15.5.09

MUKADDES ERUYGUR SES KAYDI-2

Bayan Eruygurdan Tarihi İtiraflar

Org. Eruygur'un eşi yeni çıkan ses kaydında yine yakası açılmamış itiraflarda bulunuyor.



Daha önce eşinin sağlık durumuyla ilgili GATA'dan bir komutanla yaptığı sohbetin ses kaydı internet video paylaşım sitelerine düşen Org. Şener Eruygur'un eşi Mukaddes Eruygur'un yeni bir ses kaydı daha çıktı.

Bayan Eruygur'un sesinin ortam dinlemesi şeklinde kaydedilerek konduğu tahmin edilen videoda, Cumhuriyet Mitingleri, eşinin Sıhhıye Orduevi'nden alınışı, Yaşar Büyükanıt'ın cumhuriyet mitingleriyle ilgili verdiği emir, Org. İlker Başbuğ'un içine düştüğü durum gibi birbirinden çarpıcı açıklamalar var.

ERGENEKON MİTİNGLERİNİN PERDE ARKASI

Bayan Eruygur, ilk defa bir muvazzaf komutanın ismini vererek ADD ile Genelkurmay arasındaki ilişkiyi kuran kişi olarak belirtiyor. Eruygur, Org. Büyükanıt'ın TSK mensuplarına "sivillerinizi giyip mitinge katılın" emri verdiğini iddia ediyor. Ancak Büyükanıt daha sonra bu desteğini çekmiş.
Mukaddes Eruygur ayrıca Org. İlker Başbuğ'a da son açıklamaları nedeniyle yükleniyor ve Org. Başbuğ'u yalan söylemekle itham ediyor.

Kayıtta en ilgi çekici bölümlerden biri de Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz'le ilgili. Bayan Eruygur, Savcı Öz'ün Şener Paşa'yı sorguda mahvettiğini söylüyor ancak sonunun Şemdinli Savcısı gibi olacağını iddia ediyor.Genelkurmay'ın Ergenekon davası karşısındaki sessizliğini de uzun uzun eleştiren Bayan Eruygur, kendisini kimsenin ziyarete gelmediğini, Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun geldiğini ve Yaşar Büyükanıt'ı eleştirdiğini belirtiyor.

Mukaddes Eruygur ayrıca Ergenekon Davası'yla ilgili önemli bir bilgiyi de açıklıyor ve Savcı Zekeriya Öz'ün, Org. Eruygur'un adreslerinin aranması sırasında çekilen kasetleri istettiğini belirtiyor.

İŞTE MUKADDES ERUYGUR'UN SÖZLERİNİN TAM METNİ

Yani bu Cumhuriyet tarihinde ilk. Genelkurmay susuyor. Nasıl kabulleniyor? Nasıl bu orduyu yıpratmaya izin veriyor? Müsaade etmiş arayın demiş. Götürün Yani. Diyemem yani ordunun haberi var.

Yani ben Yaşar7'ı Ahmet'i karıştırmıyorum. Biz Şener ile birlikte Sıhhiye Orduevindeydik. Sıhhıye Orduevi'nden aldılar Şener'i. Sabahleyin sekizde, sekiz buçukta falan kapımız çalındı. Albay geldi polis nezaretinde dedi "Komutanım sizi davet ediyorlar. İşte ifadeniz için" deyince anladık zaten biz.
Ne bir haer, ne bir telefon, ne bir mesaj.. Onların yapamadığını yaptı benim kocam. Ama bir insan Ordu personelini korumaz mı? Ben artık kelime bulamıyorum. Bu kadar Ordu, Ordu'yu mahvediyorlar. Değişiklik olmadı Ordu'da. Ama Şura'da hiçbir zaman bir şey olmadı. Çok üzgünüm. Niye üzgünüm biliyor musunuz? Ordunun sahip çıkmadığına üzülüyorum. Başka bir kelime bulamıyorum.

KIVRIKOĞLU "YAŞAR PAŞA AYIP EDİYOR" DEMİŞ

Kıvrıkoğlu da geldi. O ilk başta geldi hatta. Dedi ki "Şey işte ben işte şimdi ben bir şey demek istemiyorum artık. Ama bu Yaşar Paşa da çok ayıp ediyor" diyor. Bir Orgeneraline niye müsaade ediyorsun ya! Niçin müsaade ediyorsun. Davetiye gönderttir yani bir ağırlığın yok mus sen nesin? Ankara'dan beni bir kişi bile aramadı.
Yani ne eş, ne görev, yani biz şey gibi böyle silkelendik. Bu adam neye uğraşmış yazıklar olsun. Kötü bir şey yok. Çünkü benim yanımda konuşuldu, yani.

CUMHURİYET MİTİNGLERİ GENELKURMAYL A İRTİBATLI YAPILMIŞ

Genelkurmay da biliyor bunu, Genelkurmay'ın istihbaratı var. Jandarma'nın istihbaratı var, her şeyi var. İlk mitingde de hatta Genelkurmay Başkanı "sivillerinizi giyin gidin katılın" demiş. Emir vermiş Cumhuriyet mitingine. İkinci mitingde yasakladı. Dolmabahçe'den sonra bitti olay. İkinci mitingde yasaklandı. Bu kadar susar mı insan? Ordu bu kadar ayaklar altına mı alınır? Gece yarıları internetten bildiri yayınladı, ne oldu? Bu adamın ne yaptığını biliyor Ordu. Devamlı Orduyla irtibatlıydı zaten... Tamer Akbaş Paşa vardı, Şener'in yanında bir fiil çalıştı. O da Genelkurmay'la diyalogu kurdu. Şener gitmedi hiçbir zaman ama Tamer Akbaş Paşa Allah'ın her günü oradaydı. Devamlı destek oldu. Şener buradan telefonla ona bilgi veriyordu, o uygulatıyordu.

İLKER PAŞA NE YAPACAĞINI ŞAŞIRMIŞ YALAN SÖYLEMİŞ

Ne yapacağını şaşırdı. Adamcağız ne diyeceğini şaşırdı. "Asker, Polis nezaretinde Asker aradı" dedi. Orda yalan söyledi. Asker nezaretinde polis aradı. Yalan söyledi. Televizyonda daha üçüncü günümüydü, dördüncü günü müydü polis aramadı polis nezaretinde asker bizi aradı. Bir Orgeneralin evini bir asker arayamaz. Burada da hata var. 10 tane polis geldi, iki tane biri albay biri yarbay geldi. Askeri dosyaları video kameraya çektiler, çektiler. O askeri savcı o askeri albay "siz bunlara niye bakıyorsunuz, bunlar sizi ilgilendirmez" deyip ellerinden almadı.

ZEKERİYA ÖZ ŞENER ERUYGUR'U MAHVETMİŞ

Sen madem ki başında Ordu personelini gönderiyorsun ona görev ver. De ki; "Askeri şeylere dokundurtma" Geçenlerde Zekeriya Öz ordaki bantları istetmiş. Zekeriya Öz mahvetmiş Şener'i sorguda. Savcı felaketti diyor. O kadar dedi. O Şemdinli davasındaki savcı da yurtdışına kaçmış. Bunların sonu kötü.. Bunu şimdi alacaklar ben biliyorum. Bunun suçları çok. Benim şimdiki aklım olsa "Hadi gidin, sizin işiniz yok, siz bir şey yapmıyorsunuz, niye müsaade ediyorsunuz" derdim. Madem siz karşılıklı anlaştınız, kapımızı çaldınız, açmasaydık kıracaktınız. Sen ne gönderiyorsun Albayı, Yarbayı?..

Kaynak: Sonsayfa.com


Devamını BURADAN okuyun...>>>

11.5.09

İBDA-C-ERGENEKON

İBDA-C & Ergenekon

Ahtapot gibi bütün terör örgütlerine yön veren Ergenekon ile İBDA-C arasındaki bağ da deşifre oldu. Hem de Turan Çömez'li fotoğraflarla..

Levent Ersöz, Turan Çömez, Ergenekon ve İBDA-C... İşte şok eden kirli ilişkiler ağı...

Ergenekon davasının 2. iddianamesinin eklerinde yer alan bir rapor İBDA-C ile Jandarma arasındaki ilişkinin boyutları hakkında önemli bilgiler veriyor. Raporda İBDA-C'li Fazıl Duygun isimli şahsın, Ergenekon tutuklu sanığı İsmail Yıldız ve tutuksuz sanık Hayrullah Mahmud ile düzenli olarak görüştüğü belirtiliyor. İsmail Yıldız, Jandarma İstihbarat Daire Başkanı Levent Ersöz ile sık sık görüşen bir isim olarak biliniyor.Ergenekon 2. iddianamesinin eklerinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdiği belgeler içinde yer alan bir raporda şu ifadeler yer alıyor:

"İBDA-C örgütünün yayın organları Aylık, Kaide ve baran isimli dergilerin basımını yapan Kuşak Ofset isimli matbaanın sahibi Veli Avcı isimli şahsın, dergilerin aylık basım masrafını 2.5 milyar civarında olduğunu, ücretin ödenip ödenmediğini her ay Ankara'dan kamu görevlisi olduğunu değerlendirdiği bazı şahıslarca sorulduğu yönünde açıklamalarda bulunduğu istihbar olunmuştur."

Raporda Veli Avcı'nın ulusalcı olduğuna dikkat çekilerek, "MHP İstanbul eski il sekreteri olduğu, 2005 yılı Ramazan iftarı verdiği, Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, Türk Ocağı Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan, MİT mensubu ve asker şahısların katıldığı, Veli Küçük'ün son anda işi çıkması nedeniyle gelmediği ve zaman zaman kendisiyle görüştüğü gibi hususları da gündeme getirdiği öğrenilmiştir."

Raporda Ergenekon davası tutuklu sanıkları Behiç Gürcihan ve Ergün Poyraz ile yakın temas halinde olan SESAR Başkanı İsmail Yıldız'ın aynı zamanda İBDA-C mensupları ile irtibatının bulunduğuna dikkat çekilerek, ""07 Mart 2006 tarihinde örgüt mensupları Fazıl Duygun ve Ali Rıza Yaman ile örgüt Aylık dergisinde yayınlanmak üzere SESAR Merkezi'nde bir röportaj yaptığı öğrenilmiştir. " deniyor.

Yine Ergenekon tutuklusu Behiç Gürcihan'ın evinde yapılan aramada 48 sayfalık el yazması not el geçirildiğine dikkat çekilen raporda, şu ifadelere yer veriliyor:

"Bu notun Fazıl Duygun ile Rest Cafe'de buluştuk ibaresiyle başladığı ve içeriğinde 'Ali Osman Zor servis elemanı muamelesi yapıyor, El Kaide'yi açıkça savunuyor, ikiz kuleleri onların yaptığına emin ve ABD'yi onların vurduğuna emin ABD'ye çalıştığı ortaya çıksa...Fazıl Duygun, İsmail Yıldız ve Hayrullah'la düzenli görüşüyor onlara bayağı prim veriyor.' İbareleri yer almaktadır. Şüpheli Halil Behiç Gürcihan'ın da 07 Haziran 2008 tarihli ek ifadesinde; not içeriğinde geçen İsmail Yıldız ve Hayrullah Mahmud Özgür'ün Fazıl Duygun ve Ali Osman Zor ile bunların düzenli görüştüğünü ve İsmail Yıldız'ı çok övdüklerini bu görüşmede kendisine anlatıldığı hususlarını teyit ettiği anlaşılmıştır."

İBDA-C İLE GÖRÜŞEN BİNBAŞI KİM?

Yeni Furkan dergisinin sahibi Saadettin Ustaosmanoğlu, Aktüel dergisinin 158. sayısına verdiği röportajda İBDA-C'nin yayın organı Baran dergisi hakkında şu ilginç bilgiyi vermişti:

"Baran'ın bu çizgiye kayması tabii olarak kendilerini ilgilendirir... Biz bu mevzunun biraz daha arka planına gidelim isterseniz, yani ulusalcı-Kemalist taifenin Müslümanlara el atma meselesinin arka planına... Mesele 2003 yılında başladı diyebiliriz. Kendilerine Sultan Galiyevci diyen ulusalcı ekipten emekli bir binbaşı (adını vermiyor) arkadaşlarımızla bir görüşme yaptı ve şu tekliflerde bulundu; Vatansever Güçler Birliği adında bir oluşum düşünüyoruz, bu oluşum dergi ve dernek faaliyeti şeklinde tezahür edecek, ilk etapta üniversite gençliği etrafında çalışma yapacak, sonra büyük illerde dernekler açılacak, daha sonra da bütün illerde kuvayı milliye yapılanması gibi örgütleneceğiz. Bu hareket kitle gösterileri organize edip bir takım propagandif ve manipülatif işlerde bulunacak. Sokağa ve gençliğe hakim olmaya çalışacak..."

Kaynak: Bugün.com.tr

Devamını BURADAN okuyun...>>>

ERGENEKON'UN ALEVİ PLANI

Alevilerle ilgili dehşet rapor

Türkiye'de bulunan her kesime farklı roller biçen iddia edilen Ergenekon Terör Örgütü’ nün Aleviler'i de ihmal etmediği ortaya çıktı.

Alevilere rol biçen derin yapı, ileride Aleviler'e giydirilmek üzere bir de sanal tarih tezgahladığı tespit edildi. Ergenekon'un yöneticisi olduğui iddia edilen Veli Küçük'ün bilgisayarından çıkan "13. Kabile" isimli şok belge oynanan kirli oyunu gözler önüne serdi...

MEVLANA'YI BiLE MASON YAPTILAR

Tarihi gerçeklerin ustalıkla çarpıtıldığı şok belgede, sufi inanışlar ve Alevi akımlar etrafında toparlanmış kitleleri kandırabilmek ve kullanabilmek amacıyla Mevlana ve Hacı Bektaş'a dahi akıl almaz iftiralar atıldı. Anadolu insanının gönlünde taht kurmuş bu iki gönül insanını 'Mason' yapacak kadar ileri giden Ergenekoncular, iftiraya belgede yer alan "Mevlana Celalettin Rumi ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi isimlerin Anadolu topraklarına gelişleri, örgütlenişleri, felsefeleri, amaçları ve etkinlikleri ile günümüz dünyasının Masonik Bilderberg faaliyetleri ile Yahudi Protokolü olarak anılan prensip ve amaçlar dizilerinin aynı temelde oldukları çok açıktır" ifadelerini dayanak yaptılar.

‘ATATÜRK'ÜN ÖLÜMÜNÜN ARKASINDA ALEViLER VAR'

Aleviler'i sürekli yalan söyleyen kişiler olarak gösteren iftira belgesinde, Aleviler'in Türkiye'nin kaymağını Yahudilerle birlikte yiyen kişiler oldukları da iddia edildi. Ergenekon belgesinde TRT'nin Alevilerin arpalığına dönüştüğünü, Alevi sanatçıların aslında bir hiç olduğunu da savundular.DOKTORU ALEVİ İDİ

Aleviler'in gerçek Atatürkçü olmadıklarının da iddia edildiği belgede, Alevilerin Osmanlı'dan intikam almak için Cumhuriyete ve Atatürk'e sahip çıktıkları iftirasına yer verildi. Belgedeki en akıl almaz iftiralardan biri de Atatürk'ün ölümünden Aleviler'in sorumlu olduğu iddiası oldu. Ergenekoncular buna gerekçe olarak da Atatürk'ün Doktoru Ragıp Erensel'in Alevi olmasını gösterdiler.

"HUKUK SiSTEMLERi VAR"

Şok belgede yer alan başka bir iftira da Aleviler'in kendi içlerinde ayrı bir hukuk sisteminin bulunduğu iddiası oldu. Dayanaktan yoksun bu iddiayı desteklemek için ise belgede şunlara yer verilmiş: "Alevi ve Bektaşi cemaati yüzyıllardır kendilerine has hukuk düzeni içinde yaşamaktadırlar. Alevi ve Bektaşi köylerinde polis, jandarma ile ilgili olay görülmemektedir.

Bunun nedeni kendi aralarında mahkemeye başvurmamalarıdır. Birçok ilçe kaymakamları ve yargıçları Bektaşi ve Alevi yöresinde çok rahat ve memnun oluşlarını ifade etmektedirler. Ağır suçlar için (kardeşliğinin eşiyle ilişkiye girmek, sema töreni sırasında elle taciz gibi olaylar anlatılmaktadır.) 'yok edilme' cezası uygulanır. Bu ceza, domuz bağı ile bağlandıktan sonra yüksek bir yerden atılarak suçlunun intihar etmesiyle!' uygulanır."

