31.10.09

NEFESLERİ BİTİNCE...

Nefesleri bitince 'Nefes'e sarıldılar

Dikkatinizi çekti mi ?

Darbe planları sebebiyle askeriyenin imajı sıfırlanmışken,

‘Güçlü Ordu Güçlü Türkiye’ diyerek prestij kurtarma çabaları bir işe yaramamışken,

Anayasal düzeni yıkmak için yapılan komplo planları bir bir deşifre olurken,

Koskoca Türk ordusunun şanı oksijen çadırında can çekişirken,

Lafın kısası; nefes tükenmişken,

Birdenbire ‘Nefes’ ile bir propaganda başladı.Orduyu cuntacılar kemirirken,

Milletin oylarıyla seçilmiş iktidarı devirme planları hazırlatılırken,

Ülkenin inançlı insanlarına, evlerine silah yerleştirmek suretiyle kumpas kurulacakken,

Millete ihanet için hazırlanan raporlar ayyuka çıkmışken,

Askeriye içinde daha kaç demokrasiye müdahale planı hazırlandığının sayısı bile bilinmezken,

Cunta Peygamber ocağını habis bir ur gibi sarmışken,

Bir ‘Nefes’ her şeyi kurtaracak.

Öyle mi ?

Başınızı kuma gömmeyi bırakın.

Son günlerde gösterime giren bir film var.

Adı ‘Nefes’.

Önce Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ seyretmeye gitti.

Sonra Deniz Baykal.

Sonra sırayla askere destek veren siyasiler.

Ve Nefes’i seyretmek bir kampanyaya dönüştü.

Nefes’e gitmek asker sevgisinin ölçüsü haline getirilmeye başlandı.

Bir tarafta askeriyenin tüfeği, mermisi, bombası, uçaksavarı topraktan fışkırıyor.

Bir tarafta millete komplo planlarının altında rütbeli askerlerin imzası duruyor.

Nerden tutsanız elinizde kalıyor.

Nefes; kahraman Mehmetçiğin vatan savunmasında canı pahasına verdiği mücadeleyi anlatıyor.

Nefes; Irak sınırındaki 40 askerin hikayesini anlatıyor.

Nefes; Mehmetçiğin destansı öyküsünü anlatıyor.

Nefes; bir askerin nöbet sırasında şehit edilmesi sonucu komutanın diğer askerleri nasıl motive ettiğini anlatıyor.

Nefes; vatan evlatlarının Anadolu çocuklarının isimsiz kahramanlığını anlatıyor.

Hepsi çok güzel.

Bu ülkenin bir çakıl taşı için canını binlerce kez verecek saf delikanlıları olduğunu,

Ay yıldızlı bayrağa halel gelmemesi için canını adamış komutanları olduğunu hepimiz iyi biliyoruz.

İşte problem de burada ya zaten.

Milletin zoruna giden ne biliyor musunuz ?

Sınır karakolundaki askerin ve komutanın kahramanlığının arkasına saklanıp millete ihanet planları hazırlanması.

Vatan savunmasında şehit olan on binlerce askerimiz için hepimizin yüreği yanıyor.

Sınır karakollarında canını siper eden Mehmetçikler gece gündüz vatanı korurken,

Siz kalkıp o sınır karakollarını bekleyen vatan evlatlarının içinden çıktığı millete ihanet planları yapın.

Sonra millete yakalanınca, kendinizi açıklayamaz hale gelince bir filmle milletin vatanseverliğini ölçmeye kalkın.

Nefesiniz bitince ‘Nefes’e sarılın.

Kimse merak etmesin;

Bu millet kınalı kuzusunu sahipsiz bırakmaz.

Bu millet Peygamberinin her gece başını okşadığı yiğitlerini yalnız bırakmaz.

Yeter ki siz;

Helikopterle pikniğe giden,

Askerin eline pimi çekilmiş bombayı veren,

Mehmetçikler baskın yiyip şehit olurken düğünde göbek atan,

Kendi askerimizin yoluna mayın döşeyen,

Millete komplo kuran,

Ülkeyi demokrasiden döndürmeye çalışan,

Darbeyle yatıp darbeyle kalkan,

İçinizdeki kokuşmuş zihniyeti temizleyin.

