operasyonlar zarar görür" diye itiraz kararları gönderildiği öğrenildi.
aktifhaber.com

Devamını BURADAN okuyun...>>>

21.11.09

KAFESCİLER SORUŞTURULDU MU ?

"Sen generalini soruştur"

Gayrımüslimlerin hedef alındığı Kafes Eylem Planı’nda isimleri geçen üçü amiral 41 subayla ilgili herhangi bir işlem yapmayan Genelkurmay, haberi yapan Taraf için suç duyurusunda bulundu

Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Tümgeneral Ferit Güler, “Kafes Operasyonu Eylem Planı”nı ortaya çıkaran Taraf gazetesi hakkında suç duyurusunda bulunduğunu açıkladı. Tümgeneral Güler, planda ismi geçen ve Deniz Kuvvetleri’nde görevli muvazzaf subaylar hakkında herhangi bir işlem yapıp yapmadıklarına değinmekten ise kaçındı.
Tümgeneral Güler, Genelkurmay Başkanlığı Karargahı’ndaki haftalık basın bilgilendirme toplantısında gazetecilerin sorularını yanıtladı. Taraf’ın yayımladığı “Kafes Operasyonu Eylem Planı”nın hatırlatılması üzerine Tümgeneral Güler, “Poyrazköy soruşturması ile ilgili olarak Başbakanlık tarafından dün yapılan açıklama vardır. Ayrıca söz konusu yayın organı hakkında Adalet Bakanlığı’na suç duyurusunda bulunulmuştur” dedi.Bu subaylara ne yaptınız
Tümgeneral Güler konuşmasında, planda ismi geçen 41 askere ise hiç dokunmadı. Ergenekon savcılarının yürüttüğü soruşturma kapsamında Kafes Planı’nda ismi yer alan yedi asker tutuklanmıştı. Taraf hakkında suç duyurusunda bulunan Genelkurmay’ın AKP ve gayrımüslimleri hedef alan planı hazırlayan muvazzaf subaylar hakkında herhangi bir işlem yapıp yapmadığı merak ediliyor. Kafes Operasyonu Eylem Planı’nda ismi geçen subayları bir kez daha yayımlıyoruz:

İşte plandaki muvazzaf subaylar
Danışma Kurulu
Kora. F.Ö.: Başkan
Kora. K.S.: Başkan Yardımcısı (Üst düzey bir görevde)
Tuğa. M.F.İ.: Üye

Özel Operasyon Komutanlığı
Dz. P. Kur. Kd. Alb. M. H: Özel Operasyon Gücü Komutanları
(E) Dz. Bnb. Levent Bektaş: Özel Plan Hücre Lideri (Tutuklu)

Marmara Bölge Komutanlığı
Dz. Yb. Ercan Kireçtepe: Marmara Bölge Komutanı (Tutuklu)
Dz. Bnb. Emre Onat: 1. Hücre Lideri (Tutuklu)
Y/S Kd. Bçvş. Halil Cura: 1. Hücre Elemanı (Tutuklu)
Tls. Kd. Bçvş. Saddetin Doğan: 1. Hücre Elemanı (Tutuklu)
Eln. Bçvş. D.E: 1. Hücre Elemanı
Dz. İşçi T.V.A: 1. Hücre Elemanı
Dz. Kur. Kd. Bnb. Emre Sezenler: 2. Hücre Lideri (Tutuklandıktan sonra serbest bırakıldı.)
Dz. Kd. Bnb. Emre Günay: 2. Hücre Elemanı (Tutuklu)
Shh. Kd. Bçvş. H.D: 2. Hücre Elemanı
Eln. Kd. Bçvş. Feridun Arslan: 2. Hücre Elemanı (Tutuklu)
Eln. Bçvş. İ.B: 2. Hücre Elemanı
Ege Bölge Komutanlığı
Dr. P. Kd. Alb. M.S.: Ege Bölge Komutanı
Dz. Kd. Alb. Levent Gülmen: 1. Hücre Lideri (Ergenekon’a ait belgeleri imha ettiği iddia edilmişti.)
Dz. P. Kd. Bnb. Erbay Çolakoğlu: 1. Hücre Elemanı (Gözaltına alınmıştı.)
Dz. Bnb. A.A. S: 1. Hücre Elemanı
Dz. Yzb. B.A: 1. Hücre Elemanı
Dz. Ütğm. B.Ç: 1. Hücre Elemanı
İsth. Kd. Bçvş. S.E: 1. Hücre Elemanı
Mot. Kd. Bçvş. M.A: 1. Hücre Elemanı
Bçvş. E.T: 1. Hücre Elemanı
Rad. Üçvş. T. Ö: 1. Hücre Elemanı
1 Dz. Kur. Yb. H. Ö: 2. Hücre Lideri
Dz. Bnb. G. Y: 2. Hücre Elemanı
Dz. Kd. Yzb. Ü. Ö: 2. Hücre Elemanı
Dz. Yzb. B.K: 2. Hücre Elemanı
Tls. Kd. Bçvş. D. M: 2. Hücre Elemanı
Rad. Kd. Bçvş. H. E: 2. Hücre Elemanı
Kaz. Kd. Bçvş. M.l: 2. Hücre Elemanı
Top. Bçvş. A.B: 2. Hücre Elemanı

Karadeniz Bölge Komutanlığı
Dz. Yb. I. Z. T: Karadeniz Bölge Komutanı
Dz. Yb. İ.L.O: 1. Hücre Lideri
Dz. Kur. Bnb. Ö.E: 1. Hücre Elemanı
Dz. Bnb. M.F: 1. Hücre Elemanı
İsth. Kd. Bçvş. T.D: 1. Hücre Elemanı
İda. Bçvş. M.A: 1. Hücre Elemanı
POT. Kd. Bçvş. M. K: 1. Hücre Elemanı
Taraf - Istanbul - 21.11.2009

Devamını BURADAN okuyun...>>>

"ORDUNUN GEÇİT TÖRENİ"

'Muzaffer ordunun geçit töreni'...

Biri ‘Ülkücü’ gelenek-ten geliyor. Bir emekli profesör. Ömrünün hiçbir döneminde ‘sol’ ile, ‘hasım’ olmaktan gayrı bir ilişkisi olmamış. Öyle ‘ikinci cumhuriyetçi’ filan da değil. ‘Liberal’ hiç değil.
Diğeri, ‘sol-liberal’ sayılır. Tanınmış bir Marksist ailenin bugün bir gazete genel yayın yönetmeni olan mensubu. Roman yazarı. İlki ile benzerliği pek az.
İlki, Mümtaz’er Türköne; Zaman gazetesi köşe yazarı. İkincisi Ahmet Altan; Taraf gazetesi genel yayın yönetmeni. Mümtaz’er Türköne, 17 Kasım günü ‘Ordumuz bu savaşı kaybetti’ başlıklı bir yazıya imza koydu. Bu başlığın altında yazı şöyle başlayıp sürüyordu:
“Sadece karargâh, hâlâ durumun farkında değil. Telaş içinde hasarı onarmaya, mevzileri muhafaza etmeye çalışıyor. Umutsuz biçimde çırpınıyor.
Artık yenildiğini fark etmesi durumu kabul etmesi gerek. Aksi takdirde daha çok zayiat verecek. Zarar büyüyecek.
Ordumuz bu savaşı kaybetti; çünkü bu savaş yanlış bir savaştı.Bir ordu kendi halkına savaş açar mı? Kendi halkına savaş açan ordunun, işgal ordusundan ne farkı kalır? Silahının parasını, maaşını, askerini aldığı halkı düşman ilan eden bir ordunun zafer kazanma ihtimali olur mu?
Yanlış savaşlar kazanılamaz. Halkına karşı örtülü bir savaş yürüten ordu, kendisini var eden her şeyi tahrip etmeye girişir. Halkı hedef alınca, insanı koruyan devlet, devleti var eden hukuk ortadan kalkar; geride ne savunulacak bir ülke ne sarılacak değerler kalır.
Koskoca bir ordunun, iktidar oyununda oyuncak haline getirildiği bir savaş oyununun uzatmalarını izliyoruz. Ordu itibarını tüketiyor. Ordu güvenilirliğini yitiriyor.
Ne için? Kaybettiği savaşı sürdürebilmek için.
Dünyanın en büyük ordularından biri olan ordumuzun komuta kademesinin bugün ne işle meşgul olduğunu düşünüyorsunuz? Bir belge ve onun altındaki imzanın gerçek olmadığını ispatlamak, öyle değil mi? Bunun için yapılan toplantıları, görevlendirilen kişileri, ilişki kurulan yargıçları, edilen telefonları, yapılan operasyonları gözünüzün önünde canlandırın.
Sonunda neye inanacağız? Belgenin gerçek olmadığına mı, yoksa savaşı kaybetmiş perişan ordunun, muzaffer bir ordu gibi geçit töreni yaptığına mı?”
Böyle yazmıştı Mümtaz’er Türköne, yazısının ilk yarısı olan bölümde.
Taraf gazetesinin önceki gün manşetine taşıdığı Deniz Kuvvetleri bünyesindeki bir ‘Cunta’nın, gayrımüslim vatandaşlarımıza ve halkın yüzde 47’lik oy desteğini almış iktidar partisine yönelik tüyler ürpertici ‘cinayet ve provokasyon planı’nı yayımlaması üzerine Genelkurmay’ın Taraf gazetesi için dün ‘suç duyurusu’nda bulunduğunu duyunca, Türköne’nin yazısını hatırlamak ve hatırlatmak gerekti.
***
Mümtaz’er Türköne, yukarıdaki satırları yazıp, bunlar yayımlandığında ortada ‘Kafes Operasyonu Eylem Planı’ yoktu.
Bakın, bu yayım üzerine Başbakanlık’ın önceki gün ‘soruşturmanın gizliliği ve masumiyet karinesinin açıkça ihlali’ gerekçesiyle tepki verdiği, dün de Genelkurmay’ın ‘suç duyurusu’nda bulunmasının hedefi olan, ‘yeni darbe planı’nın ‘yayıncı kuruluşu’ Taraf’ın Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan dün neler yazmıştı:
“Karşınızdaki gücü azımsamayın.
Ordunun içinde hâlâ ‘suikast’ planları yapan, bu suikastlar için silahlar hazırlayan, hükümeti
devirmek için her yolu mûbah sayan, her türlü felakete yol açabilecek birileri var.
Bizim dün yayımlayıp bugün de devamını verdiğimiz pan, benim bugüne kadar gördüklerim arasında en vahşi olanıydı belki de.
Beni asıl korkutan, bu tür planların, örgütlenmelerin çevresindeki koruma kalkanı.
Dün sabah, kaç televizyonda bu dehşet planıyla ilgili haber gördünüz?
Kaç internet sitesine girdi bu haber?
Kaç siyasetçi açıklama yaptı?
Kaç parti bu meselenin üstüne gitti?
Kaç hukukçu, kaç ‘baro’ bu planı lanetledi?
Hâlâ medyada ‘Ergenekon’ örgütlenmenisini küçümsemeye çalışan yazılar yazılıyor, hâlâ bu darbe ve suikast planlarının ciddiyetini törpülemeye uğraşan makaleler yayımlanıyor.
Cüppeleriyle sokaklarda yürüyen ‘barolar’ bu hazırlıkları görmezden geliyor.
Bütün bu tabloyu, bu ürkütücü ‘koalisyonu’ birarada görmelisiniz.”
***
Görüyoruz zaten. Özellikle medyada kimin nasıl, hangi ölçüler içinde ‘karartma’, ‘çarpıtma’ ve ‘hedef saptırma’yla meşgul olduğunun da farkındayız.
Başbakan Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile ‘Kafes Operasyonu Eylem Planı’nın yayımlandığı gün bir buçuk saat görüşüyor, ardından Başbakanlık bu konuda ilk kez bildiri yayımlama gereğini duyarak, “Söz konusu iddialarla ilgili soruşturma, ilgili yargı makamları tarafından soruşturulmaktadır. Soruşturmaya ilişkin bilgilerin basında yer alması, soruşturmanın gizliliği ve masumiyet karinesinin açıkça ihlalidir” diyor. Ve, dün de Genelkurmay, ‘masumiyet karinesi’ üzerinden hareket ederek ‘kişi ve kurumları hedef alan davranış ve yorumlar’ nedeniyle ‘suç duyurusu’nda bulunuyor.
Soruşturma sürecinin tamamlanmasını beklememiz gerekiyormuş.
Bekleyelim. Ama şunu bilerek bekleyelim:
Sonuç ne olursa olsun, o, ‘muzaffer ordunun geçit töreni’ olmayacaktır.
TSK, ‘cuntacı-darbeci’ pisliklerden tümüyle arındırılmadan da, öyle bir ‘geçit töreni’ yapılmayacaktır.