İşte dehşete düşüren raporun tüm detayları:

13. KABİLE
ALEVİ KİMLİĞİ
ALİ'NİN MUSEVİLERİ=ALE (MUSEVİ) VİLER İSTANBUL / 29 MAYIS 2000
SUNUŞ

Bu çalışma, Türkiye'nin Avrupa Birliği kapısında parçalanma amaçlarının yaşandığı 21.yüzyılda, yurt içinde gelişen etnik, fundamentalist, bölücü, yıkıcı, terör ve giderek büyüyen siyasal, ekonomik sorunlar göz önüne alınarak hazırlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti coğrafyası içinde yer alan etnik, kültürel, inanç farklılıkları mozaiğinin parçalarından birisi olan ve Alevilik tanımlaması ile anılan inanca bağlı cemaati konu almıştır.

Alevilik, Türk insanı ve yönetim kadroları tarafından gerektiği biçimde ve tüm çehreleri ile tanınamamıştır. Aksi halde 1960'lardan başlayarak günümüze değin gelişen olaylar gerçekleşmemiş, terör nerede ise bir ‘iç savaş' boyutuna ulaşmamış olurdu. Ülke ekonomisi bugün çok daha farklı grafikler çizer, Türk işçisi, çiftçisi, emekçi sınıfı ezilen ve köle durumuna düşürülen zümre olmazdı. Üniversiteye eğitim yapabilme arzusu ile giden gençler, kapıdan içeriye adımını atar atmaz 'militan' ve ‘terörist' olmazlardı. Bu listeyi kolaylıkla uzatmak mümkün olmakla birlikte yeterli olacağı düşünülmüştür.

Alevi toplumu, tarihin her döneminde Anadolu toprakları üzerinde gelişen her türden muhalefet ve isyan girişimlerinin merkezi olma özelliği ile iç ve dış odakların dikkatini çekmeye devam etmektedir. Cumhuriyet döneminde gelişen muhalefet, mevcut rejim karşıtlığı ve terör olgusuna ulaşan tırmanışın odak noktası Alevi topluluğudur.

Anadolu Selçuklu döneminden itibaren Alevilerin tarihin kilometre taşlarında yer alan izleri şöyledir: Babai, Şah Kulu, Simavna Kadısı Bedrettin Olayı, Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim hesaplaşması, Celali ve Baba Zunnun ayaklanmalı, 1809 Derviş Vahdeti ayaklanması ve 1826 Yeniçeri Ocağının kaldırılması.

12 Eylül öncesi radikal örgütleniş, gruplaşmalar ve teröre uzanan yolda Alevi toplulukları görülür. Aleviler Marksist-Leninist stratejide mevcut rejim karşıtı olarak Devletin güvenlik güçleri ile silahlı çatışmalara girmiş ve ideolojilerini savunmak ve hakim kılmak adına ipe gitmişlerdir.

Türkiye'nin Alevi kitleleri Sol kavramıyla tanıştığında takvimler 1960'ları gösteriyordu. Bu tarihlerden başlayarak Alevi nüfus büyük bir hızla Sol'a kaymıştır. TİP Alevi oyları ile TBMM'nde yer almıştır. Alevi gençlik olmamış olsa F.K.F., Dev-Genç gibi örgütler oluşturulamazdı.

Günümüzde Alevi yazarlar Kürt sorunu ile Alevilik arasında bağlantı kurmaya çalışmaktadırlar.. Günümüz Doğu sorunu ne denli Kürt sorunu ise; o denli de Alevi sorunudur.

Güneydoğu'da "gerilla savaşı" verdiğini ifade eden PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan: "Kürt-Alevi bir sentezdir" demektedir.

12 Eylül sonrası, Marksizm'in çöküşü ile Türk solunun boşluğa yuvarlanışı Alevi gençliği yeni arayışlara sürüklemiştir. Bu dönemde "Cem" ve "Aşura" gibi teorik nitelikli dergiler ve yayınlar; Alevili topluluğunun dinamiğini zirveye taşımış, siyasal ve ekonomik alanlarda güç odakları oluşmuştur.

Türklerin Anadolu'da yaşamaya başladıkları ilk dönemlerden günümüze sürüp gelen bir başka gerçek; tüm toplumsal ve gizli örgütlenmelerin Alevilerce düzenlenmekte olduğudur. Aleviler, karşı çıktıkları her konuda önce gizli bir örgütlenmeye gitmişler daha sonra da bu örgütlenmenin yarattığı etkinlik ile geniş halk kitlelerini harekete geçirmeyi başarmışlardır. Böylece yalnızca varlıklarını korumakla kalmayıp yaşadıkları bölgelerde etkin güç olmayı da elde etmişlerdir. Bu yalnızca Yahudi kültürü içinde görülen bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yahudiler ise; tarihin her döneminde can derdine düştükleri zamanlarda yalnızca Türk devletlerine sığınabilmişlerdir. Yahudilerin Türklere sığınması ise; yalnızca İspanya göçü ile sınırlı olmayıp çok daha eski dönemlerden buyana süren bir gerçektir. Yahudilerin Türklere ilk sığınışı 8. Yüzyılda gerçekleşmiştir. Hazar Türk Devleti'ne sığınan Yahudi Hahamların faaliyetleri sonucu Hazar Türkleri Musevileştirilmiştir. 9., 10 ve 11. Yüzyılda Musevileştirilen ve öz benliklerini yitiren Hazar Türklerinin torunları Doğu Avrupa'ya göç etmişler ve "Doğu Avrupa Yahudileri" olarak anılmışlardır. Bu Yahudi kitlesi, İsrail devletinin kurulması amaçlı Yahudi Bilderberg Örgütü ve Mason Localarının stratejik faaliyetleri sonucu, Hitler tarafından. Avrupa'yı terk etmeye zorlanmışlardır Burada sözü edilen kökeni Hazar Türkleri'ne dayanan Musevileştirilmiş nüfus, Yahudi inancına göre: kaybolan "13. Kabile" olarak anılmaktadır.

Söz konusu Hazar Türkleri 9., 10. Ve 11. yüzyılda Doğu Avrupa'ya göç ederlerken, seçilerek eğitilmiş bazı kişilerin, önce Arap Müslüman dünyasına seyahat ettikleri, ardından Kudüs'e gittikleri ve en son olarak da Anadolu topraklarına göç ederek yerleştikleri ve ‘Türklük' ile ‘din' misyonerliği rolünü üstlendikleri tarihsel veriler ışığında saptanmıştır. Mevlana Celallettin Rumi ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi isimlerin Anadolu topraklarına gelişleri, örgütlenişleri, felsefeleri, amaçları ve etkinlikleri ile günümüz dünyasının Masonik Bilderberg faaliyetleri ile Yahudi Protokolü olarak anılan prensip ve amaçlar dizilerinin aynı temelde oldukları çok açıktır.

Görülmektedir ki; 9.yy.'ın son çeyreğinde Kufe'de ortaya çıkan Şiilik (Caferilik) daha sonra İran/Kum kentine hicret eden Araplar tarafından İran'a getirilmiştir. Asya'dan İran'a buradan da Mekke-Kudüs ve Anadolu'ya geçiş ile Anadolu'da yerleşen gizli/ideolojik/etnik (yalnızca etnik grupları içine almış olması en önemli stratejik unsurdur) inanç olan Alevilik, temelde Musevi hahamların stratejik teorileri ile yaşama geçirilmiştir.

Alevilik; Şamanizm, İslam inancı, Museviliğin katı prensiplerine sadakat temelleri üzerinde oluşturulmuş, gizli bir cemaat (Secret society) ve etnik bir gruptur. Etnik bir grup oluşlarını ise ısrarla gizlemişler, Türk olduklarını savunmuşlar ve kuşku yaratılmaması amacıyla özellikle Türkçe eserler kaleme almışlar, Türk dilini yaşattıklarını savuna gelmişlerdir.

‘Yeni Dünya Düzeni' ve ‘Dünya Hükümeti' projelerinin yaşama geçirildiği gözlenmektedir. Yahudilerin ünlü "Protokol"ünde yer alan konu başlıkları, prensipleri ve entrikaları ile eşdeğer özellikler taşıyan Alevilik bu açıdan değerlendirilmeye alınmadığı takdirde, çok yakın bir gelecekte Türkiye'nin en büyük sorunu "Alevilik", onların kurdukları, "Terör Odakları" ve "Sivil Toplum Örgütleri" olacaktır.

Cumhuriyet Türkiye'sinde, 1950 öncesinde Alevilik toplum dinamiğinin bir parçası değilken; günümüzde rejim karşısında en etkin baskı gücü durumuna erişmiş bulunmaktadır.

Özetle dile getirilen bu nedenlerden ötürü; Alevilik sosyo-antropolojik yöntem ve teknikle analiz edilmeye muhtaçtır. Alevilik gizli bir biçimde ve süratle Kürtlerle birlikte hareket ederek "milletleşme" sürecine girmiş bulunmaktadır.

2. Dünya Savaşı sonrası yıllardan günümüze dış ülkeler tarafından da desteklenen bu sinsi faaliyet, günümüz Türkiye'sinin AB kapısında parçalanmak istemesi ile netlik kazanmıştır. İnsan Hakları, Özgürlükler, Demokratik Açılımlar, Ekonomik/Siyasal Baskılar ve Yaptırımlar ile hedeflenen Türkiye'nin sahip olduğu topraklar üzerinde etnik parçalanmanın sağlanmasıdır. Yönetim kadroları tarafından mutluluk ve refah yüzü gösterilmeyen geniş halk yığınları da bu çöküş karşısında, "Artık ne olacaksa olsa da insanca yaşama kavuşabilsek" düşüncesi gelişmiş bulunması ise; felaketin ne denli yakın olduğunun önemli bir göstergesidir. Günümüz koşullarında geniş halk kitlelerinin "namuslarını" yitirdikleri, aile kurumunun çöktüğü bir gerçektir. Bu gerçek ışığında bakıldığında, halkın canından başka yitireceği hiç bir şeyi kalmadığı ortaya çıkmakta ve neden yukarıdaki düşünceye saplandıkları çok daha iyi ve gerçekçi biçimde algılanabilir olmaktadır.

Günümüz Türkiye'sinde yaşam; bilimsel ve rakamsal olarak ele alındığında, aile kurumunun "onuru"nun ayakta kalabilmesinin mümkün olmadığı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle geniş halk kitleleri gerçek anlamda "ırzını" yitirmiştir demek hatalı bir tespit, yorum ve analiz değil; gözle görülmekte olan bir realitedir. Aile kurumu "namus" ve "onur"unu" yitirmiştir. Bu hale getirilen geniş halk kitlelerinden hangi değerler adına ülkesi için özveri beklenebilir? Böyle bir beklenti içinde olunması ne denli bilimsel, gerçekçi ve sağlıklı olabilir?

Alevilikle ilgili olarak objektif ve çok ciddi araştırma ve analizler yapılmış ise de gerçekte Alevilerin "gizli/etnik/ideolojik" bir topluluk olduğu hiç gündeme getirilmemiş, tam tersine kasten hakiki Türk oldukları savunulmuş, Kemalizm'in sarsılmaz bekçileri olarak gösterilmiştir. Burada entelektüel bir tuzak ve entrika olduğu ise ne acıdır ki fark edilememiş ve hiçbir literatürde yer almamıştır. Sinsi ve büyük tuzak burada gizlidir. Bu çalışmamızda işin bu yönüne önemle değinilmeye çalışılmıştır. Çalışmamızda dile getirilen hiçbir husus "ütopya" ve "tez" niteliğinde olmayıp tümüyle objektif realiteyi yansıtmaktadır ki; bunu konunun önemi nedeniyle çalışmamızın "realizm"e sadakatini bir kez daha işaret etme gereği vardır.

Malakan, Eston, Kozak ve Almanlar gibi önemli etnik azınlıklar üzerinde yapılan araştırmalar bize Alevi ve Bektaşiliğin tipoloji farklılaşması olduğu gerçeğini de tespit etme olanağı sağlamıştır.

Aleviler, Katagorileştirildiklerinde ortak davranış kurallarını nasıl kullandıkları incelendiğinde ise; temelde aynı prensiplerle karşılaşılmıştır. Yalnızca İslam dünyası içinde değil diğer din mensupları içinde de yer almışlar ve buna özen göstermişlerdir.

Realitede Alevilik kültür değil; gizli bir felsefi idealizm'dir.

"Humeyni yolu bizim yolumuz değildir. Onlar şeriata ağırlık veriyorlar, henüz tarikat basamağına geçememişlerdir. Onlar şeriat makamında, biz tarikattayız. Bu aramızdaki en önemli farklılaşmadır. Bir zamanlar bize "İmam-ı Cafer" adlı bir kitap yollamışlardı. Bu "buyruk" aşırı namaz pratiğinden başka bir şey taşımıyordu. Yani şeriata yönelikti. Kardeşlerimiz ama, bize ters düşüyorlar" diyen Aleviler, kolları olan Caferi mezhebinden Musevi inancına çok daha yakın olduklarının bilincinde olmadıkları, ancak gizli cemaatin liderlerinin bu gerçeği bildikleri gözlenmiştir. Ayrıca İstanbul/Halkalı, Tuzluca/Gaziler ve Çorum/Milönü Alevi (Şia) grubunun, İran Caferi mezhebinin inancında ve hizmetinde oldukları bilinmektedir.

Alamut Alevileri: kadın olsun, erkek olsun ölülerini kefene sardıktan sonra yeni elbiseler giydirerek gömerler.

Alevi inancında içki ve semah yoluyla kırklara yükseliş, model kişiliğin yaratılması sürecinin sembolleştirmektedir. Böylelikle Alevi etnikliği bu konumuyla ayinle tüm mensuplarını ortak ve egemen normlar çevresinde birleştirmede başarı sağlamıştır. Model kişilik, ortak karakterin ve grup bilincinin oluşumunda transdantal yönelişi sağlamaktadır.

Aleviler, dıştan evlilik (exogamy) yapmazlar. Alevi topluluğu dışından kız alan veya veren "düşkün" diye tanımlanarak, dışlanır.

Aşağıdaki ifadeler Alevilerin kendilerini anlatım örnekleri olarak verilmiştir:
* "Bektaşi bizim ayin-i ceme katılabilir, izler ancak ibadete, niyaza katılamaz. Namazlarımız da tıpkı Sünni gibidir."

* "Bektaşi bilgili kültürlü, şehir efendisidir. Biz Aleviler köylüyüz. Bektaşi Şarap içer, bizim cem evimizde ise sadece rakı (dolu) içilir, şarap içilmez."

* "Ben, evvela Türküm, sonra Müslümanım.. Doğuştan Aleviyim.."

Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan Alevi kitlesi göz önüne alındığında, Kemalist Cumhuriyet'in bir "dinamit sandığı"nın üzerinde oturulduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.


Saygılarımızla,

BÖLÜM:I
1). ALEVİLİK

Alevi sözcüğünün Arapça anlamı: ‘Aliye mensup, Aliye ait'dir. Yani ‘Hz. Ali'nin yandaşı olan, ona bağlı olan kişi' dir. Bu dar sözcük anlamlarının dışında, sözcüğe yüklenen tarihi ve dini anlamı şöyle özetlemek mümkün: ‘Alevi, Hz. Ali'yi en üstün insan gören, onu Hz. Muhammed'in vefatından sonra imamlığa gelmesi gereken ve bu tercihi Allah'ın ve Hz. Muhammed'in yaptığına inanılan kişidir' Böylelikle ilk bakışta Alevi ile Şii, aynı anlama gelmektedir. Ancak çeşitli dönemlere, milletlere ve ülkelere göre bu anlam çeşitlilik gösterir; yeni yorumlar, eylemler içerir ve birbirinden kesin olarak ayrılırlar. Hz. Ali'yi Tanrılaştıracak denli ileri gidenler, genel olarak: Zeydiyye, İsmailiye, İmamiye, Nusayriye ve Türkiye'de Alevi ve Bektaşi tanımlamasıyla isimlendirilen topluluklardır.

Hz. Ali'yi içtenlikli bağlılıkla sevenler, bu sevgiyi herhangi bir üstünlük, çıkar ve siyasi eyleme dönüştürmediklerini ileri sürenler vardır. Ancak Hz. Ali'ye Hz. Muhammed'e en yakın alması, yüce kişiliği nedeniyle kalben yakınlık duyanlar ile bu sevgi ve bağlılığı kurumlaştırıp onun ve soyunun adına İslam dünyasında ayrı bir inanış akımı başlatıldığı tarihi bir gerçektir.