Beyninizi terörle mücadeleyi nasıl daha iyi yaparız diye yorun.

Profesyonel ordu işini nasıl oturturuz diye dertlenin.

Yoksa milletin askerle sorunu yok.

Çünkü Mehmetçik bu milletin kendi evladı.

Çünkü Mehmetçik bu milletin sofrasının bir ferdi.

Çünkü Mehmetçik milletin haysiyeti, onuru.

Size o onura layık olun yeter.

Siz şanlı ordumuzu yıpratmayın yeter.

Film milm istemez.

Yoksa; bu son ‘Nefes’ de sizi kurtarmaz.

Abdullah Abdulkadiroğlu
Samanyolu Haber

30 Ekim 2009 Cuma

Devamını BURADAN okuyun...>>>

30.10.09

TAYYİP ERDOĞAN'IN SINAVI

Erdoğan’ın sınavı

Çoğu kurmay tam yirmi subay zan altında...

Asıl işini ikinci plana itip, yasalarla sınırlanmış haddini fütursuzca aşarak, kendini “Türk Siyasi Kuvvetleri” gibi görmeye ve buna uygun bir mesaiye 2009’da hâlâ devam ettiği anlaşılan ordumuzun en üst kademesi çok ciddi bir ithamla karşı karşıya.

Karargâhta “İrticayla Mücadele Eylem Planı” diye vaftiz edilmiş olan, bizimse içeriğini daha iyi özetleyen “AKP ve Fethullah Gülen’i Bitirme Planı” adıyla andığımız suç belgesinin hazırlanışına ve imhasına ilişkin ihbar mektubu, en tepeden başlayarak tam yirmi subayın üzerine koyu bir gölge düşürdü.Bu subayların başında, “suç belgesinin varlığından haberdar olmasına rağmen bunun gereğini yapmak yerine, hükümete ve kamuoyuna yalan söylediği” ithamıyla karşı karşıya olan Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ var.

Üstelik, o meşum belgeyle ilgili ilk haberde imzası olan ve Genelkurmay Karargâhı’ndaki kaynakları sayesinde, komuta kademesindeki gelişmeleri yakından takip edebilen arkadaşımız Mehmet Baransu’ya ulaşan kulis bilgileri, ihbar mektubundaki ithamı da geride bırakır nitelikte...

Baransu’nun kaynakları, “İrtica’yla Mücadele Planı’nın, bizzat Başbuğ’un emriyle hazırlandığını” öne sürüyorlar.

Bu iddia, ordu içinde cuntacı bir grubun varlığından daha da vahim bir ihtimale işaret ediyor...

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin emir-komuta zinciri altında suça karışmış olması ihtimalidir bu ve gerçek olması durumunda, ordunun hukuki varlığını ve saygınlığını sürdürebilmesi için tel yol kalacaktır: Genelkurmay Karargâhı’nda topyekûn tasfiye yapmak.

Yok eğer, Başbuğ’un söz konusu planın hazırlanması ve/veya varlığının gizlenmesi emrini vermediği anlaşılırsa, bu kez Genelkurmay Karargâhı’na kadar sızmış bir cunta oluşumu üzerinde durmak ve bu oluşumla ilgili herkesi ordudan tasfiye etmek gerekecektir.

Hiç kuşkusuz, her iki durumda da, “tasfiye” nihai aşamadır... Öncelikle, töhmet altındaki herkes, soruşturma ve yargı sürecinden geçmelidir ve hepsi hakkında da, aksi mahkemede karara bağlanmadıkça masumiyet karinesinin geçerli olduğu unutulmamalıdır.

Ancak bu sürecin “adil” işlemesinin ve sonuçlarının toplumun vicdanında kabul görmesinin de bazı koşulları var.

Birinci koşul, sivil mahkemelerin süreçte tam sorumluluk üstlenmesidir... Zira, söz konusu belge hazırlanırken ve imha edilirken emir-komuta zinciri bozulmuş olsa da olmasa da, askerî faaliyeti aşan ve doğrudan sivilleri hedef alan bir suç planıyla karşı karşıyayız.