Cengiz Çandar
Referans Gazetesi 21 Kasım 2009 Cumartesi

Devamını BURADAN okuyun...>>>

ERDİL DAVASINDA SIR İNTİHAR

Erdil Davasında İkinci Sır İntihar!

Oramiral Erdil'in davasına bakan hakimden sonra Erdil'in rütbelerini söktüren ifadeyi veren Albay Varımlı da intihar etti...

Eski Deniz Kuvvetleri komutanlarından İlhami Erdil'in davasına müdahil olan isimlerden Hakim Yarbay Tanju Ünal'dan sonra emekli Albay Belgütay Varımlı da intihar etti.

Kadıköy Göztepe'de oturan emekli Albay Ali Belgütay Varımlı (50) dün yaşamına son verdi. Tütüncü Mehmet Efendi Caddesi'ndeki 17 katlı binanın 10. katında oturan emekli Albay Belgütay Varımlı, saat 06.00 sıralarında evde annesinin bulunduğu sırada balkondan atladı. Beton zemine düşen Varımlı, olay yerinde hayatını kaybetti. Varımlı'nın cesedi, savcı ve polis ekiplerinin incelemelerinin ardından Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi morguna kaldırıldı.Varımlı'nın kardeşi Mehmet Ali Varımlı ağabeyinin psikolojik sorunları olduğunu söyledi. Kendisi de emekli Albay olan Varımlı, ağabeyinin en son geçen yaz GATA'da 15 gün tedavi olduğunu söyledi. Parkinson hastası olan ağabeyinin sabah namazını kıldıktan sonra balkonda sigara içtiğini ardından da aşağı atladığını belirten Varımlı, annesi Hikmet Varımlı'nın salonda yerde seccade bulduğunu ifade etti.

ÇOK ACI ÇEKİYORUM
İlk eşinden bir ikinci eşinden de iki kız çocuğu olan Varımlı'nın iki hafta önce ikinci eşinden ayrıldığı öğrenildi. Anne Hikmet Varımlı ayrılık olayının ardından oğlunun yanına yerleşti.
Mehmet Ali Varımlı şunları söyledi: 'Ağabeyimin psikolojik sorunları vardı. İntiharının nedeni budur. Kimse başka bir şey aramasın. Ağabeyim kimseden korkmazdı. Yanında silah bile taşımazdı. En son bir hafta önce konuştuk ve kendisini çok karamsar buldum. Doktora götürmeyi de istedim ancak kabul etmedi. 2003 yılında emekli oldu. 2005 yılından bu yana Parkinson hastalığı ile mücadele ediyordu. Evden dışarı çıkmayan kendi halinde, temiz, dürüst bir insandı. Kıbrıs Harekatı gazisiydi. Çok başarılı, iyi bir askerdi.'
Yeğeni Burcu Varımlı ise amcasını geçen hafta ailece ziyaret ettiklerini belirterek amcasının hastalığına bağlı olarak dizlerindeki acılardan şikayet ettiğini belirterek, 'Bize 'Dayanamıyorum artık. Çok acı çekiyorum' dedi' şeklinde konuştu.

RÜTBELERİ İNDİREN TANIKLIK
İntiharıyla şoke eden Ali Belgütay Varımlı, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil'in 2005 yılında yargılandığı ve rütbelerinin sökülerek 2 yıl 6 ay hapse mahkum edildiği davada ifade vermişti. Erdil hakkında usulsüz olduğu ileri sürülen konut harcamalarıyla ilgili olarak dava açılmıştı. Davada Erdil, eşi Füsun Erdil, kızı Deniz Halide Erdil, Deniz Erdil'in gizli ortağı olduğu öne sürülen Şirin Melek Özden ve Erdil'in emir subay yardımcısı emekli Yüzbaşı Yalçın Kayatunç, Genelkurmay Askeri Mahkemesi'nde yargılanmıştı.
Erdil, hakkındaki iddiaları araştıran Varımlı, soruşturma sırasında tehdit telefonları aldığını belirterek 'Alaattin Çakıcı bile telefon açarak beni tehdit etti' demişti. Mahkemede Varımlı, Erdil ile ilgili ihbarı kendisinin yaptığını açıklamıştı. Varımlı mahkemede Oramiral Erdil'in emir subayı Yalçın Kayatunç'un komutanlığın cep telefonunu sınırsız kullandığını tespit ettiklerini, üst rütbeli generallere 250 milyon lira telefon limiti konulurken, Kayatunç'un 1 milyar liralık aylık cep telefonu faturasını komutanlığın ödediğini söyledi.

ÇETE KURMA SUÇUNDAN GÖZALTINA ALINDI
Varımlı'nın adının geçtiği olaylardan bazıları ise şöyle:
Bİr işadamının şikayeti üzerine Aralık 2008'de İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü tarafından gözaltına alınan Varımlı'nın da aralarında bulunduğu sekiz kişi savcılıktaki sorgularının ardından serbest bırakıldı. Varımlı, 'çete kurmak' iddiasıyla gözaltına alındı. Varımlı ve adamlarının kendilerini 'derin devlet' olarak tanınıp bazı işadamlarını
tehdit ettikleri ileri sürülmüştü.

VarImlI'nIn yurtdışında bulunan parasını Türkiye'ye getirmek için eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan'ı aracı kullanmaya çalıştığı iddia ediliyor. Varımlı'nın adamları ile yaptığı konuşmalarda 'Dalan'ın çevresi var. Önümüzdeki bürokratik sorunları çözer ve paramızı Türkiye'ye getiririz' dediği öne sürülüyor.

DAVAYA BAKAN HAKİM DE İNTİHAR ETMİŞTİ
Erdil davasında mahkeme başkanlığını yürüten Hakim Yarbay Tanju Ünal da geçen haziran ayında İzmir İnciraltı'ndaki Güney Deniz Saha Komutanlığında bulunan makamında intihar etmişti.
aktifhaber.com

Devamını BURADAN okuyun...>>>

TİB'E ETÖ TROYKASI BASKINI


ETÖ Troykası TİB Baskınında

Yargıdaki dinlemeler, geçmişe oranla yarı yarıya düşmesine rağmen başlatılan telekulak kampanyasının altından Eminağaoğlu, Kaçmaz ve Keskin çıktı. Şikayet, karar ve hüküm aynı ekibe ait

YARSAV eski Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) hakkındaki suç duyurunsunun ardından TİB’in aranması için heyet oluşturulması kararını veren Sincan 1. Ağır Ceza Başkanı Osman Kaçmaz ve aramayı yapan Ankara 1. Sulh Ceza hakimi Hayri Keskin, Ergenekon kapsamında soruşturulan 56 kişilik listede çıktı. Baskın da bu liste gerekçesiyleydi. Üçlü, kendilerinin soruşturulduğu dosyaya, konumlarını kullanarak şikayetçi, karar verici ve hüküm uygulayıcı noktada karşı operasyon yaptı.ÜÇ PASLA TARTIŞMA BAŞLATILDI

Üç isim TİB’e yaptıkları baskınla kendilerine ait dinleme kararını veren mahkemeler dahil olmak üzere kendileri hakkındaki bütün belgeleri elde etti. Kaçmaz’ın son gelişmeler karşısında tarafsızlığını yitirdiği gerekçesiyle Eminağaoğlu’nun davasına bakmaktan çekilmesi istendi ancak olumsuz sonuçlandı. İşte tartışma başlatan üç paslı, beş adımlı dinleme oyunu.

1-) EMİNAĞAOĞLU ŞİKAYETÇİ OLDU

Adalet Bakanlığı müfettişlerinin başvurusu üstüne Ergenekon’la bağlantılı oldukları şüphesiyle başlayan dinlemeleri bir şekilde öğrenen Ömer Faruk Eminağaoğlu yasadışı dinlendiği iddiasıyla suç duyurusunda bulundu. Başsavcılık takipsizlik verdi. Eminağoğlu itiraz etti.

2-) İTİRAZA HAKİM KAÇMAZ BAKTI

Dosya, 56 kişilik listede bulunan Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki Osman Kaçmaz’ın önüne geldi. Osman Kaçmaz, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın eksik soruşturma yürüttüğünü belirterek, TİB kayıtlarının incelenmesine karar verdi.

3-) MEDYADA HABER YAPILMASI SAĞLANDI

Eminağaoğlu sadece yargı sürecini başlatmakla yetinmedi. Kameraların karşısına geçen eski YARSAV Başkanı ‘yasadışı dinleniyorum’ diyerek hukuki süreci manipüle etti. Eminağaoğlu’nun bu girişimiyle kamuoyu oluşturuldu. Olası eylemlerin düğmesine basıldı.

4-) TİB’DE HUKUKSUZ ARAMA YAPILDI

Kaçmaz, 56 kişilik listede yer alan Ankara 1.Sulh Ceza Mahkemesi hakimi Hayri Keskin’i görevlendirdi. Keskin, TİB’e baskın düzenledi. Soruşturmanın gizliliği burada ihlal edildi. Keskin yetkisini aştı. Olayın bu kısmı da yargıya taşındı. TİB suç duyurusunda bulundu.

5-) BAROLAR YÜRÜYÜŞ DÜZENLEDİ

Sözkonusu ekibin başlattığı kampanyanın ardından dinleme tartışmaları hız kazandı. Medyada da geniş yer bulan haberlerin ardından ülke genelindeki barolardan avukatların katılımıyla Taksim’de bir yürüyüş düzenlendi. Eylemin hedefinde AK Parti vardı.

MİT'TEN UYARI GELDİ

Telekulak olayına ilişkin Sincan 1.Ağır Ceza Hakimliği'nin kararı nedeniyle harekete geçen MİT Müsteşarlığı, TİB'e ve mahkemeye resmi yazı yazarak, "Ulusal güvenliği tehlikeye sokabileceği" gerekçesiyle kayıtların dışarı çıkarılmamasını istedi.

Yargıtay'ın telefonlarının dinlenmesine ilişkin Sincan 1.Ağır Ceza Mahkemesi tarafından TİB'in kayıtlarına el konulması kararı, MİT'i hakerete geçirdi. Polis, Jandarma ve MİT'in kayıtlarının bulunduğu TİB'e ve Sincan Ağır Ceza Hakimliğine resmi yazan Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı, konunun hassasiyetine dikkat çekerek, "Kurumun kanuni alanına giren konularda, yabancılara yönelik yapılan kayıtların alınmasının, 'ulusal güvenliği' tehlikeye sokacağına" dikkat çekildi.

MİT'in yazısında bu kayıtların kanuni çerçevesi de hatırlatılarak, bu kayıtların şüphe görülen şahıslara ilişkin önleyeciyi karşı istihbarat olarak yapılan çalışmalar olduğu da dikkat çekildi. Ülke güvenliğini kapsayan çalışmaların deşifre edilmemesinin "ulusal güvenlik" açısından önemi de vurgulandı.
aktifhaber.com

Devamını BURADAN okuyun...>>>

20.11.09

TAHA AKYOL NEŞE DÜZEL

Taha Akyol: ‘Atatürk askerî metotlara alışkındı’

“Atatürk sorunların çözümünde daha çok askeri metotlara alışkın olduğu için radikaldir. ‘İdare-i maslahatçılar, esaslı inkılâpçı olamazlar’ diye sözü var Atatürk’ün.”