Alevilik, tarihi belgeler ışığında objektif olarak incelendiğinde ortaya çıkan gerçeği şöyle özetlemek yanlış olmaz: "İran'daki ile Orta Asya'dan gelip Anadolu'yu vatan yapan Türk toplulukları arasındaki Hz. Ali sevgi kesin çizgilerle ayrılmaktadır (!)" denmekte ise de bu tümü ile gerçek dışıdır ve bir gerçeğin örtüsünü oluşturmaktadır. "Türkler, Hz. Ali'yi, hiçbir sosyal, siyasi ve kültürel direnişe alet etmeden kalben sevmişler, bağlılıklarını, İslâmiyet'i temelden zedelemeyecek bir uyumla asırlardır sürdürmüşlerdir," savları ise gerçek dışıdır. İran Müslümanlarının bu inancı bir fırka, mezhep, ikilik şekline dönüştürdükleri, Hz. Ali sevgisini, Arap-Emevi hakimiyetine karşı siyasi bir direnişe çevirmiş olmaları ne denli gerçek ise Türkiye'de genel olarak kendilerini Alevi olarak tanımlayan topluluklar da kendilerine özgü İslam inanç birliğini, siyasal/sosyal/ideolojik/kültürel alanlarda gizli örgütlenme ve direnişlerde kullana gelmişlerdir.

Anadolu toprakları üzerinde tarihin her döneminde gelişen ‘örgütlenme' ve ‘isyan' hareketlerinin Alevi merkezli olduğu kaçınılmaz bir gerçektir.

Alevilerin önemli bir kesiminin kendi konuştuğu bir ana dilleri vardır. Ve bu dil Türkçe değildir.

Hızır Peygamberin zaman zaman dünyaya gelerek darda olanların yardımına koşup tabiata can verdiğine inanan Alevilikte, Mehdi kavramıyla uyum sağlayan bir yapıya sahip olunduğu gözlenmiştir. Mehdi gaip bir imamdır. Bu inanışa özdeşlik Musevi dininde vardır.

Alevilik konusunun tüm gerçekliği ile algılanabilmesi için Türk ırkının tarih içindeki din anlayışını ele alma zorunluluğu vardır.

2). TÜRKLERDE DİN


Türk toplulukları semavi dinlerden önce nelere inanıyor, nelere tapıyorlardı? Hangi büyük dinleri kabul etmişlerdi? İslâm'dan önceki dini kurumları nasıldı, İslâmiyet'i ne zaman, hangi koşullarda kabullendiler? Bu soruların yanıtları, AB kapısında paramparça edilmek istenen Türkiye Cumhuriyeti'nin geniş mozaik yapısı ve son yıllarda tırmanan etnik/kültürel/fundamentalist bölücülük hareketlerinin, terör kaynaklarının çok daha rahat anlaşılabilmesi ve çok daha sağlıklı analizlerine yardımcı olacağı kesindir.

Eski Türklerin dinin ‘Şamanizm' olduğu yolunda bir dönem çok yinelenen görüş artık terk edilmiştir. Şamanizm'in, Türklerin ilk dini olduğu görüşünün terk edilmesine yol açan yeni bulgular; Şamanizm inanç ve töreleri ile kurumlaşmış bir din olmadığı, büyücülük, sihirbazlık, tabiat güçlerini, ölüm ile yaşamı, geleceği kontrol ettiği şeklinde garip hareketlerle konuşulması olduğunun anlaşılması şeklindedir.

Din tarihçilerine göre eski Türkler; Atalar kültürü, Doğa kültürü ve Gök Tanrı kültürü olmak üzere aç temelden oluşan bir dine inanıyorlardı. Her ne kadar Şamanizm bazı Türk gruplarında kısmen kabul görmüşse de bu anlayış hiçbir zaman tüm Türklerin dini olmamıştır.


*Atalar Kültürü:
Türkler İslâmiyet'i kabul ettikten sonra da bir anlamda bu inanışın uzantısı denebilecek inanç ve törenlerini korumuşlardır. Ölülere saygı sürmüş, din büyükleri mübarek kişiler kabul edilmiş, kabirleri türbe biçimine sokularak ziyarete açılmış, devlet büyükleri, başarılı komutanlar her zaman sevgi ve saygı görmüşlerdir. Türklerde mezarlıklar hala korkulu bir saygıyla gizlenen yerlerdir.

Hunlar, Moğollar ve Orta Asya Türk kavimlerinde atalar kültürünün, atalara sevgi ve saygının yarı din haline gelişinin çeşitli örnekleri görülmektedir. Budizm ve Maniheizm gibi kitap öncesi dinlerin Türkler arasında kısmen de olsa tutulup yayılmasında, bu iki dinin ‘Ataların ruhunun ölümlerinden sonra başka bedenlerde devam edeceği' inancı etkili olmuştur. Tarihçiler Hun Türklerinde, yılda bir kez herkesin katıldığı genel bir tören düzenlenerek atalarının ruhlarına kurban kesildiğini dile getirmektedirler.


*Doğa Kültürü:
Eski Türkler doğada gördükleri her şeye; dağ, ırmak, ağaç gibi ruh ve canlılık atfediyorlar, onların bir güç tarafından yönetildiğine inanıyorlardı. Onlara göre doğa ruhlarla doluydu. Çevrede görülen her doğa varlığını bunlar yönetiyorlardı. Türklerin Orhun kitabeleri ile Oğuz Kaan destanı, Oğuz Kaan'ın çocuklarının isimlerini Gökhan, Günhan, Denizhan, Ayhan, Yıldızhan ve Doğahan olarak bizlere aktarması bunun en kesin kanıtıdır.


*Gök Tanrı Kültürü:
Türkler'de tanrı inancının başlangıcı Gök Tanrı kültürüdür. Tengiri, tengeri, tengere ve tinger gibi birbirine çok benzeyen ve aynı anlamda kullanılan sözcükler Gök tanrı kültürünü temsil eder. Gök tanrı tüm yeryüzünün, insanların ve tüm varlıkların yaratıcısıdır. İnsanları o yönetir, O tüm kainatın efendisidir. Tüm eski kavimler, gök cisimlerini kutsal kabul edip göğün kendisi ile ilgilenmedikleri halde, Türkler gök cisimleri ile ilgilenmiş daha çok göğün kendisini düşünmüş ve tanrı inanışına ulaşmışlardır.

*Budizm:
Hindistan'dan Asya'ya yayılan Budizm, başlangıçta Türklerin yakınlık duydukları dinlerden biridir. Budizm, MS 2'inci ve 3'üncü yüzyılda önce Doğu Hunlar arasında daha sonra Doğu Türkistan ve 6'ıncı yüzyılda da Göktürkler arasında yayılmıştır. Bumin Kağan, Muhan Kağan Topo Kağan'ın Budist oldukları gerçektir. Buhara ve Mevlana'nın doğum yeri olan Belh kenti o çağda Budizm'in önemli merkeziydi. 9 ve 10'uncu yüzyıllarda Uygur Türklerinin sarayında Budizm'in çok güçlü olduğu, Budist rahipler, Müslüman imamlar ve Hıristiyan papazlar birlikte görev yapmışlardır.

*Zerdüşlük:
İran milli dini olan Zerdüştlüğün 7'yüzyılda Türk kavimleri arasında kabul gördüğü tarihi belgelerden anlaşılmaktadır. Özellikle İran kültürü ile iç içe bulunan bazı Türk topluluklarında (Orta Asya'da) Zerdüştlüğün kolayca benimsendiği anlaşılmaktadır. Yine bir İran dini olan ve esasları arasında ‘ateşi ibadet etme ve ölünün yakılması' da bulunan Mazdeizm'in de bu dinin güçlü olduğu dönemlerde bazı Türk kavimlerince benimsendiği görülmektedir. Kırgızların yurdu olan Altaylar'ın kuzeyi ile Yenisey bölgesinde Mazdeizm'in izlerine rastlanmaktadır. Ve yine bu türden inanışların Göktürkler arasında da izleri görülür.

Emeviler'in yıkılıp Abbasilerin iş başına gelmesine büyük etken, Horasan'da başlattığı isyanla Ebu Müslim Horasani olmuştur. Abbasiler önceleri minnet duydukları Ebu Müslim'in daha sonra korkulacak güce ermesi üzerine kendisini 755'de zehirleyerek öldürmüşlerdir. Bu siyasi cinayet 8 ve 9 yy boyunca Abbasi devletini uğraştıran kanlı isyanlara neden olmuştur. Bu isyanlara en büyük katılımın Zerdüşt ve Mazdeist din anlayışını kabul eden Türkler olduğu görülmektedir. Literatürler, o yıllarda Horasan'da devlete karşı başlatılana Zerdüşt kökenli isyana 300 bin Oğuz Türkünün katıldığını dile getirmektedir. Tüm bu bilgiler, 8-9 yy. Maveraünnehir'den Azerbaycan'a değin geniş bir bölgede yaşayan Oğuzlar, Dokuzoğuzlar, Halaçlar, Karluklar ve benzer Türk halkının ne ölçüde Zerdüşt ve Mandeizm'in din etkisi altında olduğunu göstermeye yeterlidir.

*Hıristiyanlık:
İslamiyet öncesinde Türkler arasında yayılan bir din de Hıristiyanlık olmuştur. Budizm, Maniheizm, Zerdüştlük ve Mazdeizm gibi güçlü olmasa da Türk topluluklarının bazılarında Hıristiyanlığın kabul gördüğü bilinmektedir.

8.yüzyılda Bizans'tan kovulan İstanbul Patriği Nestorius'un taraftarlarından oluşan Nesturi Hıristiyanları Uygurlar'ı etkilemiştir. Bazı Budist ve Maniheist Türk grupları Hıristiyan olmuşlardır. Bu geçişte başı çekenin 780'de Uygur tahtında oturan Alp Kutluk Bilge Kağan (Tarkan) olduğu ileri sürülmektedir. Karluk Türkleri'nden kalan Hıristiyan kilise ve mezar kalıntıları, bunların da Hıristiyanlığı kabullendiklerini ortaya koymaktadır. Bunların yanısıra bazı Oğuz boyları, Çiğiller, Kırım ve Kafkas bölgelerinde yaşayan Hazar Türklerinin de Hıristiyan olduklarından söz eden kaynaklar vardır.

Ancak Türklerin Hıristiyanlıklarında ciddi olarak ele alınabilecek asıl bölge Doğu Avrupa ve Balkanlar'dır. Buralara yerleşen Peçenekler, Oğuz ve Kuman Türkleri'nin Hıristiyanlıkları tartışma götürmez bir biçimde nettir.

*Yahudilik:
Türk devletleri arasında Yahudiliği resmi din olarak kabul eden yalnızca Hazar Türk Devleti olmuştur. Volga boylarında Hun devletine tabi olarak yaşayan Hazar Türkleri, daha sonra Kuzey Kafkasya'yı işgal ederek büyük ve bağımsız bir devlet kurmuşlardır. Gerek Bizans Hıristiyanları, gerek Abbasi İslam devletinde Arapların dini baskılarına uğrayan Musevi topluluklar ve özellikle Musevi din adamları, hoşgörülü oldukları anlaşılan Hazar devletine sığınmışlardır. 8.yy'da Musevi din adamlarının istilasına uğrayan Hazar Türk Devleti, özellikle saray, eski inançlarını bırakarak Museviliği seçti.

Doğu Avrupa Musevilerinin, 9 ve 10'uncu yy'larda Hazar'ın Kuzeyinden kitleler halinde göç eden Türkler oldukları, Musevi inancında kayıp olarak bilinen '13. Kabile'nin Hazar Türkleri'nin Musevi olan ve Avrupa'ya göç eden torunları olduğu, Hitler yönetiminin Yahudi oldukları için göçe zorladığı ve öldürttüğü Doğu Avrupa Yahudilerinin gerçekte Hazar Türkleri olduğu da ileri sürülen tarihi gerçekler arasında yer alır.

*Sonuç:
Yukarıda özet olarak ele alındığında görüldüğü gibi, Türkler; tarihi veriler ışığında coğrafi, sosyal, siyasal ve ekonomik koşulların belirlediği kendilerine özgü bir din anlayışı sergilemişlerdir. Ancak ciddi biçimde dikkat çeken en belirgin özellik Şamanizm'in özelliklerini de benimsedikleri tüm dini inançlara taşımış olmalarıdır. İslam inancının yaygın bir biçimde kabul görmesinden sonrası da araştırıldığında, derinliklerde Şamanizm'in tüm izleri ve belirgin etkileri kendiliğinden su yüzüne çıkmaktadır.

Konumuz olan Alevilik tüm bu veriler ışığında değerlendirilmelidir. Aksi halde çok büyük yanılgılara sürüklenilmesi ve yanlış kanaate saplanılması kaçınılmazdır.

BÖLÜM:II
2/1). ALEVİLİĞİN TARİHİ
VE TEMEL İNANÇLARI

Ali'nin ölümünden sonraki gelişmeler, özellikle Kerbela olayı, Hüseyin'in öldürülmesi, Alevi topluluğunun siyasi bir görüş çevresinde toplanmasına neden olmuştur. Şiilik (Şia) adını alan ve daha çok İran'da gelişen Alevi mezhebinin özünü bu olaylar zinciridir.

İslam dinin doğuşu karşısında eski dinlerinin zamanla sarsılacağını, İslam ordularının istilaları sonucu bağımsızlıklarını yitireceklerini anlayan İranlılar; İslam'ın içinde doğan ve gelişen bu görüşü eski din ve siyaset anlayışlarıyla kaynaştırarak benimsediler. Ancak bu noktada gizli ve karanlık kalan bir başka gerçek de Musevi hahamlarının İslam'ın doğuşu ve gelişmesi karşısında Hz. Muhammed'in vefatının hemen sonrasında harekete geçtikleri ve Halifelik seçimleri ile Halife cinayetlerinde örtülü bir biçimde en etkin güçler olduklarıdır.

İranlıların İslam karşısında bağımsızlık ve inançlarını koruma yolu olarak gördükleri Aleviliğin kollarından Caferiliği benimsemeleri, gerçekte Yahudi Hahamların teorisyenliğinde geliştirilen Aleviliği benimsemişlerdir demek hiç yanlış değildir. Alevi dedelerin kıyafetleri, sakal ve bıyık biçimleri ile Musevi hahamların görünümleri arasındaki eş benzerlik, Aleviliğin ‘sır' vermeme, kendinden olmayana kız verip almama kurallarının Musevi inancıyla aynı olması, ‘Musevi olunmaz, Musevi doğulur' prensibi ile ‘Alevi olunmaz, Alevi doğulur' prensipleri, Musevilerin ‘ağlama duvarı'nda pişmanlıkla tövbe edişleri ile Alevilerin pişmanlıkla vücutlarından kan çıkana değin kendilerine eziyet edişleri bunun en belirgin ve çok özet kanıtlarıdır. Öne sürdüğümüz bu kanıtların tümüne birden Alevi inancında Şia adı verilmektedir. Alevilik Şia adı altında mezhepleştirilmeye çalışılmıştır. Ki, tüm İslam alemi Şia'yı bir mezhep olarak kabullenmeyi reddetmektedir.

Şiilik, (Şia) inancına göre, Hint inançlarında ruhun bedenden bedene geçişi vardır. Şia (Şiilik) Şamanizm, Hint Budist, Arap İslam ve Yahudi inanışlarının izlerini taşıdığı bir gerçektir. Ancak bu gerçek görmezden gelinmektedir.

XII. yy sonlarında doğan Alevilik, Sünniliğin ağır baskısı nedeniyle yaygınlık kazanamamıştır. Ancak X, XI, XII, XIII, XV ve XVI yy.'da hızla gelişmiştir. İran, Anadolu, Türkistan, Mısır, Yemen ve Irak'ta yaygınlaşmıştır. Bu gelişim edebiyat alanında önemli eserlerin yazılmasına neden olmuştur. Aleviliğin İran'dan sonra en geliştiği yer Anadolu olmuştur. Ancak, Kürt, Arap, Arnavut ve ABD dünyasına değin geniş bir alana yayılmıştır.