İkinci koşul, ihbar mektubuyla töhmet altında kalmış olan bütün subayların soruşturma ve yargı süreci tamamlanıncaya dek açığa alınmasıdır.

Bu isimler arasında, ihbar mektubunda İrticayla Mücadele Eylem Planı’nın hazırlanması emrini vermekle suçlanan 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hasan Iğsız dahil beş general, planın altında imzası bulunan Kurmay Albay Dursun Çiçek dahil altı albay, bir binbaşı, bir yüzbaşı, dört üsteğmen ve bir başçavuş var... Toplam on sekiz subay.

Geriye kalıyor iki isim.

Emekli Orgeneral Ergin Saygun, ihbar mektubunda adı “suç faaliyetine karışmış” gösterilen ve halen muvazzaf olmayan tek kişidir; üzerine düşürülen gölgeden kurtulmasının tek yolu da sorgulanmasıdır.

Yirminci subay ise, itham edilen bütün diğer subayların açığa alınmasının ve sivil mahkemede yargılanmasının yolunu açabilecek konumdaki ve ben bu satırları yazarken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la ikili görüşmesi devam eden Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ’dan başkası değil.

Dolayısıyla, siz bugün bu yazıyı okurken, Başbuğ’un, âmiri konumundaki Erdoğan’a ne maruzatta bulunduğu, Başbakan’ın da kendisine bağlı bir memur olan Genelkurmay Başkanı’na ne talimat verdiği konusunda bilgi sahibi olmanız muhtemel...

Ancak Erdoğan-Başbuğ görüşmesinin içeriğini öğrensek de öğrenmesek de, ben çoğumuzun bu görüşmeye ilişkin temennisinin aynı olduğunu sanıyorum. Bu, Başbuğ’un İrticayla Mücadele Eylem Planı’na ilişkin şahsi rolü ve bilgisi konusunda Başbakan’a dürüst davranması, Başbakan’ın da bu konuda gereğini yapmaktan imtina etmemesi temennisidir.

Başbuğ, eğer planın hazırlanması ve/veya varlığının gizlenmesiyle bizzat ilgiliyse görevi derhal bırakmalıdır. Eğer plan onun bilgisi dışında hazırlanmış ve imha edilmişse, Başbuğ’a düşen, bu süreçte rol almakla itham edilen bütün subayları sivil yargıya teslim etmektir.

Başbuğ’un doğru olanı yapmasını kolaylaştıracak olan şey, âmirinin kendisinden bunu beklediğini açıkça ortaya koymasıdır. Erdoğan’ın bu sınavdan alnının akıyla çıkıp çıkamayacağında, ben bu yazıyı bitirirken henüz bitmemiş olan ikili görüşmenin belirleyici bir yeri olacak. TARAF Yasemin Çongar - 30.10.2009