“Büyük Taarruz’a hazırlanırken, ‘Türkiyeliler’ diye konuşan Mustafa Kemal, İzmir’i aldıktan sonra beyanatına, ‘büyük ve asil Türk milleti’ diye başladı.”

“Kemalizm halka dayanan bir rejim değildi. Demokrasi değildi. Rejimin halka değil silaha dayandığını Kemalist Yakup Kadri de, Falih Rıfkı da söyledi.”NEDEN: TAHA AKYOL
CHP’li Onur Öymen’in, Kürt açılımında kullanılan Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” sözünün, böyle bir barış girişimine uymayacağını ima ederek Dersim örneğini vermesi, Atatürk’ün “yurtta sulh” konusundaki gerçek görüşlerinin merak edilmesine yol açtı. Bize okullarda okutulan “resmî” Atatürk portresinin dışında bir başka Atatürk portresi daha olabileceği düşüncesiyle, bu konuda titiz araştırmalar yapmış ve Ama Hangi Atatürk? adıyla bu konuda çok kapsamlı bir kitabı yayımlanmış olan ülkenin önde gelen entelektüellerinden Taha Akyol’la görüştük. Şu sıra Atatürk’ün kişiliğinin ve yetişme tarzının politik görüşlerine nasıl yansıdığını anlatan gene çok ayrıntılı ikinci bir Atatürk kitabını yazmakta olan gazeteci yazar Taha Akyol, bize, Atatürk’ün Kürtlerle, dinle, komünizmle, silah arkadaşlarıyla, muhalefetle, demokrasiyle, Cumhuriyet’le ilgili gerçek görüşlerini anlattı. 12 Eylül döneminde MHP İdare Kurulu Üyesi olarak ünlü MHP davasında idamla yargılanan ve 14 ay hapis yatan Taha Akyol’un ayrıca Medine’den Lozan’a, Mezhep ve Devlet adıyla yayımlanmış kitapları var.

* * *

NEŞE DÜZEL: CHP’li Onur Öymen’in Atatürk dönemindeki Dersim katliamından söz etmesi, Atatürk’ün dönemini yeniden tartışmaya açtı. Onur Öymen, Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” sözünü değil, Dersim’deki uygulamalarını örnek almak gerektiğini söyledi. Böylece karşımıza söyledikleriyle yaptıkları çelişen bir Atatürk çıktı. Atatürk çelişkileri olan bir lider miydi?

TAHA AKYOL: Bütün liderler gibi Atatürk’ün de belirli bir dönemdeki sözü ve uygulamasıyla, bir başka dönemdeki sözü ve uygulaması arasında çelişkiler, birbirine zıt ifadeler ve davranışları vardır.

Atatürk’ün hangi konularda çelişkileri vardı?

Mesela Milli Mücadele’de Atatürk Abdülhamit’ten daha İslâmcıdır. Halkı etrafında toplamak için Abdülhamit’ten daha İslâmi bir dil kullanmıştır. Tamamen politik bir davranış bu. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı’nda dışarıdan yardım alabilmek için de Mustafa Kemal, hem İslâm’a hem sosyalizme oynadı. Hatta “ben komünistim” anlamında sözler söyledi. Lenin’in Ankara’ya gönderdiği büyükelçiye, “Biz zaferden sonra sizin gibi Bolşevik bir rejim kuracağız. Zaten bizim Meclis’imiz de halk tarafından seçildiği için Bolşevizm’e yakın” dedi. Büyükelçi, “Sizin Meclis’iniz hacılarla, hocalarla dolu. Proletarya yok orada. Nasıl Bolşevik olacaksınız?” deyince de, “Zaferden sonra ben onları temizleyeceğim” cevabını verdi.

Nitekim Anadolu’da kurulan rejim, Sovyet sistemine benzer tek partili totaliter bir rejim olmadı mı?

Atatürk, Meclis’i, kendi tayin ettiği üyelerden oluşturdu ama bunu proletaryayı iktidara getirmek ve Bolşevizm’i kurmak için değil, Kemalist rejimi kurmak için yaptı. Atatürk’ün bir politikacı olduğunu dikkate almak lazım. Yoksa Atatürk’ün dünya görüşü kapitalizme çok yakındır. Milli Mücadele devam ederken, Amerikalılara Chester imtiyazını verdi. Eskişehir’den Musul’a kadar bir demiryolu kurulacak, etrafındaki belli bir arazide de Amerikalılara petrol ve maden arama ve işletme hakkı verilecekti. Amerikalılar iktisadi bulmadıkları için bu imtiyazdan kendileri vazgeçtiler. Milli Mücadele sırasında genellikle sosyalist terminolojiyi kullanan Atatürk, zafer kazandıktan sonra kapitalist bir dille konuştu.

Ne dedi?

Milli Mücadele zamanında yabancı sermayenin sömürücü olduğunu söylerken, zaferden sonra, mesela İzmir İktisat Kongresi’nde, “yabancı sermaye istiyoruz” dedi. Çünkü Lozan’da İngilizleri yumuşatması gerekiyordu. Atatürk’ün hem mevcut şartlara göre politik manevra olarak söylediği sözler vardır hem de ilerisi için özlem olarak söylediği sözler vardır.

Peki... Atatürk neden o kadar sert bir şekilde bastırdı Dersim’de ayaklanmayı?

Milli Mücadele’ye ve Türk milliyetçiliğine önderlik edenler öncelikle Balkanlı Türklerdir. Bunlar, çocukluklarında Balkanların kaybedildiğini gördüler. Bilhassa Müslüman Arnavutların isyan edip Osmanlı’dan kopmasıyla bir şok yaşadılar. Balkan faciasından sonra bunların hepsinde “mütecanis olmayan milletler çöker” düşüncesi oluştu. “Türklerden mütecanis bir toplum yaratmalıyız” fikri gelişti. Gerçi Atatürk, Milli Mücadele sırasında Kürt unsurunu dikkate alarak, “Türkler ve Kürtler” dedi. Kürtlerin kendilerini geliştirme hakkının olacağını söyledi. Amasya belgelerinde Salih Paşa’ya, “Kürtler kendi kültürlerini geliştireceklerdir. Bunu bilsinler ki, düşmanın propagandasına kanmasınlar, bize katılsınlar” diye ifadeleri var ama... Milli Mücadele kazanıldıktan sonra...

Atatürk’ün Kürt politikası değişti mi?

Milli Mücadele kazanıldıktan sonra, memlekette Dersim gibi çok acı olaylara yol açan çok radikal bir Türkleştirme programı uygulandı. Bu Türkleştirme politikasının ilk işaretleri Lozan anlaşması imzalandıktan sonra ortaya çıktı. Lozan’a dek ülkede İslâm vurgusu daha güçlüydü ve Türk kavramı daha azdı. Mesela Sakarya Savaşı günlerinde, Büyük Taarruz’a hazırlanırken, “Türkiyeliler” diye beyanatlar yayınlayan Mustafa Kemal, İzmir’i kazandıktan sonraki beyanatına, “Büyük ve asil Türk milleti” diye başladı. Ayrıca Meclis’te de giderek daha fazla Tük kavramı kullanıldı. Ve Kürt milletvekilleri de bu Türk vurgusuna itiraz etmediler.

Kurtuluş Savaşı’nda ihtiyaç duyulan Kürtlere, savaş kazanıldıktan sonra artık ihtiyaç kalmadığı düşüncesiyle mi Türk vurgusu arttı?

Bu düşünce baştan beri var ama giderek daha belirginleşti. Şeyh Sait İsyanı Anadolu’da Türkleştirme politikasının radikalleşmesine yol açtı. O güne dek, devlette Türklük söylemi artmış olsa da, Kürtlerin de Türkleştireceği yönünde bir işaret yok. Ama Şeyh Sait İsyanı patlayınca, bunların zihinlerinde, hafızalarında Arnavut İsyanı canlanıyor. “Memleket bölüşülecek. Bölüşülmemesinin yolu da Kürtleri Türkleştirmektir” diye düşünülüyor. 1925’teki bu isyanla birlikte çok sert ve otoriter bir Türkleştirme politikası başlıyor. Kısacası Şeyh Sait İsyanı, Kemalizm’i etnik Türkçü bir milliyetçiliğe tahrik eden bir sonuç doğurdu.

Şeyh Sait İsyanı etnik bir isyan mıydı yoksa dinî bir ayaklanma mıydı?

Şeyh Sait İsyanı hem İslâmi’dir hem de etnik anlamda bir Kürt hareketidir. 1924’te hilafetin kaldırılması büyük şok yarattı. Çünkü hilafet Türklerle Kürtler arasında güçlü bir bağdı. Devletin giderek değişen Türk vurgulu dili karşısında Kürtler kendilerini yabancılaşmış hissediyorlardı. Bir de Güneydoğu’da halkı ayaklanmaya hazırlayacak olan network de zaten hazırdı. Şeyhlerin ve feodal ağaların, Cumhuriyet’in Türkçü ve laikleşmeci karakteriyle problemi vardı. Şeyh Sait işte o düğmeye bastı! İrili ufaklı birçok Kürt isyanı oldu. Bunların üçü çok önemlidir. 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı, 1937 Dersim İsyanları...

Atatürk döneminde 16 Kürt isyanı yaşandı. Atatürk sertlik yanlısı bir lider miydi?

Buna şüphe yok. Atatürk sorunların çözümünde daha çok askerî metotlara alışkın olduğu için radikaldir. “İdare-i maslahatçılar, esaslı inkılâpçı olamazlar” diye bir sözü var Atatürk’ün. Jakobenizm budur zaten! Problemlere kesin çözümler getirmek, problemlerin kökünü kazımak, sadece Kemalizm’in değil, bütün devrimlerin tabiatında var. Fransız devrimi de, Bolşevik devrimi de, milliyetçi devrimler de hep böyledir. Dünyada şiddete başvurmayan bir devrim var mı? Bunlar, Balkan faciasının zihinlerindeki izleri yüzünden bölünmekten çok korkup çok fazla kuvvet kullanıyorlar. Zaten Kemalizm otoriter bir rejimdir. Kemalizm’in demokratik olduğu söylenemez. Hele liberal olduğu hiç söylenemez. Oysa liberal olması demokratik olmasından çok daha önemlidir.

Demokrasi ve liberallik birbirini tamamlayan şeyler değil mi?

Demokrasi, yönetimin halka dayanmasıyla ilgili bir kavramdır. Liberalizm ise doğrudan doğruya özgürlüklerle ilgili bir kavramdır. Bu yüzden bir demokrasi ancak liberal olduğu zaman özgürlükçü olabilir. Yoksa otoriter ve totaliter demokrasiler de var. Atatürk’ün rejimi liberalizme biraz açık olsaydı iyi olurdu. Atatürk’ün rejimi hem liberal değildi, hem de demokrasi değildi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin genel sekreteri Recep Peker’in “liberalizm vatan hainliğidir” diye bir konuşması var. Recep Peker o dönemin sadece parti genel sekreteri değil, inkılâp dersi veren hocaların da başta gelenidir.

Bu rejim halka dayandığını iddia ediyordu. Halka dayanmıyor muydu?