Alevilik inancına göre esas olan imamlıktır. İmamlık Allah'tan ve Hz. Muhammed'den sonra gelen en önemli makamdır. İmamlık seçimle değil Allah buyruğu ile ve Hz. Muhammed soyundan gelen birisine verilir. Ali'nin imamlığı Tanrısal kabul edilir. İmamlık veraset ile sürdürülür. İmamın bir başka özelliği de yeryüzünde Allah'ın temsilcisi olmasıdır. Hz. Ali, insan biçimine girdiği için ölümsüz kabul edilmektedir. Bunun içindir ki, Allah'ı sevmek Ali'yi, Ali'yi sevmek Allah'ı sevmektir. Ali'yi sevmeyen Allah'ı, Allah'ı sevmeyen Ali'yi sevmiyor demektir. Gerçek imamlar on ikidir. İlk imam Ali, son imam onun torunu Mehdi'dir. Mehdi ölmemiştir, sırlara karışmış, Allah'ın buyruğu ile günün birinde ortaya çıkıp görevine başlayacak, insanları doğruya yönlendirecek, kötülüklere son verecektir.

İmam her türlü suçtan ve eksiklikten arınmıştır, suç işlemez, yanlış yapmaz, masumdur. Bu nedenle imamın sözü Allah'ın sözüdür.

Aleviler, insanı tanrı ile bir sayar, arada ayrılık görmez, ruh göçüne inanırlar, kıyamet ve ahirete inanmazlar. Sünni tüm mezhepleri reddederler. İslam dinin gerekli gördüğü ibadetlerin hiçbirisini yerine getirmezler. Maddenin ötesinde yaratıcı bir güce inanmazlar. Kadın-erkek ayırımı yapmazlar.

*Bektaşilik:
Bektaşilik, 16. Yüzyıldan itibaren resmen tanınmış ilk gayri Sünni (heterodoxe) bir tarikattır. Tarihsel kökeni 13. yy.'la değin uzanarak Babai hareketlerine dayandırılmaktadır. Baba İlyas, 117'de kurulan Vefaiye tarikatının Anadolu'daki şeyhidir. 13. yy.'la doğru Kalenderiye, Haydariye ve Yeseviyye sentezi ile Babailik denilen gayrı resmi tarikat doğmuştur.

Hacı Bektaş Veli tarafından kurulan tarikatın ayin ve erkanı Balım Sultan tarafından geliştirilmiş ve Batınilik çizgisine doğru kayma göstermiştir. Balım Sultan'ın yerine geçen kardeşi Kalender Çelebi, Kanuni Sultan Süleyman döneminde isyan tertiplediği için, yakalanarak öldürülmüş ve tekke manevi nüfusunu bir dönem yitirmiştir. 1931'de, Atatürk'ün verdiği kararla Türkiye Cumhuriyeti içindeki tüm tarikatların kapatılması ile "Bektaşilik" illegal bir biçimde "lobi olarak" faaliyetlerini sürdürmüştür. Günümüzde etkin baskı gruplarından birisi durumundadır.

İmam Cafer mezhebine mensubiyet iddia edilmesine karşın gerçekte Şiilik ile Bektaşiliğin ilgisi yoktur. Bektaşiliği bir Şii tarikatı olarak kabul etmek yerine, Bektaşilikte Şii etkilerinin varlığından söz etmek gerçekçi bir bakış açısıdır. Bektaşilik içinde Şamanizm, Budizm ve İran dinlerinin kalıntılarına dayalı ayinler "dört kapı/kırk makam" şeklinde dile getirilir. Bu etkilerin yanısıra Musevi inanç, ibadet ve ideolojilerinin katı prensipleri de yer almaktadır.

Hacı Bektaş Veli'nin ifadesi ile:
"Okunacak en büyük kitap insandır."

Hacı Bektaş Veli adına kurulan, Balım Sultan'ın elinde düzenli bir kuruma dönüşen Bektaşilik "Dört Kapı" İlkesine dayanır.
*Şeriat Kapası
*Tarikat Kapısı
*Hakikat kapısı
*Marifet kapısı

Bu noktada Yahudi Mason lobisinin bilinen yapısı dikkate alındığında görülmektedir ki; Bektaşilik, son derece katı bir gizliliğin olduğu Aleviliğin "lobi" faaliyetlerinin yürütüldüğü bir locadan başka bir şey değildir.

Bektaşiler, ilk kapatıldıkları tarih olan 1826'dan günümüze ısrarla kendilerini savuna gelmişlerdir.

Sultan II. Beyazıt, Talat Paşa, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Yahya Kemal, Eşref (şair), Samih Rıfat, Hayri Ürgüplü, Akif Paşa, Celal Paşa, Kazım Karabekir Paşa, Neyzen Tevfik, Muallim Naci, Dr. Refik Saydam, General Kurtcebe Noyan, Ahmet Rasim gibi isimlerin Bektaşi oldukları bilinmektedir

2/2). ALEVİLİĞİN KOLLARI

Şiilik, Caferilik, Bektaşilik, Kızılbaşlık, Zeydiye, Muteviliye, İsmailiye, isimleri altında anılan ve kuruculuğunu Hasan Sabbah'ın gerçekleşitirdiği Batıniye (Haşhaşiler) adlı suikastçi/ihtilalci grup Alevilik inancının kolları arasında yer alırlar. Aleviliğin Anadolu'da benimsenen kolları Bektaşilik ve Kızılbaşlık adı ile anılır. Anadolu'da Aleviliğin edebiyatta Türk dilinin kullanılması ile yaygınlık kazanmış olması, Türkmenlerin kazanılmasında çok dikkat çekici bir yöntem uygulandığının kanıtı olarak karşımıza çıkar. Bu amaçla hareket eden Yunus Emre, Pir Sultan Abdal ve Hatayi'nin Türkçe edebiyatı önemli örneklerdir.

Alevilerin büyük olarak tanıyıp andıkları yedi şair; Nesimi, Fuzuli, Hatayi, Pir Sultan Abdal, kul Himmet, yemini, Virani'dir. Bunlardan Nesimi ve Fuzuli dışındakiler tam Batınidirler. Bunların yanısıra aralarında kadın şairler de vardır: Emine Mükerrem, Şaziye Şazi, Hürmüz Hanım, Şeref Bacı gibi..

Yollarını bağımsız bir din ve İslamiyet'in esası sayan Aleviler, peygamber Ali'nin on iki imam ve Hacı Bektaş Veli'yi yorumcu ve düşünürleri olarak kabul ederler.

2/3). ALEVİ YERLEŞİM BÖLGELERİ

Türkiye coğrafyası üzerinde Alevilerin yerleşim bölgeleri şöyle sıralanabilir: Kars, Erzurum, Erzincan, Tunceli, Sivas, Tokat, Amasya, Çorum, Antalya ve Gaziantep..

Alevi Türk kesimi olduklarını iddia edenler daha çok Çorum, Amasya, Tokat, Yozgat bölgelerinde yerleşmişlerdir. Bu bölge içinde yer alan Aleviler Türkçe konuşurlar.

Manisa, Muğla, Aydın, Antalya, İzmir, Çorlu/Tekirdağ, İstanbul, Elazığ, Bursa, Amasya, Kars, Bolu, Kırıkkale ve Ankara Alevilerin yoğun olarak yerleştikleri kentler arasında yer alır.

Alevi Kürt kesimi ise, Sivas, Erzincan, Tunceli, Elazığ, Malatya, Maraş ve çevresinde yaşamaktadırlar. Bu bölgelerde yerleşik olan Aleviler ise; Kürtçe konuşmaktadırlar.

Dikkat çeken bazı önemli noktalar:
*Kars/Arpaçay-Yalınçayır-Çalkavur: Malakan adıyla tanınan bir grup yaşamaktadır. Bunlar Rus Ortodoks gruptur. Ve Kars etnik açıdan bakıldığında adeta bir akvaryumdur: "Tat" adıyla anılan Şia grubu, kendilerinin Avar Türkleri soyundan olduklarını iddia eden "Lezgiler", Karapapaklar, Avşarlılar, Azeriler, Çerkesler ve Kürtler gibi.. Bir ilde bunca değişik etnik kökenin bulunması Türkiye'nin ne denli çapraşık, iç içe ve karmaşık bir etnik yapıya sahip olunduğunu ifade edebilmek açısından önemlidir. Bir başka önemli noktanın da bunca etnik grubun yüzyıllardır hiç araştırılmamış ve incelenmemiş olmasıdır. Bu hatalı durum Anadolu toprakları üzerinde Türk halkının mutsuzluğunun da en önemli faktörü olmuştur.

Alamut Köyü, Hasan Sabbahve Alevi İdealizmi:
*Aydın/Bozdoğan İlçesine bağlı "Alamut Köyü"nde Aleviler yerleşmişlerdir ve "Alamut Alevileri" olarak anılmaktadırlar. Bu yapılanma Alevilerin İsmaili mezhebinin içine de sızdıklarını ve ünlü Hasan Sabbah'ın temsil ettiği gizli bir Şii İsmaili tarikatının yuvalandığı terör odağı olarak efsaneleşen "Alamut Kalase"nde yer alan Alevilerin torunlarından günümüze ulaştıkları gözlenmiştir. Bilindiği gibi Hasan Sabbah, özel yaşam biçimleri nedeniyle iki oğlunu da öldürtmek zorunda kalmıştır. Sabbah'ın oğullarının sapkınlığa sürüklenişi ise; Alamut Kalesi içinde yer alan Alevilerin etkisi ile gerçekleşmiştir.

Konumuz içinde Aleviliğin gerçek çehresinin tanıtılabilmesine önemli bir katkıda bulunacağı için yer verdiğimiz Alamut Köyü, daha önceleri bir Rum köyü olarak bilinmektedir. Aleviliğin "Tahtacı" olarak anılan kolu, günümüzden 600 yıl önce gelip bu Rum köyüne yerleşmişlerdir. Tahtacılar olarak bilinen bu Alevi kolunun kurucusunun Durhasan Dede olduğu ve Ceyhan'da gömülü olduğu söylenmektedir. Alevi Tahtacılar; Adana, İzmir/Narlıdere'de Yanyatır Ocağı'na, Kırıkkale'de Hasan Dede Ocağı'na, Aydın'da Emiroğulları Ocağı ve Malatya'da Seyyidler Ocağı'na bağlı bulunmaktadırlar.

Alamutlular ser verip sır vermeyen kapalı bir cemaattir. Asla sırlarını çözmek mümkün değildir. Bu nedenle çok yalan söylerler ve asla güvenilmez bir portre çizerler. Borçlarına da sadık değillerdir. Köylerinde cami olduğu halde Cuma günleri birkaç yaşlı dışında kimse gitmez. Her şeyi öğrenmek isteler ama kendileri ile ilgili bilgi vermezler. Cem evlerine ve törenlerine diğer Alevileri davet etmezler, tüm yaşamlarını büyük bir gizlilik içinde sürdürürler.

*Türk Kültürü Diye Öne Sürülen Bektaşi Şiir Dünyası:
Bektaşi şiiri ve edebiyatı, Türk kültürü diye öne sürülür, Türkçe eserler ile övünç duyulmakta ve Türk diline gösterilen özenden ötürü Anadolu'da Türk dilinin gelişmesine ve yaşamasına katkıdan söz edilir. Gerçekte Babailik, Ahilik, Abdallık, Hurufilik, Kızılbaşlık, Kalenderlik, Haydarilik öğretilerinin birleştirilmesinden başka hiçbir şey değildir. Aynı şey "destanlar" için de geçerliliğini korur. Ve bu kültür aydınlığa sürükleyici olmaktan uzak, efsane, mitos ve masal özellikleri nedeniyle de "aydınlatıcı" ve "gerçekçi" nitelikten yoksundur. Aşk, muhabbet, Allah-Muhammed-Ali sonra da Al-i Âbâ'ya, Fazlı'nın ulûhiyyetine, harflerin gizli numaralarına, Hacı Bektaş Veli'nin Muhammed ve Ali'den ayrı olmadığını anlatır. Burada da Türk sanatı, kültürü ve folkloru diye açık bir yutturmaca ile Alevi inancının korunması, yüceltilmesi sağlanmıştır. Bu kültür anlayışının yaygınlaşması ve kabul görmesinin sağlanmasında ise; TRT en etkin platform olarak kullanılmıştır.

2/4). ALEVİLER TÜRK MÜ,
KÜRT MÜ,
ETNİK BİR GRUP MU?

Alevilerin Türk oldukları iddia edilirken, Kürt oldukları görüşü de öne sürülmektedir. Sosyal bilimci İsmail Beşikçi'nin Alevileri Türk ve Kürt olarak ikiye ayırıyor olması ve bu çerçevede Doğu Anadolu Alevilerini etnik olarak Kürt olarak tanımlaması gerçekçi değildir. Çünkü, Doğu Anadolu'da yaşayan Kürtler arasında Aleviler olduğu gibi; Sünni ve Şafi olanlar da bulunmaktadır.

Tunceli'li Zaza Kürtler, Cem ayinlerinde deyişlerini Türkçe söylemektedirler.

Aleviler, ısrarla Türkmen olduklarını tarihsel süreç içinde örnekler vererek netleştirmeye çalışmaktadırlar, doğrudur da. Kökenleri Hazar Türkleri'ne dayanmaktadır. Ancak önemle gizledikleri gerçek, 8, yüzyıldan itibaren Musevi inancını kabullendikleridir. Musevi inancı ise; diğer tüm dinlerden farklı bir özellik gösterir: Musevilik yalnızca bir din değil, aynı zamanda da tarihin en eski siyasal ideolojisidir. Bu nedenle 8. Yüzyıldan günümüze Museviliği hizmet eden ve Türklüğünü yitirerek değişime uğrayan bu topluluğun Türk oldukları kabul edilemez. Kaldı ki Yahudiler de kendi içlerinde bu grubu, "kaybolan 13. Kabile" olarak tanımlamaktadırlar.

Anadolu topraklarının 10 bin yıllık bir medeniyet tarihi vardır ki, bunu taraflı ve amaçlı dahi olmuş olsalar hiçbir bilim adamı inkar edemez. Türkler Anadolu'ya 1071'de gelmişlerdir ve bu topraklar üzerinde bin yıllık bir geçmişe sahiptirler. Anadolu'nun tarih ve farklı medeniyetler topluluğu olduğu gerçeği yadsınamaz.

Ancak Alevilik inanışı daha çok Kürtler arasında görülür demek yanlış bir değerlendirme olmaz, etnik bakımdan Türk olan nüfus arasında ise Bektaşilik yaygınlaşıp gelişmiştir. Alevilik ile Bektaşilik arasındaki bağ ve mekanizmanın işleyişine ise; yukarıdaki bölümde değinilmiş ve Yahudilerin Masonik örgütlenişleri örnek alınarak yapılandırıldığı vurgulanmıştır.

Anadolu toprakları üzerinde bin yıldır yaşayan kültür işte böylesine birbirine geçmiş, kaynaşmış ve girift bir mozaiktir. Bu mozaik içinde etnik/kültürel/dil/inanış farklılıkları vardır. Ancak, hepsi de birbirine akraba olmuşlardır. Bu akrabalık günümüz dünyasında giderek daha da gelişip dal budak salmıştır.

Ne yazık ki, bu akrabalık gerçeğinden yola çıkılarak Ulusal Devlet yapısına sahip Türkiye Cumhuriyeti parçalanmak istenmektedir. Bu parçalanmanın önündeki tek engel ise Kemalizm'dir. Bu nedenle Kemalizm'in devrini doldurduğu ve çağın gerçeklerine yeterlilik gösteremediği inancı yayılmaya çalışılmaktadır.

2/5). SİYASAL VE SOSYAL
YAŞAMDA ALEVİLER

Yakın geçmişe değin Aleviler Sosyal Demokrat veya Sosyalist siyasal parti, grup ve kişileri desteklemiştir. CHP'nin ve TİP'nin önemli, Türkiye Birlik Partisi'nin tek oy kaynağı Aleviler olmuştur. Günümüzde de TİP'nin en önemli tabanı Alevi kitledir.

1950 öncesi Anadolu'da birçok kent ve kasabada bakkal dükkanı bile olmayan Aleviler, bugün büyük kentlerde şirket ve holding sahibidirler. İthalat-ihracat alanında söz sahibidirler. 1950'li yıllarda çorap fabrikaları Bulgarlar'ındı, günümüzde ise Yahudi vatandaşlarımızın! Konuya bu açıdan bakıldığında yakın bir geçmişte dağların zirvelerine kurulu yolu bile olmayan köylerde yaşayan Alevilerin kısa süre içinde ne denli gelişim gösterdikleri kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunun en önemli etkeni Alevi ailelerin çocuklarına mutlaka yüksek tahsil yaptırmalarıdır. Aynı zorunlu gelenek Yahudiler'de de vardır. Türkiye'ye sığınan Yahudiler günümüzde ülkenin refahından en büyük payı alan kesimdir. Yahudilerin zengişleşmesinin hemen ardından Alevi topluluğunun zenginleşmesi ve ekonomide söz sahibi olmayı başarmaları dikkat çekicidir. Aleviler, dağların zirvesinden büyük kentlere indiklerinde servet sahibi değillerdi, Avrupa zulmünden kaçıp Türkiye'ye sığınan Yahudiler ise; ancak canlarını kurtarabilmiş, son derece yoksul insanlardı.