Devamını BURADAN okuyun...>>>

TEZGÂHIN BELGESİ

Demokrasiye tezgâhın belgesi

Türkiye'nin demokrasiyle buluşmasının niye bu kadar geciktiğini Genelkurmay Karargâhı'nda hazırlanan "AKP ve Gülen'i Bitirme Planı" çok açık biçimde ortaya koyuyor.
Bu nedenle belgenin içeriği ve neyi hedeflediği çok önemli...
"Kâğıt parçası" diyerek "polis içindeki bazı güçler hazırladı" iddiasında bulunarak, bilinçli biçimde "korkunç ve tehlikeli" içerik halktan saklanmaya çalışıldı.
Peki, ne vardı o belgenin içeriğinde?
Aslında bilmediğimiz şeyler değil. Son 60 yıllık çok partili yaşamımızda onlarca benzer tezgâha tanık olduk.
O talihsiz 6-7 Eylül olayları için bir komutan şöyle demişti: "Çok iyi bir operasyondu."
O operasyonla yaklaşık 50 yıl sonra gerçekleşen "Şemdinli bombalamaları" arasında ne fark var?Alın Demokrat Parti dönemindeki 9 subay olayını... O olay daha 1954'lerde darbe hesaplarının yapıldığını gösteriyor.
Zaten, sonraki her on yılda bir darbe yapıldı.
Ama kesmedi ve tam 50 yıl sonra 2003- 2004 yıllarında Ayışığı, Sarıkız, Eldiven kod adlı darbe girişimleriyle karşılaştık.
Albay Dursun Çiçek imzalı belge, aslında son 60 yıllık tarihimizi kimlerin kararttığının, toplumun nasıl yönlendirildiğinin, karanlık olayların nasıl gerçekleştiğinin anahtarı niteliğinde...
O raporda, bu ülkenin geçmişinde yaşanan sağ sol rekabetinin nasıl çatışmaya dönüştürüldüğünün, Alevi Sünni gerginliği yaratılmasının, "Şeriat geliyor" ve "ülke bölünüyor" korkusu yaymanın nasıl bir iktidar aracı olarak kullanıldığının ipuçları var.
Bu nedenle cunta belgesinde neler olduğunu bir kez daha hatırlamakta yarar var.
Genelkurmay'ın en önemli biriminde görevli subaylar, iktidardaki AK Parti'yi şöyle tanımlıyor:
"Laik düzeni yıkıp İslam devleti kurma hayalindeki AKP hükümeti..."
Bu tespiti bir belgeye dayanarak yapmıyorlar tabii...
Onlar öyle düşündükleri için öyledir.
Ne yapılması gerektiğini de şöyle anlatıyorlar:
"AKP mensubu kilit haberleşmecilere kamuoyuna çelişkili açıklamalar yaptırılarak, parti-hükümet içinde ciddi anlaşmazlık ve bölünmeler yaşanıyormuş şeklinde algılanması sağlanacaktır."
Resmen siyasete tezgâh kurmak bu.
Acaba yıllar önce Ecevit'in CHP'sine, Demirel'in AP'sine benzer tezgâhlar düzenlendi mi?
Askerler, komşularımızla ilişkiye de el atmışlar.
O raporu okuyunca neden Türkiye'nin çevresindeki herkesi "düşman" ilan ettiği daha iyi anlaşılıyor.
Bakın ne deniyor o raporda:
"Ermenistan ve Yunanistan'la ilgili kamuoyunda tepki uyandıracak haberler sürekli gündemde tutularak milliyetçi partilerin tabanının genişletilmesi sağlanacaktır..."
Şimdi gelelim raporun en pervasız ve ölçüsüz olduğu bölüme... Bu bölüm ağırlıkla Fethullah Gülen cemaatiyle ilgili...
Raporda aynen şöyle geçiyor:
"Askeri suç kapsamında yapılacak Işık Evleri baskınlarında, silahlı terör örgütü oluşturmak doğrultusunda, silah mühimmat, plan vb. materyal bulunması sağlanarak. FG grubu, "Silahlı Terör Örgütü" kapsamına aldırılacak..."
İnsan ürperiyor. Güvenliğini emanet ettiği bir kurum, seni terörist göstermek için evine silah ve mühimmat koyuyor.
Ama bununla da yetinmiyor. "Bekletilen eleman" dedikleri İskender Evrenosoğlu, Ömer Öngüt gibi elemanlara medyatik eylemler ve söylemler yaptırılarak Gülencilerin irticacılarla özdeşleştirilmesi sağlanacak...
Türkiye'nin geçmişinde "Alevi Sünni çatışması" yaratıldığı için şu satırların da çok önemli olduğuna inanıyorum:
"Ev baskınları kapsamında (Işık Evleri kastediliyor) Alevi düşmanlığını körükleyici bilgi ve belgelerin bu evlerde bulunması sağlanacaktır..."
İnanılmaz değil mi?
Bir an Kahramanmaraş, Çorum hatta Sivas olaylarını hatırlayın...
Nasıl oldu acaba?
İşte böyle uzayıp giden korkunç bir tezgâh var o meşum "İrticayla Mücadele Eylem Planı"nın içinde...
Türkiye, bazı kurumların kılcal damarlarına işleyen bu darbeci zihniyetle hesaplaşmadığı sürece gerçek demokrasiye ulaşamaz.
"Islak imza" belgesi bu yolda önemli bir dönüm noktasıdır. MAHMUT ÖVÜR SABAH 10,30,2009

Devamını BURADAN okuyun...>>>

ISLAK ISLAK

Islak, ıslak…

Fanatik Galatasaraylı Hasan Cemal, pazar günkü sütununda “Islak İmza” konusunu yazmayı neden hafta içine bıraktığını anlatıyordu.