Halka dayanmıyordu tabii. Kemalist rejim halka dayanan bir rejim değildi. Demokrasi değildi. Demokrasi olmayarak, özgürlüklere belli bir hoşgörü gösterebilirdi ama onu da göstermediği için liberal de değildi. Bunu bugün söylediğiniz zaman Kemalistler, düşmanlık gibi algılıyorlar. Ama rejimin halka dayanmadığını, silaha dayandığını yazan Kemalist Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur. Rejimin halka dayanmadığını, devlet kuvvetlerine dayandığını yazan Falih Rıfkı Atay’dır. Çankaya adlı kitabında Falih Rıfkı, “Hakiki milli egemenliği isteyenler terakkiperverdir. Yani Karabekir ve arkadaşlarıdır. Biz ise ordu ve devlet gücüyle ayakta durarak inkılâpları yapmak zorundaydık” diyor.

Peki, Atatürk’ün “yurtta sulh” sözüne uygun davranışları var mıydı?

Biz bugün sulh kavramını daha demokratik bir içerikle anlıyoruz ama o zamanki “yurtta sulh”, yurtta itaatin sağlanması, çatışmanın olmaması anlamına geliyor. Onlar şiddet yönteminin sulhu sağlayacağını düşünüyorlar. Atatürk en şiddetli edeplendirme, uysallaştırma politikalarını da, en şiddetli bastırma politikalarını da, “inkılâpları yerleştiriyorum, böylece yurtta sulhu, huzur ve sükunu sağlıyorum” düşüncesiyle yaptı. Ancak 1946 yılına gelindiğinde, İsmet İnönü, Faik Ahmet Barutçu’ya “Atatürk’ün şiddet metotlarıyla artık bu memleket idare edilemez. Kanun devrine (yani hukuk devletine) geçmemiz lazım” dedi.

İsmet Paşa da otoriter bir kimlik değil mi?

Atatürk kadar otoriter değil. Atatürk’e yöneltilemeyen eleştiriler İsmet Paşa’ya yöneltildiği için İsmet Paşa Atatürk’ten daha otoritermiş gibi bir imaj oluştu. Mesela Serbest Fırka’nın kapatılmasına İsmet Paşa karşı çıkmışken, genel kanaat partiyi onun kapattırdığıdır. Ayrıca “Atatürk kendisini değişmez genel başkan ilan etmedi ama İsmet Paşa etti” denir. Bu da doğru değil. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın tüzüğüne ebedî genel başkanlık Atatürk döneminde 1932’de girdi.

Atatürk’ü tabulaştıranın ve Atatürk’ü öne sürerek ülkede otoriterliği koyulaştıranın İnönü olduğu söylenmez mi?

Bu da yanlıştır. Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet Paşa’nın kurdurduğu Refik Saydam hükümetinin programında Atatürk’ün adı geçmez ama Celal Bayar’ın 1937’deki hükümet programında Atatürk’ün adı ulu önder, ulu gazi, ebedî şefimiz diye 42 kez geçer. Çünkü İsmet Paşa’nın hem orduda hem partide gücü vardır. Ama Celal Bayar’ın yoktur. Bugünkü Atatürk imajının oluşmasında Celal Bayar’ın rolü daha fazladır. Atatürk’ü kullanmanın yolunu Bayar açtı. İnönü ise 1950’lerden itibaren Demokrat Parti’ye karşı Atatürk’ü kullanmaya başladı. Ahaliden oy alamayınca, Atatürk kavramı öne çıkarıldı ve orduya mesajlar verildi.

Atatürk Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Kürtlere herhangi bir konuda söz vermiş miydi?

Kurtuluş Savaşı sırasında iki ayrı halk oturmuşlar mukavele yapmışlar diye bir şey yok. Ama Atatürk, Kürtlerin 1920 yılına kadar sahip oldukları serbestîlerinin, Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki Türkiye’de de devam edeceği izlenimini verdi.

Kürtler açısından 1920’lere kadarki tablo nasıldı?

1920’lere kadarki tablo “Türkler ve Kürtler” tablosudur. Lozan’da, İsmet Paşa “biz Türkler ve Kürtler” diye konuşuyordu. Meclis’te çok sık olmamakla beraber Türkler ve Kürtler kavramı kullanılıyordu. Kürtlerin zor kullanılarak Türkleştirilmeleri ise Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra oldu. Türkleştirme politikaları sertleşti ve bugünkü sonuçlar ortaya çıktı. Osmanlı’nın bir Kürt meselesi yoktu. Osmanlı devleti Müslüman kavramına dayandığı için Türk, Kürt diye bir ayırım yoktu. Ayrıca Kürtler coğrafi ve tarihî sebeplerle kendilerini temsil edecek bir aydın sınıf da ortaya çıkaramamıştı. Kürt meselesi, Milli Mücadele’yle, devletin laikleşmesiyle ve Türkleşmesiyle gündeme geldi.

Atatürk, bir basın toplantısında, Kürtlere özerklik verileceğine dair sözler etmedi mi?

O basın toplantısı Ocak 1923’tedir. Lozan’da Kürtlere muhtariyetin tartışıldığı dönemdir bu. İzmit basın toplantısında Atatürk, “Haymana’da bile Kürtler var. Türklerle Kürtleri ayıramayız” dedikten sonra, “Muhtariyetten bahsediyorlar. Bizim anayasamız bütün vilayetlere bir tür muhtariyet –özerklik- veriyor. Bu anayasayı uyguladığımızda, bütün illerin muhtariyeti çerçevesinde Kürtler de kendi kendilerini yönetmiş olacaklardır” diyor. Atatürk burada hem politika hem diplomasi yapıyor.

Kürtler Atatürk’ün bu sözlerini bir özerklik vaadi olarak algılamakta haksızlar mı?

Tarihsel olarak haksız değiller. Bu sözler öyle algılanır ama bu sözleri bugünkü bir etnik federasyonun veya özerkliğin gerekçesi sayarlarsa haksız olurlar. Atatürk’ün 24 Nisan 1920’de yaptığı çok önemli bir konuşma daha var. Meclis açılalı bir gün olmuş ve “Türkiye sadece Türk değil. Sadece Kürt değil. Sadece Çerkez değil. Bunların elbette hakları olacak. Ama şu zaferi bir kazanalım, ondan sonra bunu görüşelim. Şimdi yaparsak birbirimize düşeriz” diyor. Zaferi kazanınca da zaten bildiği gibi yapıyor.

Atatürk, Şeyh Sait ayaklanmasını, muhaliflerini susturmak için kullandı mı?

Kesinlikle... Atatürk’ün başvekili Fethi Bey bile Takriri Sükûn Kanunu’nun ve sıkıyönetimin sadece isyan çıkan illerde uygulanmasını savunuyor. Atatürk ise İsmet Paşa’yı başbakanlığa getirerek İstanbul’da bile Takriri Sükûn Kanunu’nu uygulatıyor. Gazetecileri, muhalif basını tamamen susturuyor.

Atatürk’ü yüksek sesle eleştirebilen hiç kimse kaldı mı 1926’dan sonra?

Hayır kalmadı. Atatürk’ü artık çok alçak sesle bile eleştirmek mümkün değildi. Bunu Nutuk’ta da görüyoruz. Dünün Şark Fatihi olan, Sevr’in şark ayağını kırarak, Doğu’yu kurtaran Kazım Karabekir, Nutuk’ta Atatürk tarafından en hain dimağlar olarak niteleniyor.

Atatürk’e Kurtuluş Savaşı’nda liderlik yolunu açan Karabekir değil midir?

Evet. İnönü, Abdi İpekçi’ye, “Atatürk, 1927’de Meclis’te Nutuk’u okuduğunda Milli Mücadele’deki yol arkadaşlarına kendisine muhalefet ettikleri için çok öfkeliydi. O kızgınlıkla bunları hain olarak niteledi. Eğer Nutuk’u sonra okusaydı, öfkesi yatışmış olurdu ve daha yumuşak bir dil kullanırdı” diyor. Burada önemli olan, Nutuk’un, İsmet Paşa’nın tanıklığıyla, Atatürk’ün çok öfkeli olduğu bir zamanda söylenmiş olmasıdır. Dolayısıyla Nutuk, ezelî ve ebedî bir kitap değildir. Tarihin, 1927’deki Atatürk’ün stratejilerine göre dizayn edilmesidir Nutuk.
kaynak http://taraf.com.tr/makale/8523.htm

Taha Akyol: ‘İstiklal gitti hürriyet geldi’
“Atatürk döneminde bugünkü demokrasi olamazdı ama Kurtuluş Savaşı sırasında olduğu kadar bir demokrasi olabilirdi. Ama o demokrasi de elden gitti.”

“Mareşal Karabekir, “Milli mücadeleyle istiklalimizi kazandık ama tek parti rejimiyle hürriyetimizi kaybettik” der. Bence tarihin özeti budur.”

“İsmet Paşa Atatürk’ün her dediğini yapan biriydi. Kazım Karabekir ve Rauf Orbay, Atatürk’e İsmet Paşa kadar sadık ve itaatkâr olamazlardı.”

* * *

İKİNCİ BÖLÜM
Ama Hangi Atatürk? kitabıyla, Atatürk’ün aslında tek bir fotoğrafının değil, pek çok fotoğrafının olduğunu ortaya koyan ve Atatürk’ün kişiliğini ve çelişkilerini, söylediklerini ve yaptıklarını anlatan Taha Akyol’la dün birinci bölümünü yayınladığımız söyleşiye kaldığımız yerden devam ediyoruz.

* * *

NEŞE DÜZEL: 1927 yılında Meclis’te okuduğu Nutuk’ta, Atatürk, Milli Mücadele’deki yol arkadaşlarını, kendisine muhalefet ettikleri için hain olarak suçlarken, onlar kendilerini hiçbir şekilde savunamadılar. Nutuk’u Atatürk yazmış olsa da, Cumhuriyet tarihinin bir bölümü Nutuk’ta Atatürk tarafından tek taraflı anlatılmış olmadı mı?

TAHA AKYOL: Kesinlikle... Kim yazarsa yazsın, tek taraflı olarak yazılmış oluyor. Düşünün ki, Kazım Karabekir’in İstiklal Harbimiz isimli anıları, ancak 1961’de basılabildi ve o da toplatıldı. Daha sonra güç bela mahkeme kararıyla beraat etti. Kazım Karabekir o kitapta Atatürk’e muhalefet edenlerin bakış açısını gösterir. “Milli mücadeleyle istiklalimizi kazandık ama tek parti rejimiyle hürriyetimizi kaybettik” der. Bana göre tarihin özeti budur.

Peki, Atatürk’ü eleştirmenin cezası neydi?

Atatürk’ü eleştirmenin cezası döneme göre değişir. Mesela İttihatçılar arasında siyasi ve iktisadi bakımdan en liberal olan Cavit Bey, darbe girişimi suçlamasıyla idam edildi Aslında öyle bir şey yoktu. Örgütlü muhalefeti tasfiye etmek için yapılmış bir suçlamaydı bu. Zira İttihatçılardan başka Atatürk’e karşı örgütlenebilecek bir güç yoktu. Cavit Bey de İttihatçıydı ve bir muhalefet figürüydü. Mesela Hüseyin Cahit...

Dönemin ünlü gazetecisi Hüseyin Cahit ne yaşadı?

Atatürk’ten çok daha önce laikliği savunan bir gazeteciydi Hüseyin Cahit. Cumhuriyet”i, “mutlakıyetçi cumhuriyet” olduğu için eleştiriyordu. Onun da dergisi kapatıldı ve İstiklal Mahkeme’sinde yargılandıktan sonra sürgüne gönderildi. Mesela Kadro Dergisi... Atatürk’ün sofrasındaki insanlardı bunlar... Atatürk’e ve Kemalizm’e sadıklardı... Ama biraz Marksizm karıştırılmış yorumlarıyla Atatürk’ten farklı bir fikir odağı olabilirler düşüncesiyle onların da dergileri kapatıldı. Şevket Süreyya, İktisat Vekaleti’ne alındı. Yakup Kadri, Tiran’a gönderildi ve kendi deyimiyle orada ‘zoraki diplomat’ oldu. Şurası kesin ki, Atatürk gibi liderlerde çok yüksek bir “ben” duygusu vardır.