Özetle: Anadolu'nun bereketli ve zengin toprakları ile merhametli, cömert, mert, hoşgörülü Türk insanı; Alevileri ve Yahudileri dünyanın en mutlu insanları yapma başarısını göstermiştir (!) Öte yandan kendi insanını ‘özgür-zengin-onurlu' bir yaşamdan kopartıp ‘kör karanlık kölelik zindanına' atıvermiştir. Bu nedenle de tüm dünya insanlığı tarafından tarihin en asil büyük Türk Ulusuna ‘aptal' tanımlaması yakıştırılır olmuştur. Tarihte kentlerin anahtarlarının gümüş tepsilerde ikram edildiği büyük Türk Ulusuna bugün tüm dünya ülkeleri ‘vize' uygulamaktadır.

Türkiye'nin yönetim kadroları, Alevilik-Bektaşilik, Tarikatlar, Etnik, Kültürel Özgürlükler üzerine ilk okula yeni başlayan çocuklar gibi ‘ders' çalışmak zorundadır. Bu tarihsel sorumluluk ve halka olan borçtur.

2/5). HALK MAHKEMELERİ (!)

Türkiye bir sabah aniden "Halk Mahkemeleri" diye bir sözcük ve tanımlama ile tanıştı. O sabah terör tohumlarının ekildiği günlerin sabahıydı. Şimdi Alevi ve Bektaşi geleneğini anlatan bir kitabın satırlarını dikkatle okuyalım:

"..Bu Cemler aynı zamanda o toplum için bir dini eğitim ve öğretim kurumu işlevini görür. Hatta bunlar, suç işleyenlerin yargılandığı bir tür halk mahkemesi işlevini üstlenirler."

Türkiye'de terör olgusu ile başlayan ve su yüzüne çıkan cinayetlerin bir bölümü, ‘Halk Mahkemeleri' kararları ile gerçekleşmiş olması önemli bir noktadır.

Türk sanayi hareketi içinde, sosyal güvence bağlamında son derece gerekli ve yararlı ‘Sendikal' faaliyetler Alevilerce kurulmuş, geliştirilmiş ve yönlendirilmiştir. Ancak bu yararlı çabalar, Türk işçisi ve emek insanını mutlu etmemiş, terör ve toplumsal huzursuzluğa sürüklemiştir. Üniversitelerde öğrenciler, Alevi gençler tarafından yönlendirilerek etkilenmiştir. Türkiye'de ‘aydınlanma' adı ve örtüsü altında tezgahlanan tüm entrikaların iplerini ellerinde tutanlar her nedense Aleviler olmuştur.

Yukarıda dile getirilerek dikkat çekilmek istenen konuların hiçbirisinin ‘inanç/din/kültür' ile ilgili olduğu söylenemez.

2/6). DİN Mİ, MEZHEP Mİ, TARİKAT MI?

TÜRK-İSLÂM DÜNYASINDA MASONİK TUZAK

Alevilik, kendi taraflarının görüşlerine göre "bağımsız (!)" bir dindir. Ancak gerçek ve objektif değerlendirildiğinde din değildir, mezhep olarak kabul edilmesi ise olanaksızdır. Fakat, İslam ülkelerinde bir inanç yolu olarak seçildiği inkar edilemez.

Bektaşilik ise, Hacı Bektaş Veli tarafından kurulmuş bir tarikattır. Anadolu'da her Bektaşi Alevi'dir, ama her Bektaşi Alevi değildir. Hz. Ali sevgisi her ikisinde de güçlüdür. Ancak Bektaşi tarikatına giren herkes Bektaşi olabilir. Bektaşilik, genel prensiplerini ve yolunu kabul edip buna göre yaşayan herkes Bektaşi sayılır. Ancak bir kimsenin Alevi olabilmesi için ana ve babasının da Alevi olması zorunludur. Kesin bir ifade ile Alevilik, ‘inanca' değil; ‘soy'a bağlıdır.

İşte bu noktada Yahudi Mason locasına girmenin mümkün olduğu, ama Musevi olunamayacağı katı prensibinin İslam dünyasında ‘isim değiştirerek' nasıl yer aldığı gerçeği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Yahudilik, ‘inanca' değil; ‘soy'a bağlıdır.

Yahudi'nin tarihsel olarak millet olma özelliği vardır, ama Alevilik millet değildir. Buna karşın, soya bağlı olması üzerinde önemle durulması gereken bir husustur.

Alevilerde kendilerinden olmayan kız almak yoktur, alan ‘düşkün' olur, yani yoldan çıkmış sayılır. Böyle birinin düşkünlükten kurtulması, o kadının yola alınmasıyla mümkündür ve bu da pek güçtür.

Timur diyor ki;
"Hangi memlekette dinden dönme, saygısızlık, ahlaksızlık gibi olaylar çoğalırsa, halkın birliği bozulursa, askerleri başka mesleklere girmeye çalışırsa; o memleketin yok olması yaklaşmıştır."

Bu gerçeği Timur'dan önce keşfeden ise; Musevi Hahamlar olmuştur.

BÖLÜM:III

3/1). HACI BEKTAŞ-I VELİ
VEBEKTAŞİLİK

Bektaşi Tarikatı'nın kurucusu Hacı Bektaş- Veli'nin gerçek adı Mehmet'tir. Doğum ve ölüm tarihleri ihtilaflıdır. Bazı kaynaklar doğum ve ölüm tarihleri olarak 1248-1337'yi gösterirlerken, bazıları da 1209-1217 tarihlerini kaydetmektedir. Bunlardan birinciler Hacı Bektaş-ı Veli'nin Anadolu'ya geliş yılı olarak 1270/1280'li yılları kaydetmektedirler ki, bizce de bu görüş doğruluk oranı en yüksek olanıdır.

Veli'nin babası İbrahim, Nişabur'un o dönemde en ünlü alimli olan Şeyh Lokman-ı Horasani'ye götürerek okutmasını rica etmiştir. Şeyh Lokman-ı Horasani, Hazreti Türkistan ve Pir-i Türkisatn olarak da bilinen Şeyh Ahmet Yesevi'nin talebesidir.

Veli, Şeyh Lokman Horasani'den pozitif ilimler yanısıra tasavvufun tüm gizem ve rumuzunu da öğrenmiştir. O dönemin yaygın kanaati olan, ‘ilmin yarısı seyahattedir' sözüne uygun hareket ederek Bedaşan'a gitmiştir. Buradan tekrar Nişabur'a dönmüş ve Anadolu'ya göçmeye karar vermiştir.

Ancak Anadolu'ya geçmeden önce, Basra, Bağdat, Necef gibi Arap kentlerini gezip incelemiş; burada Hz. Ali ve taraftarları ile yakın ilişkiler kurmuştur. Ardından Mekke'ye geçmiş ve burada üç yıl kaldıktan sonra, Medine'ye giderek Hac görevini yerine getirmiş, Hz. Muhammed'in mezarını ziyaret etmiştir. Bütün bu inceleme, araştırma ve Alevi taraftarları ile kurduğu yakın ilişkilerden sonra, Kudüs ve Halep kentlerine geçmiş, burada da bir süre kaldıktan sonra Anadolu'ya ayak basmıştır.

Osmanlı Ordusunun manevi gücü Hacı Bektaş-ı Veli'ye teslim edilmiştir. Mehter takımının giyimi ile, merasime başlayıp bitirirken söyledikleri dua Bektaşi ‘Gülbank'ıdır. Sultan Orhan döneminde, Veli'nin isim babalığını yaptığı "Yeniceri" ocağı kurulmuştur.

Hacı Bektaş-ı Veli'nin mezarı Nevşehir/Hacıbektaş İlçesi'nde, kendi adıyla anılan ve yaşarken tekke ve ev olarak kullandığı dergahta bulunmaktadır.

Hacı Bektaş-ı Veli tarafından yazıldığı bilinen ve günümüze değin ulaşan iki kitap bulunmaktadır. Bunlardan birincisi ‘Makalat' adındadır. İkinci eseri ise ‘Şerh-i Besmele' adını taşır ve bilim alanında yeteri kadar tanınmamıştır. Orijinali Manisa İl kütüphanesi''dedir.

3/2). KURUCUSU "TÜRK (!)"
OLAN TARİKATLAR

Burada önemle üzerinde durmaya çalıştığımız konulardan birsi şudur: Türkler, Anadolu toprakları üzerinde her dönemde adeta ‘dinamit' üzerinde oturmuşlardır. Bu nedenle dünyayı titreten kudretlerine karşın, özellikle Anadolu topraklarında gelişen ‘isyan' olayları ile sarsılmıştır. Günümüzde de değişen pek bir şey olmadığı etnik/fundamentalist terör olayları ile kendisini göstermektedir.

Bu nedenle İslam adına ‘tarikat' mayınlarına çarpmamak için onların var oluş kökenlerinin de dikkatle değerlendirilmesi gereği vardır.

Anadolu toprakları üzerinde Arap kökenli tarikatlar olduğu gibi kurucusu Türk olduğu iddia edilen tarikatların olduğu da bir gerçektir. Kurucusu Türk olduğu iddia edilen tarikatlar şunlardır: Bektaşi, Mevlevi, Halveti, Bayrami, Şabani, Uşşaki, Celveti, Sünbüli, Gülşeni, Cerrahi ve Nakşi.

Şimdi bu noktada ‘Türklerde Din' başlıklı, ‘Yahudi' bölümünde değindiğimiz bir gerçekleri bir kez daha yinelememizde yarar görmekteyiz. 8. Yüzyıl'da Arapların baskılarından kaçan Yahudi Hahamlar, Hazar Türk Devleti'ne sığınmışlardır. Bu üzerinde çok durulması gereken bir noktadır. Hazar Türk Devleti'ne öyle çok Haham sığınmıştır ki, tarihçiler sığınmadan daha çok ‘adeta istila' tanımlaması kullanılmaktadır. Hahamlardan etkilenen Hazar Türkleri Musevi olmuşlardır. Daha sonra, 9 ve 10. Yüzyılda Hazar'ın kuzeyinden Doğu Avrupa'ya kitlesel göçler başlamıştır. Göç eden bu insanlara daha sonra ‘Doğu Avrupa Yahudileri' adı verilmiştir.

Tarihin kilometre taşları günümüzde dahi tam olarak belirlenebilmiş değildir. Bu pencereden bakıldığında Asya'dan Anadolu topraklarına göç eden, dönemlerinin özellikle tasavvuf eğitimli aydınlarının tek bir amacı olmuştur, ‘tarikat kurmak (!)' Onları buna zorlayan ve böyle bir misyon üstlenmeye iten nedir? Sorusu günümüz koşulları göz önüne alındığında hiç de net ve aydınlık değildir. Bir başka dikkat çeken konu da bu tarikatları kuran ve Türk oldukları iddia edilen kişilerin göç yollarının, doğrudan Anadolu olmayıp İran-Kudüs-Mısır üçgenine yapılan uzun seyahatler sonrası son ‘hedef' olmasıdır.

*MEVLÂNA CELALEDDİN RUMî

Büyük Türk-İslam şairi ve mutasavvufu olarak kabul edilen ve Türk kültür dünyasının efsaneleştirilmiş bu yıldızı, adına "Mevlevilik" denilen tarikatın da kurucusudur. 30 Eylül 1207'de, Afganistan/Belh kentinde dünyaya gelmiştir. Babası, Belh kentinin önde gelen bilginlerinden Sultanül Ulema lakabı ile anılan Bahattin Veled'dir.

Bahattin Veled'in eşi Harzemşahlardan Muhammed Alaaddin'in kızı olmasına karşın; İslam prensipleri konusunda devletin yönetim kadroları ile anlaşamazlığa sürüklenmiş ve ailesiyle birlikte Belh kentini 1212'de terk ederek İran üzerinden Larende (Karaman)'a yerleşmiştir. Mevlana'nın annesi burada ölmüş, ilk oğlu Veled'de burada dünyaya gelmiştir.

Bahattin Veled, Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat tarafından başkent Konya'ya çağrılmıştır. O dönemde Konya'da konuşulan diller: Rumca, Farsça, İbranice ve Türkçe'dir. Konya kentinin bir başka özelliği de Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde Hz. Meryem ile birlikte Batı'ya göç eden havarilerin yolu dur. M.S. 2.yy'dan itibaren Hıristiyanların kaçıp sığındıkları bir kent olmuştur. Daha önceleri de özellikle Eflatun (Platon) ve diğer filozofların fikirlerinin etkisi altına girmiştir.

Mevlana Celaleddin Rumi, eserlerini "Farsça" yazmıştır.

1244'de Mevlana, 37 yaşındadır ve İran'lı Şems ile tanışmıştır.

3/3). ATATÜRK VE BEKTAŞİLER

Atatürk'ün yakın dostu ve doktoru Dr. Hasan Ragıp Erensel (Bektaşi Babası), Mustafa Kemal ile çocukluk, okul, ordu, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşları'nda birlikte olmuş, vefatına değin de Cumhurbaşkanlığı Köşkünün doktorluğu görevinde bulunmuştur. Atatürk, Dr. Erensel ile birlikte Pir evine gitmiştir. Köşkte Dr. Ragıb Bey aracılığı ile davet ettiği Ali Nutki Baba ve Haydar Babalar ile konuşmuştur.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarında da tekkelerin kapatılmasından sonraki günlerde de Bektaşilerden destek ve yardım görmüştür.

24 Aralık 1919'da, -Sivas kongresi sonrası- Atatürk, Kayseri'ye Hacı Bektaş'a gitmiştir. Dergaha atlı olarak giderken caddeye iki taraflı dizilen dervişler, kendisini üzengilerini öperek karşılamışlardır. Bu sevgi gösterisinden son derece duygulanan Atatürk, programını değiştirerek öğle yemeğini dergahta yemiştir. Salih Niyazi Dedebaba, dergahta ne kadar yatak, battaniye, şilte vb. eşya ve ambarlarda ne kadar gıda maddesi varsa hepsini Atatürk'e vermiş, istediği yere göndermiştir.

Mayıs 1920'de, İstanbul'da kurulan "Min Min Grubu" adlı gizli örgüt Anadolu'ya adam, savaş araçları ve cephane kaçırmıştır. Bu Grubun kurucuları arasında Hamdi Baba isimli bir Bektaşi Baba'sı yer almıştır. Pek çok Bektaşi bu grubun faaliyetlerinde gönüllü olarak ve canlarını hiçe sayarak görev almışlardır.

Aleviler, 700 yıllık Osmanlı yöneticilerinden görmedikleri insanlığı ve hoşgörüyü Atatürk'ten görmüş olmaları karşısında duydukları saygı ve sevgiyi ifade edebilmek için, "O da bizdendi" demişlerdir.

Atatürk, Milli Mücadelede 1. Ordu'yu Alevilerden oluşturmuştur. İlk BMM Reisliğine Hacı Bektaş Veli Ocağı Dede Babası Cemalettin Efendi atanmıştır.

Ancak günümüzde, açık bir dille ve pek çok yazılı kaynakta Alevilerin dile getirmekten çekinmedikleri gerçek şudur ki: Aleviler, Osmanlı İmparatorluğu'nda karşılaştıkları baskılar nedeniyle aradıkları insanca yaşam hakkını bulamamanın ve aşağılanmanın verdiği tarihsel kin birikimi ile kuruluş yıllarında yanında yer aldıkları Mustafa Kemal Atatürk'ün yarattığı Cumhuriyet Türkiye'sinde aradıklarını bulamadıklarını ileri sürmektedirler. Bu nedenle şimdi Kemalizm'in ortadan kaldırılabilmesi ve Federal bir sisteme geçilmesi çabalarına yönelmişlerdir. Bu gerçek karşısında Aleviler'i Kemalizm'in, laikliğin, Cumhuriyetimizin ‘bekçisi' ve hatta ‘teminatı' olarak görüp değerlendirmek son derece aymaz ve hatalı bir bakış açısıdır.