Vatan, derbi maç öncesinde bir grup işadamı ve gazeteci arasında girilen ilginç iddianın haberini verirken, H.Cemal'e de bilgisayar ortamında sarı-lacivert formayı giydirivermişti…

Sarı-Kırmızılı H.C, o kurgusal fotoğrafa mızrak gibi esprilerle bozuk çalarken; Vatan'da yazıldığı gibi bir bahse girmediğini öne sürüyor ve asla ezeli rakibinin formasını giymeyeceğinden söz ediyordu.

H.Cemal, “Fenerli dostlarının bilgisayar marifetiyle psikolojik savaş icra ettiklerine” dikkat çekiyordu:Dahası, F.B-G.S maçlarından önce her zamanki gibi büyük konuşuyor; “Galiba farkındalar, Keita rüzgarı Saraçoğlu'nda onları mahvedecek!” diye yazıyordu!

Neticede, Keita'nın aslında bir boksör olduğu anlaşıldı ve G.Saray'lı Hasan Bey yine üzüldü.

Bu son yenilgi, zat-ı şahanelerinin Saracoğlu Stadı'nda arka arkaya onuncu kez üzülmesi; gel gelelim, Hasan Cemal'in “büyük konuşmak”tan vazgeçebileceğini pek sanmıyorum.

*

Sadece futbolda değil, siyasette de “garanti veren” büyük iddialara kulaklarımız aşinadır:

“Erdoğan mutlaka Çankaya'ya çıkacak” veya “AK Parti kesinlikle kapatılacak” ya da -mesela onuncu dalgadan önce- “Ergenekon operasyonları artık sona ermiştir.” gibilerinden “büyük konuşanları” hatırlıyoruz.

Bir kısım meslektaşımız da…

“AKP'yi bitirme planı” gündeme damgasını vurduğunda; “Albay Dursun Çiçek'e ait olduğu ileri sürülen imza kesinlikle sahtedir” diye yazmışlar, “son derece iddialı” konuşmalar yapmışlardı.

Sonuçta ne oldu?

“İrtica ile mücadele eylem planı” belgesinin orijinali savcılığa gelen bir ihbar mektubunun içinden çıktı:

-Islak, ıslak!

İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, imzanın kime ait olduğunun belirlenmesi için söz konusu belgeyi Adli Tıp'a göndermiş, Adli Tıp'tan da “Islak imza, Albay Dursun Çiçek'in el ürünüdür” raporu gelmişti.

Bu satırların yazarı ise en başından beri “Belgedeki imzanın Çiçek'e ait olduğunu” ısrarla vurgulamıştı.

Mesela, şu satırlarımızı hatırlayalım:

“-TÜBİTAK raporu Çiçek'i yalanlıyor. TÜBİTAK, Çiçek'e ait imzanın montaj olmadığına hükmederek 'Belgeye orijinali dışında unsurların eklendiğini gösterir veri yok' demiştir. (..)

-'Fotokopiden belge olmaz' diyenler, fotokopinin orijinal belgeden elde edilmiş olabileceğine zerre kadar ihtimal vermiyorlar!(..)

-Postacı filminden ilham alacak olursak: 'Fotokopisi bu kadar tartışılıyorsa aslı yakında demektir!'

-Bakınız, o belgenin gerçek olduğu hususundan kaçış yok. Bu durum eninde sonunda anlaşılacak.

-Belge hadisesinin üzerini örtmek mümkün değil. Bu, dönülmez akşamın ufkunda bir olaydır…”

*

Başka?

Belgenin gün ışığına çıktığı günlerde…

“AKP'yi bitirme belgesinin deşifre edilmiş olması, Ergenekon yapılanmasının üzerine kararlılıkla gidildiğini gösteriyor. Bu çerçevede TSK içindeki Ergenekoncuların üzerine de gidiliyor…

Aksi geçerli olsaydı, İhanet Belgesi'nin gün ışığına çıkarılması mümkün olmazdı!” diye yazmıştım.