Atatürk diktatör müydü?

Atatürk muhalefete, kendisine aykırı olan görüşlere izin vermeyen, tek partiye inanan bir liderdi. Zaten bu tür ego duygusu olmadan da o çapta bir lider olunmuyor... Mesela o dönemde Türk Ocağı da, Türk Kadınlar Birliği de hep kapatılıyor. Türk Ocağı inkılâp karşıtı değil, gerici değil... Niye kapatıyorsun? Türk Kadınlar Birliği, laik, çağdaş bir dernek. Balo falan yapıyorlar. Onu niye kapatıyorsun? Kapatılıyorlar çünkü ortada sadece Gazi’nin fikirleriyle teşkilatlanmış tek bir siyasi parti olacak. Gazinin fikirleriyle teşkilatlanmış tek örgüt de Halk Evleri olacak...

Atatürk, kendisini diktatör olarak tanımlamıyor mu?

Atatürk 1930’da Serbest Fırka’yı niye kurdurduğunu anlatırken, kendisinin Batı’da diktatör olarak anıldığını, manzaranın hakikaten bir diktatörlük manzarası olduğunu ve ölürse geriye bir istibdat müessesesi kalacağını, halbuki bunu istemediğini, ömrü boyunca fikri hür, irfanı hür rejimler istediğini ve bunun için serbest Fırka’nın kurulmasını istediğini söylüyor.

Peki, Serbest Fırka ne kadar yaşıyor ve kim kapattırıyor?

Üç ay sürüyor ve Atatürk kapattırıyor.

Atatürk bugün bir tabudur. Yaşadığı dönemde de öyle miydi?

Öyleydi tabii. Gerçi bugünkü kadar ideolojik referans haline gelmiş bir tabu değildi ama... Atatürk o dönemde bugünkünden çok daha kuvvetli bir siyasi otorite tabusuydu. Atatürk bugün eleştirilebiliyor. Yasakladığı yayınlar basılıyor... Ama o dönemde bunlar yapılamıyordu. İsmet Paşa’nın anlattığı bir hikâye vardır. Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, Mustafa Kemal’e Harbiye Nazırlığı sözü veriyor. Harbiye Nazırlığı demek, Enver’in geçmişteki gücünü ele geçirmek demek. Ama Harbiye Nazırı olmuyor ve Atatürk ömrünün sonuna kadar İzzet Paşa’yı affetmiyor. Hatta Nutuk’ta İzzet Paşa’yı ırkından dolayı suçluyor.

Nasıl suçluyor?

Arnavut diye eleştiriyor. “Milletime bu noktada tavsiye ederim ki, başa geçireceği adamların kanındaki cevher-i asliyeye dikkat etsin” diyor. Atatürk bu kadar ben merkezli, bu kadar otoriter olmasaydı, Atatürk olamazdı. Daha Milli Mücadele döneminde başta Karabekir olmak üzere, Atatürk’ün diktatör olmasından endişe eden pek çok kişi var. “Başımıza yeni bir Enver mi olacak” diye hepsi korkuyorlar. Ama hiçbiri de ona, “Paşam çekil artık, ben lider olacağım” diyemiyor. O sırada Atatürk’ten korktuklarından değil, onun liderliğini doğal kabul ettiklerinden bunu diyemiyorlar. Onun gücünü Halife’yle dengelemeye çalışıyorlar. Mustafa Kemal’in siyasi otoritesini dengeleyen böyle bir kurum olsun diyorlar.

Demokrasiyle dengelemeye çalışmıyorlar mı?

Çok partiyle dengelemeye çalışıyorlar. Atatürk ömrü boyunca kuvvetler birliğini savundu. Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi muhalifler ise kuvvetler ayrılığını savundular. Kuvvetler ayrılığı, “Tek kişi hâkim olmaz. Bağımsız yargı olacak”. Bazıları diyorlar ki, “o zaman memlekette okuma yazma yoktu. Demokrasi olur muydu?”

O koşullarda demokrasi olmaz mıydı gerçekten?

O günün şartlarında bir demokrasi pekala olurdu. Nasıl savaş devam ederken demokrasi olduysa, öyle demokrasi olurdu. Zaten o dönemde Avrupa’da da bugünkü gibi bir demokrasi yoktu. Asıl önemli olan iktidarın değil, muhalefetin olup olmamasıdır. Atatürk döneminde günümüzdeki gibi bir demokrasi olamazdı ama Kurtuluş Savaşı sırasında olduğu kadar bir demokrasi olurdu. Ama o demokrasi de elden gitti. Karabekir’in “Milli Mücadele’yle istiklalimizi kazandık, ama tek partiyle hürriyetimizi kaybettik” dediği de o zaten.

Birinci Meclis’in Hüseyin Avni Ulaş gibi üyeleri daha demokrat bir yönetim istediler. Atatürk neden demokratik bir yönetimi tercih etmedi?

Çeşitli sebepleri var. Birincisi, Atatürk’ün otoriter kişiliğidir. Atatürk’te kendisinin baş olduğu şeklinde doğuştan gelen bir algıma var.

Atatürk hakikaten tek adam olarak yaratılmış bir kişilik. Daha çocukken, kardeşi Makbule Hanım’a “benim emrimden çıkmayacaksın” diyor. Sakarya Savaşı’ndan sonra Halide Edip, “Paşam savaş bitti” diyor. Ona, “bundan sonra da benim emrimden çıkmayacaksınız” diyor. Karabekir Ankara’ya geliyor. Parti kurmaktan bahsediyor. Ona da, “Askerlik bitti ama emrimden çıkmayacaksınız” diyor. Atatürk bu otoriter kişiliğiyle milliyetçilik ve Batılılaşma politikalarını yürütüyor

Atatürk’ün demokratik bir yönetimi tercih etmemesinin diğer nedenleri neler?

İkinci neden, Atatürk, heyecanla inanmış bir çağdaşlaşmacıdır, modernisttir. “Halkı kendi haline bırakırsak bir hatve (bir adım, bir milim) ileri gidemeyiz” diyor. Ve halkı kendi haline bırakmayan tek partili bir rejim kuruyor. Muhalefet olduğu takdirde bütün bu isteklerini gerçekleştiremeyeceğini düşünüyor. Üçüncüsü, Atatürk, halkın hilafet, şeriat propagandasıyla yanıltılabileceğini düşünüyor ve “bunu, ‘tek parti’ önler” diyor. Dördüncüsü, Atatürk muhalefet olduğu takdirde isteklerini ve modernleşme projesini gerçekleştiremeyeceğini düşünüyor.

Atatürk’ün muhalifleri modernleşmeye karşı mıydılar? Yoksa onlar, Atatürk’ün bu hedefe varmada kullandığı baskıcı yönteme mi karşı çıkıyorlardı?

Muhalefet modernleşme karşıtı değildi. Onlar da modernistti. Ancak onların modernleşme modelleri Mustafa Kemal’inkinden farklıydı. Muhalefet, memlekette eleştiri hürriyetinin olmasını istiyordu, piyasa ekonominin modernleşmeyi daha hızlı getireceğini düşünüyordu. Atatürk ise modernleşme projesinin ancak otoriter rejimde uygulanabileceğine inanıyordu.

Atatürk’le birlikte Kurtuluş Savaşı’nı yapan birçok silah arkadaşı daha sonra siyasetten tasfiye edildiler. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Refet Bele, Adnan Adıvar... Onlarla Atatürk arasındaki en önemli görüş ayrılığı neydi?

Rejim tek adam rejimi olacak mı olmayacak mı? Bütün farklılıklar bu meselenin etrafında döner. Onlar, “sen partilerin üstünde tarafsız ol. Memlekette çok parti rejimi olsun” diyorlar. Kişi idaresine karşı çıkıyorlar. Atatürk ise kendisinin mutlak hâkim olduğu bir modernleşme projesini savunuyor. Atatürk’te, doğuştan baş olmak üzere yaratıldığına, lider olduğuna dair bir inanç var.

Bu dönemde Atatürk’ün yanında İsmet İnönü, Fevzi Çakmak gibi isimler kalıyor. İsmet Paşa’nın Atatürk kadar otoriter olmadığını söylediniz. O zaman niye muhalefetin yanında yer almıyor da, Atatürk’ün yanında yer alıyor?

Fevzi Çakmak asker olarak Atatürk’ün emrindedir. “Genelkurmay Başkanı olarak benim görevim itaattir” der. İsmet Paşa ise Atatürk’ün yanında ikinci adamdır. Atatürk’ün yanında yer alarak ‘hazretleri’ oluyor, ‘ikinci adam’ oluyor. İsmet Paşa, zaman zaman çatışmaları olsa da, Atatürk’ün her dediğini yapan biriydi. Şevket Süreyya bunu çok iyi anlatır. Atatürk hakikaten tek adamdır. İsmet Paşa da hakikaten ikinci adamdır. Mesela Kazım Karabekir, Rauf Orbay da ikinci adam olabilirlerdi ama İsmet Paşa kadar Atatürk’e sadık ve itaatkâr olmazlardı. Çünkü onlar, Mustafa Kemal’in her dediğini yapacak adamlar değildi. Bir de şunu söylemeliyim. Aslında Türkiye’de liberalizm köksüz bir şey değildir. Osmanlı’da...

Osmanlı’da liberalizm var mıydı?

Çok kuvvetli bir liberalizm vardı. Liberalizm bizde tek parti döneminde kaldırıldı. Mesela Karabekir ve arkadaşları Terakkiperver’in programına açıkça liberal diye yazıyorlar. Çünkü Osmanlı’da meşrutiyette meclis vardı, seçim vardı, parlamenter usuller vardı. Fırka kavramı yerleşmişti. Zaten bu yüzden Birinci Meclis’te farklı görüşten ve etnik kökenden insanların, komünistlerin, hocaların birarada bulunmasını yadırgamıyorlardı.

Ama Cumhuriyet’in otoriter ve totaliter yapısı, “şartlar onu baskıcı olmaya zorladı. Demokratik olamazdı” diye savunuldu. Bu ülkede otoriter, baskıcı bir rejim, dönemin şartlarının bir sonucu olarak değil de, bir tercihin sonucu olarak mı kuruldu ve devam ettirildi?

Atatürk mecbur kaldığı için tek partili rejimi kurmadı. Atatürk ideolojik olarak tek partili rejime inanıyordu. Bütün ömrü boyunca kuvvetler birliğini yani yürütme yasama ve yargının tek elde toplanmasını savundu. “Atatürk, Şeyh Sait İsyanı çıkınca, Karabekir’in partisini kapattırmak zorunda kaldı” derler. Öyle değil. Terakkiperver Fırkası kurulur kurulmaz, Atatürk, Fethi Okyar’ı Karabekir’e gönderiyor. “Çok kötü şeyler olacak. Partinizi kapatın” diyor.

Karabekir ne cevap veriyor?

Karabekir, “Biz cumhuriyet kurmadık mı? Partisiz cumhuriyet mi olur?” diyor. Atatürk’ün projesinin tek partili cumhuriyet olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Atatürk çok partiyi istemiş de, mecbur kaldığı için tek partili rejim kurmuş değil. Atatürk’ün kafasındaki proje tek parti idaresi kurmaktır. Nitekim yabancı bir gazeteciye, “Bunlar nankör, bunları ben kurtardım, bana karşı parti kuruyorlar” diyor. Cemil Koçak bunu belgesiyle açıkladı.

600 yıllık bir saltanatı yıkıp cumhuriyeti kurmak büyük bir cesaret gerektiriyordu. Atatürk bu cesareti gösterdi. Aynı cesareti neden demokrasi kurmak konusunda göstermedi?