Humeyni İran'ında hakim mezhep Caferi mezhebidir. Türkiye Alevi-Bektaşi topluluğu ise; İran'ın onca çabasına karşın, laiklik ve çağdaş demokratik ilkelere bağlı kalmıştır görüşü de son derece yanlış ve hatalıdır. Çünkü, Caferilik gerçekte bir mezhep olmayıp Aleviliğin yalnızca kollarından birisidir. Türkiye Caferi koluna mensup olanların İran Humeyni rejiminden ne denli etkilendikleri ise; her yıl İstanbul/Halkalı'da gerçekleştirilen cem ayinlerindeki görüntülerin televizyon ekranlarından kamuoyuna yansımasıyla ortadadır.

BÖLÜM: IV

4/1). ANADOLU'DA ‘İNANÇ' ÇATIŞMASI


TÜRKMEN TOPRAKLARININ KÜRTLERE DAĞITIMI

ATATÜRK VE TOPRAK REFORMU

CUMHURİYET TÜRKİYESİ'NDE TERÖRÜN KAYNAĞI

Van, Diyarbakır, Siirt, Bitlis, Hakkari, Mardin ve Urfa illerini kapsayan dar bölge, bu dönemde genişleme olanağı bulmuş, giderek tüm Doğu Anadolu'yu kapsamıştır. Orta ve Batı Anadolu ve diğer uzak eyaletler "Has-Tımar ve Zeamet" sistemi ile yönetilirken, Kürtler'e verilen Doğu Anadolu'da "Asur-Pers-Part" feodal sistemi olan bir anlamda "derebeylik" hakim kılındığı belirlenmiştir.

Has-Tımar sisteminde toprak mülkiyeti devletin olduğundan, yönetenler yönetilenlerin şikayetleri ile veya yeni Sultanlarla değiştiği halde; feodal sistemdeki (derebeylik) kişinin özel mülkiyetinde olduğundan babadan oğula intikal ederek günümüze değin varlığını sürdürmüştür.

Bu düzen içinde yüzyıllardır bu bölgede çalışan köylüler, derebeylik sisteminin artıkları olan ‘ağalar'ın köleleri olmaktan kurtulamamışlardır. Bölge halkı süregelen kölelik koşullarının sorumlusu olarak; kendi yaşamlarına özgürlük ve refah getirmediği için Devrimci Kemalist Cumhuriyet'i de bundan sorumlu tutmuşlardır. İşte bunun içindir ki, günümüzde Kürt toprak ‘ağaları' devletin yanında yer almalarına karşın; yoksul ve topraksız Kürt köylüsü, etnik (PKK) terör oluşumu içinde yer alabilmiştir.

Bu noktada, bir kez daha tarihin otopsi masasında bu konuyu mercek altına almakta yarar vardır. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ile Başbakan İsmet İnönü arasında gerilime yol açan neden, yoksul Anadolu köylüsünün toprak sahibi yapılması çalışmalarına gereken önemin verilmemesi olmuştur. Sonuçta Başbakan İsmet İnönü, "sürmenaj" nedeni ile görevinden affını istemiş (!) Atatürk, İnönü'nün yerine Celal Bayar'ın Başbakan olması uygun görmüştür. Ve Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün, İsmet İnönü ile bir daha bir araya gelmemiş olduğu bilinen bir gerçektir.

Atatürk, hastalığının iyice ilerlediği son dönemde, İsmet İnönü'yü Dolmabahçe Sarayı'na davet ederek bir hafta süreyle misafir etmiştir. Atatürk'ün vasiyetinde, İnönü'nün çocuklarının eğitim masraflarının karşılanması talimatını vermiş olması, Türkiye'de bir türlü gerçekleştirilememiş olan "Toprak Reformu Yasası" ve gündemdeki etnik/terör gerçekleri ile doğrudan bağlantılı olması nedeniyle, ulusal çıkarlar gereği, kamuoyunun bu gerçekler ışığında yeniden aydınlatılarak bilgilendirilmesi zorunlu bir konu olarak, reddedilmez bir biçimde karşımıza çıkmaktadır. 21. Yüzyıl Türk insanı tarihin objektif verileri ışığında aydınlatıldıkça Kemalizm'e bağlılığı daha bilinçli bir biçimde artacak ve toplumsal yaralar kendiliğinden kapanacaktır.

Temel konumuz ile ilintisi yokmuş gibi görünse dahi, taşıdığı önem ve Türkiye'nin son 15 yıldır yaşadığı etnik/fundamentalist terör ve günümüzde de uluslararası plâtformlarda giderek siyasallaşan etnik/bölücülük olguları çerçevesinde değerlendirildiğinde; Mustafa Kemal Atatürk'ü tedavi eden doktorların etnik/ideolojik açıdan "üç isimli" (gizli Sabetay cemaati mensubu/Dönme) oluşları, bunlardan Alevi Baba'sı olan Dr. Ragıp Erensel'in dönemi yansıtan kaynaklarda söz edilmemiş olması araştırılma yapılması grekliliğini ortaya koymaktadır. -Ki Dr. Ragıp Erensel, Cumhurbaşkanlığı Doktoru olarak görev yapmış ve Atatürk'ün en yakın dostları arasındadır-, dönemin koşulları (içte/dışta) ve ölümü üzerindeki kuşkular, günümüz gelişmeleri ışığı altında ciddi biçimde, objektif analize muhtaç olduğu gerçeğini bir kez daha gündemimize getirmektedir.

4/2). ALEVİLİK, BEKTAŞİLİK, CAFERİLİK
HUKUKU VE HİZBULLAH İNFAZLARI

Alevi ve Bektaşi cemaati yüzyıllardır devlet kapısına başvuruda bulunmaksızın, inanç ve töreleri doğrultusunda kendilerine has hukuk düzeni içinde yaşamaktadırlar. Günümüzde Alevi ve Bektaşi köylerinde polis, jandarma ile ilgili olay görülmemektedir. Bunun nedeni kendi aralarında mahkemeye başvuruda bulunmamalarıdır. Birçok ilçe kaymakamları ve yargıçları Bektaşi ve Alevi yöresinde çok rahat ve memnun oluşlarını ifade etmektedirler. Bu gerçeğin kaynağı geleneklerine çok bağlı olan Alevi ve Bektaşiler, hukuki sorunlar karşısında devlet kurumlarına başvuruda bulunmayışlarıdır.

Anadolu nüfusunun yaklaşık olarak yarısını meydana getiren Alevi ve Bektaşiler, ağır suç işleyenleri, adam öldürenleri, zina yapanları, haksız olarak eşini boşayanları, hırsızlık yapanları ve yalan söyleyenleri toplantılarına almayıp dışlarlar. Karşılıklı bağlarla birbirlerine kenetlenmiş bu kitle içinde yer alan herhangi bir kimse, (erkek veya kadın) bir başkası ile zina ederse hele ki kendilerinden olmayan birisi ile gerçekleşmiş ise; suçlu ve "düşkün" ilan edilir. Bu gibi zina hallerinde "yok edilme" cezası uygulanır.

Örnek I: Bergama/Deliktaş köyünde düzenlenen bir cem töreninde Kocabıyık Durmuş müsahib (kardeşliğinin) eşine karşı hafif bir duygulanması nedeniyle cezalandırılmıştır. Bu cezalandırılmayı onuruna yediremeyen Kocabıyık Durmuş, yüksek kayalardan aşağıya atlayarak intihar etmiştir (!) Cesedin bulunduğu yere, başı dışarıda olarak gömülmüştür ki, toprağa temas eden murdar bedenden temizlenmiş olsun (!)

Örnek II: Demircidere köyünde bir genç askere giden ve Kozak Yaylası'nın Aşağıbey köyünden olan müsahibinin (kardeşliğinin) eşini gebe bırakmıştır. Köylü kadınla konuşmamış, yalnızca görümcesi tarafından ekmek verilmiştir. Çocuğun doğumu ve kocasının askerden dönüşü beklenmiştir. Askerden dönen koca da eşi ile konuşmamıştır. Ertesi gün çamlık içinde belindeki kuşakla ağaca asılı cesedi bulunur (!) Kundaktaki çocuğu da ağacın dibinde bulunmuştur.

Örnek III: Bergama/Pınar köyünde cem yapılırken zincirleme elleri birbirlerinin omuzunda dizüstü çevrelenip gülbank dinleyen ve sonra Sem'aya başlayacak olan Mehmet Gölet, elini omuzuna koyduğu Mihriban isimli kadına fazla sokulmasından yararlanarak mıncıklar. Durumu gören erkan bozulmasın diye tören sonuna değin sesini çıkartmaz. Sonra olay Uyarı'cıya duyurulur. Ana-baba ve yakınları ile bir toplantı yapılır. Mehmet Gölet, kendisini çam ağacına asar (!) Mihriban kadın ise kendisini çayın (Deve gömen) denilen çukur girdaplı yerine atar (!)

Örnek IV: Bergama/Pınar köyünden Sultan, aynı köyden bir çobanla sevişir. Durum köye yayılır. Ana-baba baskısı sonucu kız kendisini asar (!) Bir ay kadar sonra çoban Hasan da kendisini vurur (!)

Örnek V: Bergama/Pınar köyünden Ahmet Ali'nin kızı Sanem Sever (Kocagöz) ‘ayağı dışarıda', ‘ayağı karıncalandı' diye köyde dile düşer. Yarıcı durdukları Cemile Hanım çiftliğinden köye dönüşlerinde köy halkı bu aileyi kabul etmez. Kocagöz de kendisini çaya atar (!)

Alevi ve Bektaşi topluluklarında "suç" işleyen kişinin tövbesi kendisini "yok etmesi" olarak ifade edilirse de bunun gerçekle bir ilgisi olmadığı kesindir. Bergama/Pınar köyünden Ayşe Öztürk'ün anlatımları kişinin "tövbe" etme amacıyla kendisini "yok etmesi" söylemlerine netlik kazandırmaktadır.

Ayşe Öztürk:
"...ikrarını bozan bir kadını Karaçitlenbik batısında pınarın başına getirdiler. Başını dizlerine, ellerini arkasına bağlayıp (Domuz Kuşağı) yüksek kayadan aşağı çaya attılar."

Bu noktada dikkat çeken bir başka gerçek gün ışığına çıkmaktadır. Şöyle ki; günümüz Türkiye'sinde, "Hizbullah Operasyonu" sonucu evlerin tabanlarına ve açık arazilere gömülü olarak bulunup gün ışığına çıkartılan cesetlerin "Domuz Bağı" (Domuz Kuşağı) olarak adlandırılan yöntemle işkence edilerek boğuldukları ve çok ağır işkence metotlarının uygulandığı seri faili meçhul cinayetler, Türkiye Cumhuriyeti'nin kriminolojik/adli tıp raporları arşivler ve çeşitli literatürlerde utanç verici yerini almıştır. Bu yöntem Alevi ve Bektaşi hukukunda yüzyıllardır varlığını koruyan "infaz" yöntemidir. Bu gerçeğin çok iyi analiz edilmesi gereği zorunludur. Lübnan orijinli Hizbullah örgütü örnek alınarak, Türkiye'de yaratılan sözde fundamentalist görünümlü Hizbullahi cinayet şebekesinin insanlık dışı cinayetler ve işkenceler yapabilen militan kadrolarının kaynağının hangi kültürden özenle seçildiğinin en belirgin işaretidir. Aşağıda yer verilen örnek ise; Hizbullah militanlarının ağır "işkence" yöntemlerini uygulamaya uygun karakterlerin psikolojik yapılarını aydınlatacak yeterliliktedir.

Bir Alevi mürşidi olan Musa Karasoy anlatıyor:
"Köyde zahirden bir kadınla zina suçu işleyen bir can'a on yıl düşkünlük ve sürgün cezası verilmişti. Süre sonunda "Aman mürüvvet!" diye gelişinde mürşidi: ‘Defol eli yüzü kara maskara' diye kovmuştu. Nihayet üçüncü defasında meydana alıp cemaate danıştı. Cemaat düzelmiş olabileceğine inandıklarını söyleyerek, bir fırsat verilmesini istedi. Mürşit, düşkünün boynuna su dolu büyük bir testi astı. Elleri göğsünde çaprazlanmış, öne doğru eğilerek saygı duruşuna geçince alnına değecek şekilde bir ucu sivriltilmiş ağacı önüne çaktı. Cem erlerinden bazıları, ‘Beş tanesi bana, on tanesini bana bağışla' diye indirim yaptılar. Nihayet, dayak 60 çelik (sopa) vurulmaya kadar indi. Bu dayak atıldıktan sonra, bir Düvaz (Oniki İmam adı geçen Bektaşi şiirleri) ve üç nefes okununcaya kadar da su dolu testi boynunda ve alnı sivri kazığa dayalı olarak durduruldu. Böylece düşkünlük cezası son buldu."

Alevilik ve kolları olan Bektaşilik ile Caferilik Amerikalıların çok dikkatini çekmiş ve özel ilgi gösterdikleri konular arasında çok önemli bir yer almıştır. II. Dünya Savaşı döneminde Mısır/Kahire'ye gelen ABD Başkanı Roosvelt, bir konuşmasında, Amerikanın devlet sırları ile ilgili önemli işlerinde Bektaşileri görevlendirdiklerini söylemiştir.

Görülmektedir ki ABD, Alevilik ve kolları olan Bektaşi-Caferi kültür ve inançlarını analizini 2. Dünya Savaşı'ndan önce tamamlamakla kalmayıp Bektaşilere ABD''in en önemli işlerinde görev vermiştir. ABD, günümüz dünyasında HİZBULLAH cinayet şebekesini yaratarak Ortadoğu'da kitlesel katliam operasyonları gerçekleştirmiştir.

Alevilik ve Bektaşilik; temelde Kin duyguları üzerinde vücut bulmuş ve yüzyıllardır bu duygular ile gelişerek günümüz dünyasındaki varlık noktasına erişmiştir. CİA teorisyenleri bu gerçeği çözümlemişlerdir.

İslam yargıcı Ayetullah Sadık Halhali:
"Öldürmek istemeyenin İslam'da yeri yoktur. Peygamberimiz kendi mübarek elleriyle öldürürdü. İmam Ali bir günde yedi yüzden fazlasını katletti. hakkın varlığı kan dökmeyi gerektiriyorsa, görevimizi yerine getirmeye hazırız" demektedir.

İslam'da "zorlama yoktur" söylemi tarihsel olarak vardır. Ama yine tarihsel gerçekler ışığında bakıldığında, İslam inancı savaşlar sonucu var olabilmiş ve savaşlar sonucu dünyaya yayılabilmiştir. Bu nedenle Halhali'nin sözlerinin tarihin sesi olarak değerlendirilmesi yanlış olmaz.

Çocuk:
"Anne, ben ne zaman kamyon sürebileceğim?"
Anne:
"Neden soruyorsun yavrum?"
Çocuk:
"Çünkü kamyonu patlayıcı ile doldurmak ve ülkemizdeki kafirlerin yuvalarına dalmak istiyorum."
(El Emel: İslamcı İşçi Partisi Yayın Organı)

Yukarıda verilen örnekte olduğu gibi, bu ve benzer yayın senaryolarının veya tümüyle kontrast düşünce ve ideolojilerdeki senaryoların kimler tarafından ve hangi amaçlar doğrultusunda tasarlandığı artık sır olmaktan çıkmıştır. Ancak sır olmayan başka bir şey daha vardır ki, yeni nesillerin bu senaryolar ile eğitilmekte oldukları gerçeğidir.

ABD'nin CİA teorisyenleri Alevilik ve kolları Bektaşi-Caferi kültür ve inançlarının yüzyıllara dayalı birikimini çok iyi analiz etmişler ve emperyalist çıkarları doğrultusunda, Allah adına İslam Hukuku'nu kullanılarak, Türkiye ve Ortadoğu'da kitlelere ve seçilmiş kişilere yönelik kanlı TERÖR operasyonları icra etmişlerdir.

Günümüz ABD'sinde, 4000 (dört bin) yazar, örtülü olarak CİA kadrosunda görevlidir. Bu geniş yazar kadrosu, ABD ulusal çıkarlarını geliştirecek olan bilimsel, toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal araştırma ve analizler yaparak operasyon senaryoları yazmaktır. Takdir edilmesi zorunlu bir gerçektir ki; ABD'nin CİA teorisyenlerinin "bilimsel" araştırma, analiz ve yorumları ile burada konu edilen başarı sağlanabilmiştir. Türkiye ise, hala aydınlarını perişan etmeyi milli görev addetmektedir (!) Bu milli görev ve vatanseverlik anlayışı ise; burada konu edilen örnekte olduğu gibi, Türkiye'yi entrikaların tatbikat sahası durumuna düşürmektedir. Türkiye Cumhuriyeti yönetim kadroları - Ki; halkta çok yaygın olarak, hepsinin satılmış oldukları inancı vardır- entelektüel birikime sahip aydın/sanatçı kadrolardan ulusal çıkarlar adına yararlanabilme ve entelektüel/aydın/sanatçılarımızı Cumhuriyete kazandırabilme, küskünlüklerine son verme akılcılığını ve dürüstlüğünü göstermemekte inat ederek, dünyanın en mükemmel teknolojik silah gücüne sahip olsa dahi, bu tuzaklara düşmekten kurtulamayacağı gerçeğini görüp kabullenmek zorundadır. Aksi halde Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin günümüz realitesi içinde, ne acıdır ki tartışılabilir hale gelen "Ulusal Bağımsızlığı" ve "Ulusal Devlet" modeli varlığını koruyamaz. Türkiye, Türk Ulusunun genetik özellikleri nedeniyle, 21. yüzyılın yeni Vietnam'ına dönüşümü kaçınılmazdır.

4/3). AHİTNAME

1). Kasten zina edenlere beş yıl düşkün cezası, yüz liradan beş yüz liraya kadar haline göre para cezası verilir. Cezayı ödedikten sonra da seksen değnek vurulur.

2). Zinaya teşebbüsten üç yıl düşkünlük, en çok üç yüz lira para cezası verilir. Cezası kalkınca sensen değnek vurulur.

3). Hırsızlık yapan iki yıl erkana alınmaz, hırsızlığın derecesine göre, çaldığı malın bedelini sahibine ödedikten sonra, o malın değerinin dörtte biri kadar ceza alır.

4).İftira edene bir yıl düşkünlük, iftiranın ağırlığına göre yirmi beş ile iki yüz lira arasında para cezası alır.

5). Yalan şahitlik yapana bir yıl düşkünlük, yüz lira para cezası verilir.

6). Kasten insan öldürenler ebediyen erkana (toplantı ve resmi törenlere) alınmaz. Selam verilmez. Kaza sonucu elinden vukuat çıkanlar suçlu sayılmazlar.

7). Nedenli nedensiz küfür ve hakaret edenlerden yüz lira alınmadıkça erkana alınmazlar.

8). Hırsızlık, zina, kumar gibi fena yola teşvik edenlerden haline göre elli ila iki yüz liraya kadar para cezası alınır ve bir yıl erkana alınmazlar.

9). Düşkünlük cezası alan taliplerle ve erkana gelmeyen, nedensiz erkanı terk eden taliplerle zorunluluk olmadıkça ülfet ve ünsiyet edilmez.

10). Cezasını bitiren bir talip, aynı rehberde (Aleviler, mahalli mürşide rehber, birkaç rehberin bağlı olduğu ocağa pir derler) hasmı bulunduğunu ileri sürerek erkana gelmemek isterse, rehberi onun kendisinin istediği bir başka rehbere verebilir. Kendiliğinden hiçbir talip rehber değiştiremez.

11). Düşkün talibi erkana alan rehbere o talibin aldığı ceza aynen verilir. Bu cezayı Pir ocağından mürşit verir.

12). Hukuk işlerinde zahiri mahkemeye başvurmak rehber ve talipler için suçtur. Rehberler arasındaki hak davalarını mürşit halleder. Talipler arasındaki davalar ise, mürşidler bulunmadığı hallerde, rehberler tarafından uzlaştırılır. Mürşid ve rehberin kararına uymayanlar en çok bir sene erkana alınmazlar.

13). Zorunluluk olmadıkça, çıkar gözeterek, kızını rızası ile zahir'e verenlere beş yıl düşkünlük cezası verilir. Kızı alan damat ikrara bent olursa ceza kaldırılır.

14). Bir talibin eşinin zina ettiğine rehber kanaat getirirse beş yıl düşkünlük cezası verilir. Talip karısını terk ederse cezası kaldırılır.

15). Rehberin oğluna bir talip kız vermez. Fakat rehber kızını bir talibin oğluna verebilir. Talip damadını rehber edinemez.

16). Bir rehber kendi oğlunu ve torununu talipliğe alamaz, damadını alabilir.

17). Suçsuz yere nefsinin hükmü ile karısını boşayanlar ve başka bir karı ile evlenenler evlendikten sonra boşanacağı karısıyla temasta bulunamaz. Beş yıl düşkün, durumuna göre beş yüz liraya kadar ceza verilir. Boşadığı kadınla hiçbir talip bir araya gelmediği gibi erkana da konulmazlar.

18). Bir rehber düşkün olduğu takdirde rehber kalkıncaya kadar onun talipleri muvakkaten başka bir rehbere teslim edilir. Taliplerden biri rehber vekilliği yapamaz. Yalnız rehber yoldan ebedi düşer veya vefat ederse, halefi kalmazsa, talipler içinden ehil bir şahıs tayin edilir.

19). Zahit olduğu halde kocası ölen bir kadın erkana alınmaz ve öldüğünde dar'ı çekilmez.

20). Cezalardan tahsil olunan paraların üçte biri Seyyit Battal Gazi Dergahına, üçte biri Veli Baba Dergahına (Senirkent/Uluğbey'de) üçte biri arkasında halef bırakmayıp ölen fakir taliplerin hizmetine harcanmak üzere rehberine teslim edilir.

21). Düşkün olan taliplerin isimleri bütün rehberlere duyurulacak, erkana alınmayacaklardır.

22). Rehber, çıkar sağlamak için kumar oynarsa, rehberlik şerefini kıracak şekilde sarhoşluk yaparsa cezalanır. Onun cezasını mürşid tayin eder.

23). Kumar oynayan talipler bir sene erkana alınmazlar.

24). Rehberler bu ahidname ile ilgili konuları konuşmak üzere ayda bir toplantıyı kabul ederler. Bu ahidnameyi erenler yolunun selameti bakımından aynen tatbik etmeyi biz rehberler, mürşidimiz huzurunda kabul ve imzaladık.
(Burada belirtilen para cezalarının miktarları günün koşulları gereği değiştirilmektedir)

4/4). ALEVİ VE BEKTAŞİLİKTE AİLE

Aile kurumuna büyük önem veren Alevi ve Bektaşi toplumunda yabancıya kız vermek (kendilerinden olmayana), onlardan kız almak kesinkes yasaklanmıştır. Alevi ve Bektaşi toplumunda boşanma hemen hemen yok gibidir. Birden fazla kadınla evlilik yapılması da görülmez ve aykırılıktır. Boşanmaya ancak iki nedenle başvurulmaktadır: 1). Kadın boşanmakta ısrar ederse, 2). Kadının ahlaksızlığı kesin olarak görülmüşse.. Bu iki neden var ise boşanmalarda ilk kararı Mürşid verir. Mürşid'in kararı ile boşanma gerçekleşir ve mevcut resmi nikahın sona erdirilmesi amacı ile yasal işlemlere başvurulur.


Caferi mezhebinde neslin üremesi, aile kurulması amacı ile yapılan anlaşmalar (akid) ki, buna ‘nikah' denilmekte bir de ‘Akd-i İnkıta' mukayed olarak, kayıt ve koşullu nikah olmak üzere iki çeşit nikah olduğu bilinmektedir. Caferi mezhebine mensup İran'da bu ikinci nikahın ‘Muta' olarak uygulanmakta olduğu görülmektedir. Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de Nisa suresinin 24. Ayetinde kayıt vardır. Muta nikahında 45 günlük iddet koşulu bulunmaktadır. Bu süre dolmadan bir kadın ile Muta nikahı yapılması yasaktır. Türkiye'de Bektaşi topluluklarında ‘Muta nikahı' uygulaması yoktur. Hz. Muhammed'den önce, İran'da kadınların mal gibi alınıp satıldığı, bir erkeğin anne ve kız kardeşi dahil bütün yakınları kadınlarla evlenebildiği tarihsel doküman ve literatürlerinde yer almaktadır. İran'da, imam Humeyni'nin İslam devrimi sonrasında, Muta nikahının yaşamdaki yerini aldığı bilinmektedir. Ancak Anadolu Alevi ve Bektaşileri arasında İran Caferi akımlarının etkisi olmadığı, buna neden ise; Şamanist Türk inanç ve geleneklerinde kadın ile erkeğin eşit koşullarda, eşit haklara sahip yaşamış olmalarının etkisinin yitirilmemiş olmasıdır. Bu nedenle Bektaşilerin kadını erkekten hiç ayırmadıkları ve kadınlara ‘Dervişlik' payesi vermiş olmaları, Türk ırkının kendine özgü gelenek ve kültüründen kaynaklanmıştır.

Kentlerde nişan ve resmi nikah töreni yapılarak evlenen Alevi ve Bektaşiler evlerinde geleneksel tören yaparlar. Bu törende mürşitleri karşısında gelin ile damat yanyana durur. Mürşit şu duayı yapar: "Bismi Şah, Allah.. Allah!.. Allah erenler bu birleşmeyi ve nikahı mübarek etsin, ömürlerinize bereket, vücutlarınıza sağlık, rızıklarınıza genişlik versin. Nikah Hz. Muhammed sünnetidir, mübarek olsun. Dünya ve ahiret isteklerinize kavuşun Aranızda yakınlık ve sevgi daim olsun. Aranıza fitne ve ayrılık girmesin. Her ikiniz arasındaki yakınlık Hz. Adem ile Havva, Hz. Muhammed ile Hz. Hatice-tül-Kübra, şahı vilayet Hz. Ali ile Hz. Fatma-tül-Zehra gibi olsun. İyi evlatlar ile sevinçte ve mutlulukta olasınız. Soyumuz mahşer sabahına kadar devam etsin. Tanrı sizlere uzun ömür versin. Bu mecliste bulunan din kardeşlerimizi iki cihanda aziz eylesin. Cenab-ı Bari milletimize, hayırlı, uğurlu yıllar, insanlığa faydalı işler nasib eylesin. Hü.." Okunan bu Gülbank'tan sonra Rabbenaatina fid-dünya.. ve ilah.. okunur.

Çocuklara Türkçe ad verilmesi kesin bir gelenektir. Çocukları bazı ermişlere adanmış ve satılmış olarak doğmuş olanlarda erkeklere ‘satılmış' kızlara ‘satı' isimleri verilmektedir. Bayram günü doğanlara ‘Bayram', Ramazan ayı içinde doğanlara ‘Ramazan', Muharrem de doğanlara ‘Muharrem' adı verildiği bilinmektedir.

Aleviler, kadınla erkeğe eşit haklar vermişlerdir. Bunun nedenini araştırdığımızda karşımıza çıkan Türklerin Şamanizm inancının Aleviliğe yansıyan izleri olmaktadır.

4/5). TÜRK AYDINLARI YOK SAYILDI
ALEVİ AYDINLIĞI YARATILDI

Türk kültür ve sanat dünyasında ‘Türk aydını' ve ‘Türk sanatçısı' amaçlı bir biçimde ve örtülü olarak yok varsayılırken, öte yanda ne kadar Alevi aydın ve sanatçısı var ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından ‘baş tacı' edilerek, hak ettiğinden çok daha fazla değer verilerek adeta ‘ilahlaştırılmıştır' ve bu gerçek halen de sürdürülmektedir.

Edebiyat, müzik, sinema, resim, heykel alanlarında bu gerçeğin sayısız örneklerini vermek mümkündür.

TRT kurumunda yer almış sanatçılar ve yöneticiler Alevi kökenlidir. Bir dönem Alevi olmayan sanatçılar ve editörler TRT içinde görev bile alamamışlardır.

Bu yanlış uygulama giderek öz Türk kültür ve anlayışını yok etmekte, siyaset ve ekonomi Alevi aydınların tekelinde biçimlendirilmektedir.

Türk aydınları yok sayıldı ve Alevi aydınlığında Türk insanı ile Dünya insanlığının gözleri ‘kör' edildi.

Evrensel sanat kriterleri ile objektif olarak değerlendirilecek olmaları halinde tümünün de bir ‘hiç' oldukları kolayca anlaşılabilecek olan Alevi sanatçı ve aydınları günümüz Türkiyesi'nde ‘imtiyazlı' durumdadır. Bu sözde sanatçıların (gerçekte ise; GLADIO sanatçılarının) Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne kafa tuttukları ise tüm gerçekleri ile karşımızdadır.

Kaçınılmaz olarak Türk kültürü yalnızca ‘saz ve söz'den ibaret olamaz. Kaldı ki, sözü edilerek her platformda öne sürülen bu ‘saz ve söz folkloru' çağdaş kültürümüz değil; tarihin aynalardaki iz düşümleridir.

Oysa günümüz dünyasında gerçek, çağdaş ve ‘ÖNCÜ' niteliklere sahip evrensel değerler çizgisine erişmiş sanat ve sanatçıya ihtiyacımız vardır. Ancak böyle bir sanat ve kültür anlayışı bizi uyuduğumuz derin uykudan uyandırabilir. Aksi halde Kemalizm'de aradıklarını bulamadıklarını açıklıkla dile getirmekten çekinmeyen Alevi aydınlar eliyle Türk Ulusal kültürü emperyalistlere teslim edilir ve hatta ‘satılır' bu sayede de ülke içinde ve dışında ‘imtiyaz'lar elde edilerek ödüllendirilirler.

Alevi aydınlar, Cumhuriyetin ilk yıllarında devletten yana olmuşlar, tekke ve dergahların kapatılmasının ardından sessizliğe bürünmüşler, ama Türk aydın çevreleri içten içe etkilemiş, mevcut rejimin aksayan yönlerini işaret ederek ne denli büyük baskılara maruz kaldıkları dile getirilerek, insanlık ve kardeşlik adına merhamet dilenilmiş ve destek istenmiştir. Bu yöntemle iyi-niyetli Türk aydınları, muhalefete zorlamışlardır. Süreç içinde sayısız Türk aydınının kurban verilmesin ardından; sıra etnik olarak Kürt kökenli aydınları ajite ederek harekete geçirmeye gelmiştir. Alevi aydınlar, bu gelişmelerin arkasına sığınarak seslerini yükseltmeye, sözde ‘düzenle barışık eleştirel ve yapıcı anlamda muhalefet' yapmaya yönelmişlerdir. Özellikle son birkaç yıldan buyana Alevi aydınlar, son derece radikal muhalefet içinde açıkça yer alarak boy göstermeye başlamışlardır. Çünkü, arkalarında AB vardır.

Öte yanda ülkesine ve halkına yürekten bağlı, onurlu, gerçek Türk aydınları ise; türlü entrikalar ile zaten sistem tarafından yok edilmişlerdir.

Artık Alevi kahramanlar ilahlaştırılmalı, global dünyaya yaraşır 21. Yüzyıl insanlarını sürükleyebilecek yepyeni Hacı Bektaş-ı Veliler'i yaratılmalıdır (!) Bunun için zaman ve mekan uygundur. Bu oyunları bozabilecek güçte aydınlar zaten daha önceden tırpanlanmış, Cumhuriyetin tüm kaleleri ve savunucuları düşürülmüştür.

4/6). ETNİK GRUPLAR VE ALEVİ İLİŞKİLERİ

Alevi topluluklar tarihsel süreç içinde Anadolu üzerinde yaşayan etnik gruplar ile yakın ilişkiler içinde olmakla da dikkat çekicidir. Azınlıklar ya da etnik gruplar olarak tanımlanan tüm yabancı unsurlar, Alevi topluluğunu kendilerine yakın bulmuşlar ve onları ‘azınlık' olarak görüp değerlendirmişlerdir.

Türklerin hakimiyeti altında en rahat yaşam koşullarına sahip olan ‘azınlıklar'; ne yazık ki, tarihin her döneminde Türklerden yakınmışlar, baskı ve zulüm gördüklerini öne sürmüşlerdir.

Süryaniler, Ermeniler, Kürtler ve Aleviler; Anadolu'ya yerleşen Türklerin her dönemde karşısında olmuşlar, devlet mekanizması içinde yıkıcı odaklar oluşturmuşlar, tarihte yer alan ihanetleriyle Türk kamu vicdanında derin yaralar açmışlardır.

Süryaniler, Ermeniler, Kürtler ve Aleviler; kendilerinden olmayana kız verip almama kuralını kendi içlerinde bozmuşlar fakat Türklere karşı özenle korumuşlardır. Böylece Süryani, Ermeni, Kürt ve Alevi birbirleri ile aile bağlarıyla bağlanıp kenetlenmişler ve aralarında Türklere yönelik fikir ve güç birliği kurulmasını sağlamışlardır.