Atatürk’ün cesareti, liderliği, vizyonu konusunda hiçbir şüphe yok. Size ölmeyi emrediyorum derken, kendisi de elinde tabancasıyla askeriyle birlikte savaşa giren birisi o. Ama buradaki problem cesaret değil. Saltanat zaten Vahdettin yüzünden yıpranmıştı. Ve Mustafa Kemal, saltanatı kaldırdığı zaman tek adam olacaktı ve kafasındaki modernleşmeyi uygulayabilecekti. Demokrasi olduğunda ise...

O zaman ne olacaktı?

Tek adam olmayacaktı ve kendi modernleşme projesini uygulayamayacaktı. Çünkü Karabekir ve arkadaşları da modernleşme istiyorlardı. Muhalefet modernleşme amacına değil, yöntemine itiraz ediyordu. İki tarafın modernleşme modelleri farklıydı ve Mustafa Kemal’de şahsi otorite mücadelesi vardı. Mustafa Kemal’in projesi Karabekir ve arkadaşlarınki kadar yumuşak, liberal ve evrimci değildi. Onun projesi devrimciydi, daha otoriter ve radikaldi. Ancak otoriter bir sistemde uygulanabilirdi. Mesela Kazım Karabekir “Musul meselesi çözülmeden hilafeti kaldırmamız yanlış. Kürtlerin sadakatini kaybederiz. İleride düşünelim bunu” diyor.

Haksız mı peki?

Haksız değil. Ama bu, Mustafa Kemal’in modernleşme projesini ertelemesi demekti. Ertelemedi.

Cumhuriyeti kurmak o dönemde kolay mıydı?

Kolaydı. Saltanatın kaldırılması otomatikman cumhuriyet demektir zaten. Saltanatın kaldırılması için verilmiş seksen imzalı bir takrir vardı. Bu takrirde Atatürk’ün imzası sekseninciydi. Önergeyi verenlerin başını Rauf Orbay, Hüseyin Avni, Rıza Nur gibi isimler çekiyordu. Çünkü artık en muhafazakârların kafasında bile Vahdettin’in tavrı yüzünden saltanat bitmişti. Dolayısıyla saltanatın kaldırılması zor değildi. Saltanat kaldırıldıktan sonraki adım da zaten doğal olarak cumhuriyetti. Zaten oradaki ihtilaf da zaten cumhuriyetin kurulup kurulmaması değildir.

Sorun nedir?

Atatürk, cumhuriyeti kendisine muhalefet edecek kesimlerin katılımıyla ilan etmek istemiyor. Atatürk cumhuriyeti kendi kararıyla ilan etmek istiyor. Eğer cumhuriyetin ilanına Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Adnan Adıvar, Hüseyin Avni Ulaş gibi Milli Mücadele’nin önde gelen isimleri katılsaydı, bunların cumhuriyet rejimi içinde meşruiyetleri olacaktı. Atatürk cumhuriyetin ilanını, onların İstanbul’da oldukları bir tarihe denk getirdi. Onların, daha sonra “bizi dışladın, devre dışı bıraktın” diye verdikleri tepkileri, cumhuriyet karşıtlığı gibi kullandı. Buradaki mesele, onların, cumhuriyet düşmanı olmaları değildir. Mesele, Atatürk’ün kendi kafasındaki modernleşme projesini uygulamak için, muhalefeti dışlayarak cumhuriyeti ilan etmiş olmasıdır.

Atatürk, muhalefeti tasfiye edeceğinin ilk işaretini cumhuriyeti kurarken mi veriyor?

Mustafa Kemal, ileride yapacağı inkılâpların kadrosunu daha Milli Mücadele’yi yaparken kuruyor. Garp cephesi komutanlığına generalleri getirmiyor da, o sırada henüz albay olan İsmet İnönü’yü getiriyor. Aslında Atatürk’ün kurmay ve siyasetçi zekâsı, dehası gözardı ediliyor.

Atatürk’ün hangi özelliği daha önde? Askerliği mi, politikacılığı mı?

“Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır” sözünü mesela birkaç hafta önce Kazım Karabekir de söylemiş. Yani Eskişehir’i bırakıp Sakarya’ya çekilmekte tereddüt etmeyelim. Biz bir hattı savunmuyoruz. Biz bütün vatanı savunuyoruz. Sakarya’da düşmanı yenersek bütün vatanı kurtaracağız demektir bu. Biz bunu sadece Atatürk’ün söylediğini zannettiğimiz için, onun askerî dehası olduğunu düşünüyoruz. Oysa hepsi de bu düşüncedeydi. Çünkü Alman Goltz Paşa’nın askerî mektebinde yetişmiş, Birinci Dünya Savaşı’nı yaşamış kurmay subaylar bunların hepsi. Atatürk’ün diğerlerine üstün olduğu taraf siyasi dehasıdır. İsmet Paşa da, “Atatürk’ün siyasi kabiliyeti, askerî kabiliyetinden üstündür” diyor.
http://taraf.com.tr/makale/8544.htm
Taha Akyol: ‘Şeriatı övdü, dini kullandı’
“Atatürk dini, Milli Mücadele yıllarında siyaseten kullandı. “Kanun-i Esasi’miz Kur’an’dır... Allah’ın emirlerine uymadığımız için geri kaldık” dedi.”

“Meclis’i öyle bir İslâmi gösterişle açtı ki, Atatürk’e göre çok muhafazakâr olan Karabekir “bu kadarı fazla” dedi. Bunu, ahaliyi kazanmak için yaptı.”

“Milli Mücadele’den sonra ise laiklik yolunda ilerledi. “Biz gökten indiği zannedilen kitaplara göre değil, hayatın gerçeğine göre politika yapıyoruz” dedi.”

* * *

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Taha Akyol’la söyleşimizi üçüncü bölümüyle bitiriyoruz. Dün bizim hatamız yüzünden Kazım Karabekir ‘mareşal’ olarak yazıldı. Taha Akyol’dan ve okurlardan özür diliyoruz.

* * *

NEŞE DÜZEL: Atatürk hilafete de son verdi. Hilafetin kaldırılması nasıl tepkilere yol açtı?

TAHA AKYOL: Hilafetin 1924’te kaldırılmasına en önemli tepki Şeyh Sait İsyanı’dır. Sünnilikte devlete, sultana isyan etme geleneği yoktur. Bu yüzden Mustafa Kemal gibi ülkeyi kurtaran bir başkomutana, laik otoriteye Anadolu’da isyan olmadı. Ama hilafet kalkınca Şeyh Sait İsyanı oldu.

Atatürk’ün dinle ilişkisi nasıldı?

Başta beri emsallerine göre din anlayışı daha mesafelidir ama dinin toplumsal ve siyasi açıdan öneminin de farkındadır. Atatürk dini siyaseten kullanmayı çok iyi başardı. Atatürk’ün şeriatı öven sözleri vardır. Mesela “Bizim kanun-i esasimiz (anayasamız) Kur’an-ı Kerim’dir” dedi. “Allahın emirlerine uymadığımız için geri kaldık” da dedi. Ayrıca, “Hz. Muhammed’in yüce şeriatı” diye yaptığı konuşmalar var. “Cenab-ı Hak insanları yaratırken” diye bir konuşması var. Bu konuşmalar hep Milli Mücadele sırasında oldu. Atatürk, “antiemperyalizm” sözlerini de hep Milli Mücadele sırasında söyledi.

Milli Mücadele’den sonra nasıl değişti?

Milli Mücadele’den sonra ise laiklik yolunda ilerledi. Zaten “anayasamız Kur’an’dır” diyerek laiklik olur mu? Olmaz. O zaman da, “Biz gökten indiği zannedilen kitaplara göre değil, hayatın gerçeklerine göre politika yapıyoruz” dedi. 1937’de Meclis’i açış konuşmasında, “tabiat insanı yarattı” dedi. Ama şu var! Atatürk’ün orada öyle, burada böyle söyleyen biri gibi görünmesi beni rahatsız eder. Çünkü onu böyle ele almak, bizi bilimsel tarih analizinden uzaklaştırır. Biz, dönemlerin nasıl değiştiğini ve bu değişimleri Mustafa Kemal’in nasıl etkilediğini ve kendisinin de yaşanan değişimlerden nasıl etkilendiğini incelemeliyiz. Mesela Atatürk Libya’da savaşırken imparatorluk için savaşıyordu. O dönemde Padişah Vahdettin’e “ayağınızın tozuna yüz sürmeye hasretim” gibi Anadolu’dan gönderdiği telgraflar vardır.

Padişaha mı yazıyor?

Tarihçi Sina Akşin, “Bunu yazan M. Kemal olmasa, neredeyse ‘bende’ üslubuyla yazılmış diyeceğim” diyor. Ama M. Kemal o dönemde de saltanata karşıdır. Benim, onun ‘kurmay’ tarafı dediğim de budur zaten. O günün şartlarının taktiğini uyguluyor o. Mesela arkasından da Lozan’da İngilizlere karşı İslâm’ı kullanıyor. Ayrıca İngilizleri yumuşatmak için “Avrupalı Türkiye” tanımına da başvuruyor. “Avrupa’nın hududu Türkiye’nin doğusunda biter” diye konuşmalar yapıyor. Avrupa’da faşizm güçlenmeye başlayınca da İngilizlerle müthiş bir ittifak çalışması yapıyor. sol Kemalistler, Atatürk’ün 1930’larda İngiltere ile ittifak yapmak için nasıl canla başla uğraştığından hiç bahsetmiyorlar, İsmet Paşa’yı suçluyorlar.

Niye?

Bu, ideolojik davranmaktır. Sol Kemalistler, “Atatürk hiçbir emperyalist devletle ittifak yapmadı. Saat dokuzu beş geçe emperyalizm Türkiye’ye girdi. Çünkü, İnönü geldi” diyorlar. Oysa Atatürk İngiltere’yle ittifak yapıyordu, ömrü yetmedi. 1939’da İnönü ittifakı imzaladı. Zaten biz hep 1920’lerden bahsediyoruz. 1930’lardan hiç bahsetmiyoruz. Bu tarihçilik değildir.

Ama şundan da pek söz etmeyiz. 23 Nisan 1920’de Meclis’i dualarla açtığı anlatılır. Atatürk niye yaptı bunu?

Meclis’i öyle bir İslâmi gösterişle açtı ki... Atatürk’e göre çok muhafazakâr olan Karabekir bile “bu kadarı fazla” dedi. Mesela Meclis’in 22 nisan perşembe günkü açılışını 23 nisan cumaya aldı. On beş gün önceden telgraflarla Anadolu’ya genelgeler gönderdi. “Meclis’i cuma günü açacağız, bunun için şu kadar dua okunacak. Şu kadar nafile namazı kılınacak ve bunlar camilerde cemaate ve meydanlarda halka ilan edilecek” dedi.

Meclis’i niye İslâmi gösterilerle açıyor?

Bu politik bir davranış. İstanbul’da halife var ve Milli Mücadele’nin aleyhine fetva yayınlamış. Mustafa Kemal’in o dönemde bütün ahalinden destek toplayabilmesi için, kendisinin o fetvada anlatıldığı gibi “şeriata ve halifeye karşı çıkan biri” olmadığını, aksine şeriatı ve halifeyi kurtarmaya çalışan biri olduğunu ispat etmesi lazım. Çünkü İstanbul’da yayınlanan fetvalardan ötürü Anadolu’da bazı iç isyanlar çıkıyor. Mustafa Kemal de, “hayır, ben İstanbul’un söylediği gibi laislâmi bir hareket değilim. Aksine ben daha İslâmi bir hareketim” mesajını vermek istiyor. Aradan iki yıl geçiyor ve Sakarya zaferi kazanılıyor. Meclis’te bir müezzin Mustafa Kemal’in gelişi şerefine ezan okumak istiyor. Onu haşlıyor. “Ezanın yeri burası değil, camidir. Oraya git” diyor. Gücü eline geçirince laikliğe doğru yürümeye başlıyor. Çünkü onun kafasındaki esas model Batılılaşmak!