Bu temeller üzerinde şekillenen günümüz Türkiye'sinde, Cumhuriyet yıldızlarının etnik kökenli oldukları ve birbirlerini destekledikleri açık biçimde gözlenebilir olmuştur. Cumhuriyet yıldızlarından kasıt şudur ki; dünyanın her yerinde "her sistem kendi yıldızlarını yaratır" gerçeğinden yola çıkıldığını ifade gereği vardır. Örneğin: Türkiye, sinemada Türkan Şoray'ı yaratırken, sanayide Yahudi ve Sabetaycıların desteğinde Koç ailesini, diğer etnik unsurların desteğinde de Sabancı ailelerini yaratmıştır. Oysa ki her iki aile için de gerçek anlamda ‘sanayici' tanımlaması kullanılamaz. Çünkü her iki aile de ‘montaj ve spekülatif' alanlarda yatırımcıdırlar. İlk örnekte yer alan Türkan Şoray da gerçek anlamda sanatçı vasıflarına sahip değildir, Türk sinemasını ihya ettiği için değil, mutlu kıldığı Rüçhan Adlı'nın dayatması sonucu Kraliçesi yapılmıştır. Medya patronları için de eş değerde örtülü ilişkiler ve dayatmalar sözkonusudur. Böylece Cumhuriyet Türkiyesi'nin yapay yıldızları, Türk halkının omuzlarında yalnızca yük olmuşlar ama topluma hiçbir şey vermemişlerdir. Bu ilişkiler esasta yalnızca ‘almak' üzerine kuruludur. Vermek ise; ‘yasak'tır.

Cumhuriyet Türkiyesi'ni siyasi otorite liderleri çıkarları adına, içte etnik gruplara peşkeş çekmektedir. Sözkonusu etnik grupların da kendi aralarında dayanışma içinde oldukları ve dış ilişkilerinin tarihin derinliklerine uzanan bağları inkar edilemez.

Son derece gizli bir cemaat olan Sabetaylar ile Alevi topluluğunun önde gelenleri daima özel ilişkiler geliştirmiş ve bu iki topluluğun kendi aralarında dayanışma içinde müşterek hedefler doğrultusunda hareket etmeleri sağlanmıştır.

Günümüz yönetim kadroları bu çok önemli gelişmeleri görmezden gelemezler. Aksi halde onurlu Türk gençleri, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün Bursa Nutku'nda verdiği talimatları yerine getirmekte tereddüt göstermeyeceklerdir.

4/7). ALMAN ARAŞTIRMACI BABİNGER

"Osmanlılar'da Alevilik hakimdi, fakat Osmanlılar 1400 yıllarından sonra Sünniliği devlet inşasında otokrat ve despot rejimler için yararlı gördüler. Yavuz Sultan selim, 1571 yılında kendisini Sünni dünyasının halifesi yaptı. Sünnilerin oturduğu Suriye'yi, Arabistan'ı ve Mısır'ı ele geçirdi. Böylece Sünnilik Osmanlı İmparatorluğu'nda yüksek mevki dinci despotizmi 1571 yılında Batı Avrupa'da reformlarla ağır bir darbe alırken, reformcu Kalvin Genf'te soylunun ve kralın zulmüne karşı demokrasi düşüncesini bildiriyordu. Osmanlı İmparatorluğu kendisini dinci despotizme soyluların ve ağaların iktidarına dayandırıyordu. Alevilerin özgürlükçü düşünceleri Osmanlılar tarafından kısıtlandı. Tüm bu baskılara rağmen Pir Sultan Abdal, 17. Yüzyılda insanların özgürlüğü için haykırıyordu. Onun Osmanlı Paşası tarafından idam edilmesiyle Anadolu'daki özgürlük de idam edildi.

Fakat bugün Osmanlı Sultanı yerine türkülerde deyişlerde ve halk destanlarında Pir Sultan Abdal söyleniyor. Onun özgürlük için verdiği mücadele Anadolu Alevileri için, özgürlüğü seven dünya için ebedi aydınlık ateşidir.

Bugün hala Kahire'nin Makkaton mahallesinde Kaygusuz Abdal'ın tekkesinde değerli Bektaşi literatürleri vardır.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Arnavut Bektaşileri, Alman Nazi-Faşizmine karşı başarılı direnişle demokrasiye büyük katkıda bulunmuşlardır. Baba Müslüm Bektaşilere düşen direniş cephesini yönlendirmiş, başarılar sağlamıştır.

Tarihin itinalı incelemeleri gösteriyor ki, Şiilik genellikle politik ve kültürel kuvvet olarak vardı. Aynı şekilde görüyoruz ki Anadolu ve Anravutluk'taki Aleviler ve Bektaşiler, ülkelerine kültürel ve politik alanlarda büyük katkılarda bulunmuşlardır. Bugün Ortadoğu'daki Şii dünyası uyanıyor..."

Yukarıdaki sözler Alman araştırmacı Franz Babinger'in bir konuşmasından alıntıdır. Görülmektedir ki Alman araştırmacı da Aleviliğin politik ve kültürel bir gerçek olduğunun bilincindedir.

Ancak Türkiye, yalnızca dinsel ve ‘ahlaksal' yönleri ile ele aldığı Aleviliğin ‘gerçek yüzü' görmezden gelmiş, amaçlarını algılayamamıştır.

Atatürk'ün tekke ve dergahları kapatması, Şeh, Şıh, Baba gibi unvanları yasaklaması yalnızca fundamentalist kaygılardan kaynaklanmadığı gözler önündedir. Atatürk, inanç temelleri üzerinde siyasal, kültürel, ekonomik, etnik, yıkıcı ve bölücü unsurların inşasına platform bırakmamak amacıyla önlemler almış; yasalarla gericilik ve bölücülük faaliyetlerinin önüne set çekmiştir.

4/8). ATATÜRKÇÜ VATAN HAİNLERİ

Türkiye gerçeğidir ki; ülkemizde tüm zararlı faaliyetler sözde Atatürkçü görünen vatan hainlerince gerçekleştirilmektedir. Hem Atatürkçü olup, hem de hain olunamayacağı ne denli gerçek ise; sahte Atatürkçü olunabileceği de o denli gerçektir. Günümüz Atatürkçüleri, Alevi cem evlerinin açılabilmesi ve faaliyete geçirilmesini inanç özgürlüğü ile özdeşleştirmektedir. Oysa ki hiçbir Atatürkçü, koşullar ne olursa olsun Atatürk'ün koyduğu yasakları kaldırmayı aklından bile geçirmez. Tekke ve dergahlar Atatürk'ün emri ile kapatılmıştır. Fakat günümüz Türkiye'sinde her sokakta bir tekke, dergah ve cem evi vardır (!) Bunu devlet görmüyor mu? Devlet görmezden geliyorsa da vatandaş görüyor.. Ve anlıyor ki sözde Atatürkçü olduklarını söyleyen mevcut rejimin zirvesinde görev alanlar Atatürk'e ihanet etmektedirler.

4/9). SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ ALEVİ TEKELLERİDİR

Dış ülkelerin istihbarat örgütleri tarafından örtülü bir biçimde maddi ve manevi olarak desteklenmekte olan sözde Sivil Toplum Örgütleri, Alevi topluluklarının tekeline geçmiş imtiyazlı birer ‘derebeylik' kaleleridir. Devlete kafa tutan, mevcut Kemalist rejimin içini boşaltıp kendilerine ve çıkarlarına uygun olarak biçimlendirmeyi çağdaşlık ve değişin dünya koşullarının gereği olarak savunan mekanizmalardır.

Bu Türkler hiç Sivil Toplum Örgütü kurmazlar mı?
Bu Türkler hiç şiir söyleyip saç çalmazlar mı?
Bu Türkler hiç roman yazıp edebiyatçı çıkartmazlar mı?
Bu Türkler hiç yasa dışı terör örgütü kurmaz mı?


Neden hep Alevi ve Kürt kökenliler bunları yapar da büyük Türk ırkının asil insanları bunların hiçbirisini yapamaz? Nasıl yapsın, bu ülkenin gerçek sahibidir O (!) Ancak, fabrikalarda en ağır işlerde, maden ocaklarının en derin kuyularında, hastane kapılarında itilip kakılıp aşağılanandır O (!) Onun Sivil Toplum Örgütü kurmaya ayıracak ‘aylak' zamanı yoktur ki, sabahtan gecenin karanlığına bir ev kirası bedeline ölesiye çalışmaktadır. Nasıl yasadışı terör örgütü kursun, terörün ilk hedefi tertemiz alnıdır onun. Eline kalem alıp nasıl yazsın, halkını ve ülkesini dünyaya rezil etmek onuruna dokunur.. Ama Alevi, Kürt, Süryani ve Ermeni eline kalem alıp yazar. Çünkü, lekelenecek olan, onun asil milletinin yüksek onuru olmayacaktır, o bilir ki etnik bir azınlıktır, üstelik yüzyıllardır bulduğu her fırsatta zulüm altında yaşatıldığını haykırmıştır. Avrupa ve dünya ona en büyük ödülü verir ve Türkiye Cumhuriyeti'ne ‘Bu benim adamımdır, dokunacak olursan da seni, kimliğini taşıyan öz vatandaşınla dünyaya ve tarihe rezil ederim barbar!' diye tehdit eder. Öte yanda devlet yönetiminde yer alan sözde Atatürkçüler, ülke çıkarları bahanesiyle Türk insanını perişan eder. Yönetim kadrolarında yer alan siyasi otorite rüşveti yer, vatandaşın banka kasalarına emanet ettiği alınterini bir gecede çalar. Hayali ihracat için bir geceliğine kanun hükmünde kararname yayınlar devleti ve milleti soyar. Ve tüm bunları sözde Atatürkçüler ve vatanseverler yapar (!)

Türk ekonomisini baltalamak için, halis zeytinyağı teneke kutularının içine makine yağı doldurup Türkiye insanını dünyaya rezil eder. Tüm bu ve benzer faaliyetler araştırıldığında ortaya çıkan sonuç hep aynıdır: Dış güçlerin yerli işbirlikçileri olan etnik gruplar. Ve bu gruplar içinde yer alan en sakıncalı topluluk Alevi topluluğu olmuştur. Hem de tarih boyunca..

4/10). ERMENİSTAN'DA KÜRT AŞİRETLERİ

Kürtlerin Ermkenistan'a kitlesel olarak göçleri ve yerleşmeleri 1514'de Osmanlı'nın Çaldıran Ovası'ndaki zaferi sonrası İdrisi, Hayderanlılar'ı ve onlarla birleşen aşiretleri, Osmanlı'nın İran ve Gürcistan'la olan yeni sınırlarını savunmaları için bu sınırlar boyunca Kuzey'de Ereministan'a naklettiği önü sürülmektedir. Oysa ki 10 ve 11. Yüzyıllarda Kürtler Ermeni krallığının bazı bölümlerini ele geçirmişler ve böylece 11. yüzyıla ulaşıldığında bu krallık ortadan kalmıştır.

Zireki, Cibran, Zirkan, Hasanan, Heyderan, Ademan, Şipkan, Mamakan, Balaban, Bal-uşağı, Keçilan, Zaza ve Lolan aşiretleri bu tarihlerden beri Ermenistan'a yerleşmiş Kürt gruplarıdır. Bu aşiretlerin bir bölümü de halen Türkiye'nin Güneydoğu bölgesinde varlıklarını sürdürmektedirler. Ve Alevi inancına sahiptirler.

Anadolu topraklarında yerleşik olmalarının yanısıra, Ermenistan, İran, Irak, Suriye'de akrabaları olan ve Alevi inancına sahip etnik olarak Kürt kökenli olan bu gruplar, tarafsız tarihçilerce kaleme alınan literatürler incelendiğinde Anadolu topraklarına hakim olan Türk ırkına ne denli düşmanlık besledikleri ve ne denli kin duyguları içinde oldukları görülmektedir. Anadolu ve Mezopotamya toprakları üzerinde göçebe bir yaşam sürdüren bu gruplar, tarihin her döneminde hükümranlık hakları altında ‘teba' olarak yaşamak zorunda kalışlarını haksızlığa uğramak olarak değerlendirmişlerdir. Bu duygu içlerinden söküp atabilmeleri ve bağlı bulundukları halkla barışık olmaları mümkün olmamıştır. Bunun yerine hükümranlık hakları altında kendileri gibi ‘teba' olarak yaşayan etnik gruplar ile dayanışmaya yönelmişler ve birbirleri ile akraba olabilmeye özen göstererek bu yöntem ve siyasetle güç elde etmeye çalışmışlardır.

4/11). ALEVİLİKTEN ŞİİZME GEÇİŞ

İstanbul/Halkalı, Küçükçekmece İlçesine bağlı bil beldedir. Nüfusu 70 bini aşar, ilk kez 1978'lerde kuruluş safhasına geçilen bu bölgede mahalli seçimlerde 22 bin seçmenin oy kullanmış olması dikkat çekicidir. Kars'ın tuzluca ve Iğdır ilçelerinden akın eden göçle yerleşimin önemli bir bölümü Azeri grubudur. Bu topluluğun İstanbul genelinde irili ufaklı 15-20 kadar camleri mevcuttur. Bunların bazı yerde bir oda, bazı yerde bir apartman dairesi olmaları da dikkat çekicidir. Camilerinin adı Zeynebiye'dir. (Hz. Hüseyin'in kız kardeşinin adı) İmam Selahaddin 40'lı yaşlarda, 12 Eylül öncesi siyasal olaylara karıştığından tutuklanmıştır. Üst eğitimini Irak/Necef'te (18. yy.'dan günümüze İran ruhban grubunun yetişmesinde en önemli kenttir) tamamlamıştır. Medrese eğitimi alarak Arapça ve Farsça öğrenmiştir.

İmam Selahaddin Özgündüz'ün ifadesi ile İran'da "Alevi" sözcüğü halk bilinmemektedir. "Seyyid-i Alevi" (Ali'nin soyundan gelen) anlamında kullanılmaktadır.

Halkalı'da "Alemdar" adlı haftalık bir dergi yayınlamaktadırlar. Dergide yer alan: "Amerika büyük şeytandır" sözünün ise İmam Humeyni'nin sözleri olduğu bilinen bir gerçektir. Ayrıca bu dergide Cemalettin Efgani'nin görüşleri ve İslami yorumları ile analizleri yayınlanmaktadır. Özet olarak Halkalı Şia oluşumunda orijin Şiilik vardır.

Yukarıda özet olarak işaret etmeye çalıştığımız bu yerleşim bölgesinde Alevilikten Şiiliğe geçiş gerçekleşmiştir. Bu noktada Alevilerin İran Caferi fundamentalizminden etkilenmedikleri, İran'ın şeriata dayalı rejimine karşı oldukları, laiklik ilkesine sımsıkı bağlı Alevi kitlesinin Cumhuriyetin "çimentosu" olduğu savının ne denli havada kaldığı ve ne derece çağdaş olabilecekleri açıkça gözlemlenmiştir.

Aleviler, Kemalizm'den beklentilerini elde edememiş, her fırsatta mevcut rejim karşıtı girişim ve yönelimlerde aktif olarak yer almaya hazır bir topluluktur. Sanıldığının tersine tarihsel verilerin bilimsel olarak incelenmesinde ortaya çıktığı gibi, iddia ettikleri anlamda halis Türk olmayıp, farkettirmeden ve iki yüz yıl gibi uzun bir zamana yayılan süreç içinde Türklükleri unutturulmuş Musevi inanç ve idealizminin uzantısı yapılmış bir topluluktur. Bu nedenle kendilerini İslam inancı içindeki Türk dünyasının en aydın ve çağdaş topluluğu olarak görüp değerlendirmektedirler.

EDİTÖR NOTU: ALEVİ VATANDAŞLARIMIZI ÇOK ÜZECEĞİ DÜŞÜNÜLEN -AİLE HAYATLARI VE CİNSEL YAŞAMLARINA İLİŞKİN- GAYRİ AHLAKİ YAKIŞTIRMALAR VE İFTİRALAR METİNDEN ÇIKARILMIŞTIR.
sonsayfa.com

Devamını BURADAN okuyun...>>>



Snap Shots

Get Free Shots from Snap.com
 
^

Powered by BloggerAK Medya Haber Yorum Analiz by UsuárioCompulsivo
original Washed Denim by Darren Delaye
Creative Commons License