Atatürk’ün din adamlarıyla ilişkisi nasıldı?

“Din adamlarını, hocaları sevmem” diyor ama özellikle Milli Mücadele sırasında İstanbul fetvasına karşı, o da 90 küsur imzayla din adamlarının fetvasını aldı. Böylece Milli Mücadele’yi İslâmi bakımdan meşrulaştırarak halkın desteğini almayı başardı. Din adamlarıyla ittifak zaferden sonra bozulmaya başladı. Zaten Atatürk için laiklik, demokrasiden önce gelir. Milli Mücadele sırasında İstanbul’dan yardım almak ve halkı etrafında toplamak için Abdülhamit’ten daha İslâmi bir politika uyguladı ama... O her zaman Batılı hayat tarzını benimsedi.

Peki, demokrasiyi gözardı etmek Batılı hayat tarzıyla çelişmedi mi?

Hayır. Çünkü Batılı hayat tarzının içinde mutlaka demokrasi vardır düşüncesi bizim bugünkü düşüncemizdir. O zamanki Batılı hayat tarzı “gardırop devrimi” denen türde bir Batılılaşmaydı. Şapka devrimi, balolar vb... Batılılaşalım derken, alt yapı devrimleri ve ekonomi fazla öncelikli değil. “Fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştirelim ama o nesiller Atatürk’ün sözlerine iman etsinler” inancı var. Unutmayın ki o dönemin Batısı aynı zamanda faşizmin yükseldiği bir Batı’ydı. Dünyada Büyük Buhran’dan sonra liberalizm gözden düşmüştü. CHP’nin altı oku müzakere edilirken, Atatürk, Şükrü Kaya’ya “Şükrü Beyefendi siz iktisadi doktrinler uzmanısınız. Liberalizm ne demek” diye soruyor. Şükrü Kaya, “Liberalizm sömürge ekonomisidir” diye cevap veriyor. Atatürk, “O zaman biz liberal olmayacağız” diyor.

Atatürk liberalizmi Şükrü Kaya’dan mı öğreniyor?

Liberalizmin ayrıntılarını bilmediği kanaatindeyim. Atatürk’ün okuduğu kitaplar daha çok dil ve tarih meseleleriyle ve ulus oluşturmakla ilgilidir. O’nun aydınlanma kaynağı Fransız jakobenizmidir, Voltaire’dir, Rousseau’dur. İngiliz liberalizmini okuyan ise İsmet Paşa’dır. Size Gagavuz Türklerinin olayını anlatayım. Hamdullah Suphi, “Türkçe konuşan Hıristiyan Gagavuz Türklerini Türkiye’ye alalım” diye rica ediyor. Atatürk kabul etmiyor. Ama Türkçe bilmeyen Boşnakları alıyor. Çünkü, din farkı sosyal entegrasyona engel olabilir diye düşünüyor. Bakın... Laik cumhuriyet, vatandaşını dine göre tanımlamıştır. Azınlık ne demektir? Gayrımüslim demektir. Kürt yok ne demektir? Türk ve Kürt, ikimiz de Müslümanız demektir.

Vatandaşlık tanımını dine göre yapmak laiklik tanımıyla bağdaşır mı?

Bu, dinin referans olarak alınması değildir. Bu, Müslüman ahalinin ulus-devlet için daha sağlam bir zemin oluşturduğunu düşünmekten kaynaklanan siyasi bir tavırdır. Müslüman ahaliye dayanan bir ulus-devletin daha sağlam olacağını düşündü Atatürk. Gayrımüslim Türkleri yani Gagavuzları almadı, ama Türkçe bilmeyen Boşnakları aldı. Anadolu o sırada boştu.

Atatürk, dinin ve din adamlarının laiklik için bir tehlike olacağını mı düşünüyordu?

Evet. Hem Atatürk’ün hem de onu takip eden Kemalistlerin “Laiklik elden gidiyor” endişeleri vardır. Kemalist yazar Yakup Kadri, Panorama romanını “Türkiye demokrasiye geçiyor, yobazlar iktidara geliyorlar ve ilericileri kıtır kıtır kesiyorlar” diye bitiyor. Bu bir psikolojiyi gösteriyor.

Bu psikolojiyi kim yarattı?

Resmî ideoloji yarattı. Kemalist yönetim halk yerine devlet güçlerine dayandı. Böyle olunca da halka şüpheyle bakıldı. Şevket Süreyya, “Kemalist bürokrasi, 1920’lerin ortasından itibaren halktan kopuk bir bürokratik hizip haline geldi” der.

Atatürk döneminde mi bu hale geldi?

Atatürk döneminde tabii... Muhalefet olmadığı için yönetimde sorumsuzluk ve yolsuzluk almış başını gitmiş. 1926’da Ahmet Ağaoğlu Atatürk’e bir rapor veriyor. “Paşam, partiniz yolsuzluğa battı” diyor. Atatürk halktan ne kadar kopulduğunu görüyor ve muhalif bir fırka kurmaya karar veriyor. “Bunlar yanlış giden işleri söylesinler ve iktidar kendini düzeltsin” diyor. Ama bu muhalefet partisi halkta öyle bir ilgi patlaması yapıyor ki, “rejim elden gidecek” kaygısıyla hemen partiyi kapattırıyor.

Demokrat Parti örneği aslında Atatürk döneminde Serbest Fırka’yla mı yaşanıyor?

Bu, tarihsel olarak da, kadro olarak da böyledir. Serbest Fırka’nın İzmir il başkanı Adnan Menderes’tir.

Atatürk döneminde komünistler de baskıyla karşılaştı. Atatürk komünizm hakkında ne düşünüyordu?

Komünizme karşıydı. Atatürk partisinin ideolojisini Kemalizm olarak benimsedi. Atatürk Kemalizm sözünü benimsedi ve kullandı. CHP’nin 1932 programında “partimizin fikriyatı Kamalizmdir” diye yazılıdır. Ses uyumu açısından o dönemde Kamalizm deniyor. Atatürk Kemalistti ve Kemalizm sözü onun döneminde geliştirildi.

Daha sonra komünistleri yakalatacak olan Atatürk, Sovyetler Birliği ile Kurtuluş Savaşı sırasında çok dostane bir ilişki sürdürdü. O dostluğu sürdürürken de mi komünizme karşıydı?

Kesinlikle karşıydı. Atatürk Sovyetlerle dostluk ilişkilerine her zaman önem verdi ama bu dostluğu Kurtuluş Savaşı sırasında bir ideolojik ittifak gibi pazarladı ve Sovyetlerden yardım aldı. Hatta Moskova’dan para ve silah yardımı almak için 1921‘de komünist Bolşevik eğilimli halk zümresinin programını kendi halkçılık beyannamesi olarak yayınladı. Moskova’dan yardım alınmasaydı, Milli Mücadele belki başarılamazdı. Sakarya Savaşı bittikten sonra Moskova’nın yardımına ve Meclis’teki solculara ihtiyacı kalmadı ve solcular tutuklanmaya başladı. Mustafa Kemal pragmatiktir. Atatürk’ün bir politikacı olduğunu dikkate almak lazım.

Politikacılığı dikkate alındığında ne değişiyor, ortaya ne çıkıyor?

Mesela Atatürk’ün gazeteciler tarafından çok kullanılan bir sözü daha vardır... “Basın hürriyetinden ortaya çıkacak olan sakıncaların çaresi yine basın hürriyetidir” diye... Oysa Takrir-i Sükûn döneminde basının nasıl yasaklandığını gazeteci Ahmet Emin Yalman anlatır. Atatürk’ün politik şartlara göre söylediği sözler vardır. Bir de içinde bulunduğu şartlara göre yaptığı uygulamalar vardır. Mesela Atatürk ömrü boyunca milliyetçi oldu. Ama şartlara ve dönemlere göre, milliyetçiliğinin içeriği değişti. Bu içerik, zaman içinde Osmanlı milliyetçiliği, daha sonra İslâmi bir milliyetçilik, arkasından daha Anadolucu bir milliyetçilik, onun arkasından da daha Türkçü bir milliyetçilik oldu.

Atatürk döneminde Kürtlerle, dindarlarla, solcularla, demokratlarla liberallerle devletin sorunlar yaşadığı görülüyor. Peki, Atatürk’ün destekçileri kimlerdi?

Destekçileri ordu, bürokrasi ve o zamanın okumuşlarının ve hatta liberallerinin çok büyük bir bölümüydü. Bir de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın tabanındaki esnaf, tüccar ve esnaftı.

Atatürk’ün 1915’teki Ermeni tehciriyle ilgili görüşleri nelerdi?

Atatürk 1915’teki Ermeni tehcirini savunmadı ama açıkça suçlamadı da. 24 Nisan 1920’de Meclis’te yaptığı konuşmada tehcir için eleştiri anlamında, “fezahat” yani “çok çirkin hadise” dedi. Ama 1921’de İstanbul Hükümeti, “Ermeni hadiselerini suçlayan bir bildiri yayınla” dediğinde, Mustafa Kemal İttihatçıları suçlamayı reddetti. Zira hem ileride başına geçeceği devlet suçlanmış olacaktı. Hem de Milli Mücadele’nin alt yapısını İttihatçılar oluşturuyordu.

Sizce Atatürk’ün yönetimde yaptığı en büyük hata neydi?

En büyük hatası Şeyh Sait İsyanı üzerine çıkarılan bir tür sıkıyönetim kanunu olan Takrir-i Sükûn’dur. Bu kanun sadece isyanın güç kullanılarak bastırılmasını sağlamadı. Muhalefeti ve basını da susturdu. Hükümete yargı yetkilerini tanıyan bu kanun çok sert uygulandı.

Nasıl uygulandı?

Sonunda tek partili cumhuriyet, eleştirisiz bir cumhuriyet oldu. Çünkü Takrir-i Sükûn dönemi, sorunların ekonomik ve sosyal olarak diyalogla çözülmesini dışlayıp, tek çözüm yöntemi olarak kuvvet kullanma alışkanlığını bu ülkede güçlendirdi. Sonuçta Takrir-i Sükûn Kanunu ve onun İstiklal Mahkemeleri bir gün son buldu ama bu dönemin yarattığı kuvvet kullanarak çözme alışkanlığı bu ülkede hep devam etti. Kazım Karabekir o sırada Meclis’te muhalif milletvekiliydi. Takrir-i Sükûn müzakereleri sırasındaki konuşmasında, “Eğer siz İstiklal Mahkemeleri’ni bir reform vasıtası sanıyorsanız, çok büyük bir hata içindesiniz” dedi.

Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemeleri uygulaması bu ülkenin yaşadığı darbelerin, sıkıyönetimlerin, baskıların anası mıdır aslında?

Elbette.

İstiklal Mahkemeleri çok mu adam idam etti?

Asker kaçakları hariç bin civarında idam oldu. İstiklal Mahkemeleri’ni en iyi tanımlayan Kemalist yazar Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’dur. Katibi olarak o, İstiklal Mahkemeleri için “tedhiş mahkemeleri” diyor. Yani “şiddet mahkemeleri, devlet terörü mahkemeleri” diyor.

Neden bugün Atatürk’ü bir lider, bir insan gibi göremiyoruz? Neden Atatürk’ü hiçbir şekilde hata yapmayan biri gibi kabul ediyoruz?

Atatürk doğal bir lider olarak algılanırsa, ya laiklik elden gider, ya ülke bölünür gibi korkular var. Aksine Atatürk doğal bir lider olarak algılanırsa ülke daha normalleşir. O yüzden Atatürk’ü tabu haline getirmek de yanlış, onun gibi milli bir lidere düşmanlık etmek de yanış. Atatürk’ün farklı dönemlerinde farklı politikalar uyguladığını bir görebilsek... Bu, bize, farklı politikalar uygulamanın Atatürk esprisine aykırı düşmediğini anlatacak ama... Onu tabu haline getirince, “ezelde de böyle, ebediyette de böyle, onu taklit etmekten başka bir yol yok” noktasına geliniyor. O da nedir? Sıkıyönetimdir, yasak-lamadır. Bakın... Eğer Cumhuriyeti Atatürk’ün sözleriyle tanımlarsanız ve cumhuriyetin Atatürk döneminde var olan cumhuriyet olduğuna inanırsanız, cumhuriyetin zamanla liberalleşmesini “yozlaşma, bozulma” gibi görürsünüz. Ama bazıları, tarihin bir evrim, bir değişim çizgisi olduğunu göremiyor. Oysa 1920’lerdeki Atatürk’ün cumhuriyetiyle 1930’lardaki Atatürk’ün cumhuriyeti bile birbirinden farklıdır. 1920’lerde devletçilik yoktu. 1930’larda devletçilik oldu.

Neden özellikle darbeciler ve darbe yanlıları Atatürk’ün adını kullanıyor?

Siyaset bilimci Metin Heper, “Atatürkçülük, Türkiye’de bir meşruiyet karizmasıdır” diyor. Çünkü Atatürk’e refere edilen her şey meşrulaşıyor. Darbecilerin meşruiyete ihtiyacı var. Atatürk deyince meşrulaşıyorlar.

Neden en Atatürkçü kurum olarak ordu gösteriliyor?

Birçok sebebi var. Bir, Mustafa Kemal, başkumandan olarak her askerin kendisini silah arkadaşı gibi göreceği bir tarihî figürdür. İki, bütün ordular eğitimlerinde devletlerinin zaferlerini incelerler. Bu, Mustafa Kemal’siz yapılamaz. Üç, Atatürk’ün döneminde ordunun Atatürk’e sadık olmasına bilhassa çok önem verildi. Atatürk’ün üniformalı resimleri, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yayımladığı beyannameler, Atatürk’ün subayların maaşlarıyla özel olarak ilgilenmesi, orduyla Atatürk arasında hem ideoloji hem meslektaşlık anlamında çok kuvvetli bir bağ meydana getirdi.

Atatürkçülük tam olarak ne demek?

Atatürkçülüğün temelinde, Kemalizm’in bütün tariflerinde şu üç unsur mutlaka vardır. Bunlar, pozitivizm, milliyetçilik ve otoriterliktir. Bilim dediğiniz zaman, Atatürkçülük pozitivisttir. Yurtseverlik dediğiniz zaman, Atatürkçülük milliyetçidir. Bu, geleneklere, dinî duygulara önem veren bir milliyetçilik yerine laik bir milliyetçiliktir. Küreselleşmeye, liboşlara yer vermemek dediğiniz zaman da, Atatürkçülük otoriter bir rejimdir.

Devamını BURADAN okuyun...>>>

KAFES'İN CEPHANELİĞİ

Kafes'in suikast cephaneliği

Deniz Kuvvetleri’ndeki cuntanın azınlıklara yönelik eylemlerde kullanacağı mühimmat ve silah listesinde Uzi’den LAW’a her şey var

Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan emekli Binbaşı Levent Bektaş’ın ofisinde ele geçen “Kafes Operasyonu Eylem Planı”nın “hazırlık” aşamasının hayata geçtiği belirlendi.
AKP ve gayrımüslimleri hedef alan planın hazırlık aşamasında, “Gayrımüslim nüfusun isim ve adresleri belirlenecek” deniyordu.

Planın ekleri arasındaki Türkiye haritasında hangi ilde kaç gayrımüslim temsilcisinin bulunduğu ayrıntılarıyla yer alıyor. Gayrımüslimler haritada,
“Topluluk olan yerler”, “Topluluk olmayan yerler”, “İmanlı olan yerler” ve “İmanlı olmayan yerler” şeklinde dörde ayrılıyor.

Haritaya göre Türkiye’de 939 gayrımüslim temsilcisi bulunuyor.

Agos’un aboneleri Kafes’te
Yarbay Ercan Kireçtepe tarafından hazırlanan planda Agos gazetesinin abonelere ait bilgiler de yer alıyor. Planın hazırlık aşamasında şöyle deniyordu: “Gayrımüslimlere ait gazete, dergi ve abone listeleri elde edilecek.” Planın ekleri arasında yer alan belgelerde Agos gazetesinin abonelerine ait iş ve ev adresleri, cep ve ev telefonu numaraları ile e- mail adresleri ayrıntılı olarak yer alıyor.Eylem hazırlığına başlamışlar
Taraf’ın dün yayımladığı “Kafes Operasyonu Eylem Planı”nda gayrımüslere yönelik korkunç eylemler yer alıyordu. AKP Hükümeti’ni dış dünya karşısında zor durumda bırakmak için gayrımüslimleri hedef alan dört aşamalı planın hazırlık bölümünde şöyle deniyordu:

» Gayrimüslim nüfusun isim ve adresleri belirlenecek.

» Gayrimüslimlere ait gazete, dergi vb. abone listeleri elde edilecek.

» Gayrimüslimlere ait eğitim kurumların öğrenci, veli ve çalışanların listeleri tespit edilecek.

» Gayrimüslimlere ait vakıf ve ibadethanelerin cemaat listeleri elde edilecek.

» Gayrimüslimlerin dini bayram/önemli günlerinin ve nerelerde ayin/tören düzenledikleri tespit edilecek.

» Eyleme uygun gayrimüslimlerin mezarlıkları belirlenecek. TARAF

Ürkütürsek kuş kafese girmez
Taraf’ın ele geçirdiği “Kafes Operasyonu Eylem Planı”nın hazırlık aşamasında tutulan notlarda ilginç detaylar yer alıyor. İşte o notlardan özetler:

» Marmaris’in Kafes Eylem Planı kapsamına alınıp alınmayacağı konusunda Albay Ş.Y’nin çekinceleri varmış. Son kararı Kadir Paşa verecek, emir bekliyoruz.

» Eylem kapsamında görev alacakların izinlerinde sorun olanlara alternatif çözüm üretelim.

» Agos abonelerine özel paket hazırlayalım.

» Geç kalmayalım alternatif oluşturalım, ürkütürsek kuşlar kafese girmez.

» Kafes Eylem Planı tamamlanınca son hali Kasımpaşa’ya onaya gidecek. TARAF

‘Ya öl ya da terk et’ sloganları
Planda gayrımüslimlerin tehdit altında olduklarını hissetmeleri için duvarlara sloganlar yazılması da öneriliyor. O sloganlardan bazıları şöyle: “Ya öl ya da terket”, “Bu adalar kimin”, “Tekrar denize döküleceksiniz.”

Kafes Operasyonu Eylem Planı’ın ekleri arasında yer alan “Psikolojik Harekât Kamya Kontrol Formu”nda Hrant Dink’in cenaze töreninde atılan sloganlar da yer alıyor. Planda şöyle deniyor: “Hrant Dink cinayeti sonrasında geniş kitle tarafından ‘Hepimiz Ermeni’yiz’, ‘Hepimiz Hrant’ız’ şeklinde sloganlarla Hrant Dink ve Türkiye’de yaşayan gayrımüslimlere sahip çıkılmıştır.”

Suikast silahları da listede
Kafes Operasyonu Eylem Planı’nın eklerinde eylem sırasında kullanılacak mühimmatın listesi de yer alıyor. Poyrazköy’de bulunan cephanelikle ilgili tutuklanan Deniz Kurmay Binbaşı Eren Günay tarafından hazırlanan listede cuntanın silahları şöyle sıralanıyor:

Silahın cinsi / miktarı
Keskin nişancı tüfeği (Remington 7,62/Dragunov 7,762 3
Keskin nişancı tüfeği (Accudacy 12,7) 2
Susturucu tabanca (Glock) 5
Makineli tabanca (Uzi)4 LAW 30

Mühimattın cinsi / miktarı
9x19mm.Subsonic fişek 900
C4 Plastik patlayıcı 20 Libre
C3 Plastik patlayıcı 20 Libre
C8 Plastik patlayıcı 20 Libre
İnfilaklı Fitil 100
Elektrikli fünye 20
Hakem bombası 50
Kara tipi sis kutusu 50
MKE sis kutusu 100
Amanyum nitrat 2 ton
7.62mm müsabaka fişeği 200
12,7mm anti personel fişeği 150
12,7mm anti materyal fişeği 150
Tahsis/temin edilecek silahların orijinal mühimmatı 5000
(Her silah için) Yüksek büyütmeli dürbün 3

Başbakanlık planı doğruladı: Yargı soruşturuyor
Başbakanlık, “Kafes Operasyonu Eylem Planı”yla ilgili soruşturmanın yargı kurumları tarafından sürdürüldüğünü açıkladı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan haftalık olağan görüşmesinde Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile biraraya geldi. Görüşme bir saat 35 dakika sürdü. Bu görüşmeden yaklaşık 1.5 saat sonra Başbakanlık’tan “Kafes Planı”yla ilgili açıklama geldi. Başbakanlık Basın Merkezi’nin internet sitesinde yer alan açıklamada Taraf’ta yayımlanan haberde “var olduğu iddia edilen bir plana (Kafes Eylem Planı) ve bu planla ilgili haberlere ve yorumlara yer verildiği” belirtildi. Açıklamada şunlar kaydedildi: “Söz konusu iddialarla ilgili soruşturma, ilgili yargı makamları tarafından sürdürülmektedir. Soruşturmaya ilişkin bilgilerin basında yer alması, soruşturmanın gizliliği ve masumiyet karinesinin açıkça ihlalidir. Soruşturma sürecinin tamamlanmasını beklemek, bu süreçte kişi ve kurumları hedef alan davranış ve yorumlardan kaçınmak, herkese düşen bir görevdir.”

Rum Cemaati’nin bilgisayarları çalınmıştı
Azınlık haklarını savunanlarının hedef gösterildiği “Kafes Operasyonu Eylem Planı”na avukatlar Kezban Hatemi ve Erdal Doğan’dan tepki geldi.

Kezban Hatemi (Fener Rum Patrikhanesi avukatı): Çok vahim bir durum. Bu konuda da zaten Rum Cemaati’ne ait bir vakfın, bir derneğin ofisine girip bütün bilgisayarları ve kayıtları çalınmıştı, hâlâ da bulunamadı. O sırada bizim de çok dikkatimizi çekmişti. Gayrimüslimleri savunanların da hedef gösterildiği uzun zamandır bilinen bir şey. Hâlâ da dava sürüyor. Cemaat çok tedirgin olmuştu.

Erdal Doğan (Hrant Dink ve Zirve Yayınevi Davası avukatı): Hrant Dink’in öldürülmesinden beri Danıştay katliamını, Rahip Santoro cinayetinin Ergenekon tarafından yapıldığı yönünde herhangi bir kuşkumuzun olmadığını defalarca deklare ettik.

Üç yıldır söylüyoruz
Savcının soruşturmayı bu yönde derinleştirmesi konusunda da talepte bulunduk. Bu cinayetlerin hedef şaşırtmak amaçlı olduğunu İslami ve milliyetçi hassasiyetleri kullanarak bir darbe için kaos yaratmak için işlendiğini üç yıldır söylüyoruz. Bu belge söylediklerimizi teyit etmiştir. Adil yargılanma dışında bundan sonra hangi vicdanın, hangi yüreğin Ergenekon’a siyaseten sahip çıkacağını göreceğiz.
Taraf / MEHMET BARANSU - Istanbul - 20.11.2009

Haberdeki fotoğrafın haber içeriği ile bir ilgisi yoktur, görsel olarak tamamlayıcı unsur olarak blog yazarı tarafından eklenmiştir.

Devamını BURADAN okuyun...>>>



Snap Shots

Get Free Shots from Snap.com
 
^

Powered by BloggerAK Medya Haber Yorum Analiz by UsuárioCompulsivo
original Washed Denim by Darren Delaye
Creative Commons License