Bir ince hususu daha vurgulamıştım, o vakit:

“İhanet Belgesi'ni hazırlayanların aynı zamanda Genelkurmay Başkanı Başbuğ'u da hedef aldıkları aşikardır…”

(Kirli belgeyi hazırlayanlarla bağlantılı isimlerin Genelkurmay Başkanı'nı da fişlemiş olduklarının Ergenekon operasyonları esnasında ortaya çıktığını hatırlatmıştım.)

Ergenekon savcısı Zekeriya Öz'ün Dursun Çiçek'i mahkemeye gönderirken, albaya yönelttiği suçlamalar içinde en çarpıcı olanı “TSK içinden gelen bir ihbar mektubu” idi.

O ihbarda, “karargahta, komuta kademesinin bilgisi dışında var olan bir örgütlenme” isim isim anlatılıyordu.

Star'ın o günlerdeki haberine göre Çiçek eylem planını “cuntanın emriyle” hazırlamıştı…

İhbar mektubunda “Cuntanın Genelkurmay Başkanı Başbuğ'un bilgisi dışında hareket ettiğine” dikkat çekiliyordu…

Bu bilgi, belgenin “emir komuta zinciri dışında” hazırlandığı yönündeki tezi teyit ediyordu.

*

Finalde, “AKP'yi Bitirme Planı”nın orijinalini savcıya gönderen subayın beş sayfalık ihbar mektubuna gelebiliriz…

O çarpıcı mektupta deniliyor ki:

“Genelkurmay Başkanı da belgeden haberdardı. (..)

Belge, (geçen dönemin) Genelkurmay İkinci Başkanı'nın emri ile bir tümgeneral, bir de korgeneralin katkılarıyla hazırlandı…”

İhbar mektubunda, ayrıca…

“2007'de dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı (şimdi emekli) emri ve bazı akademisyenlerle CHP yöneticilerinin katkısıyla çok sayıda kamuoyunu yönlendirme amaçlı belge hazırlandığı” öne sürülüyor.

*

Bu noktada, Genelkurmay Başkanı Başbuğ'un “Belge gerçekse gereken yapılacak” dediğini hatırlayalım.

Hal böyleyken…

Göreve geldiğinden beri TSK içindeki Ergenekon kalıntılarına karşı kararlı bir operasyon yürüten (ilk kez muvazzaf subaylar tutuklanmıştı) Genelkurmay Başkanı'nın, belge hakkındaki gerçeği bilmemesi imkansızlaşıyor ve “İhanet Planı” deşifre edildiğinde belgeyi “Kağıt parçası” diye nitelemesinin aslında “ters köşe bir hadise” olduğu anlaşılıyor.


Tamer Korkmaz
tkorkmaz@yenisafak.com.tr27 Ekim 2009 Salı

Pencereleri açalım…
İhanet Belgesi'nin orijinalini savcıya gönderen subayın ihbar mektubunda “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nın dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Hasan Iğsız'ın emri ile hazırlandığından bahsediliyor!

Şu anda 1. Ordu Komutanı olan Org. Iğsız, mektupta “cuntanın kilit isimlerinden biri” olarak tanımlanıyor.

*

Başka?

2007'de dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı olan Org. Ergin Saygun'un emri ile (bazı akademisyenlerle ve kimi CHP yöneticilerinin katkısıyla) Bilgi Destek Dairesi'nce hazırlanan çok sayıda “kamuoyunu yönlendirme” amaçlı belgenin de cuntanın işi olduğu vurgulanıyor.

Saygun, son YAŞ'ta emekli olmadan önce 1. Ordu Komutanı idi.

27 Nisan “sanal” muhtırası “emir komuta zinciri dışında” internette yayınlandığı esnada Org. Saygun Genelkurmay İkinci Başkanı idi.

Saygun'un bu görevde iken Kasım 2006'da Zeyno Baran'la Washington'da görüşmüş olduğunu…

Hemen ardından, 2006'nın Aralık ayı başında da Newsweek dergisinde Baran'ın “Türkiye'de “darbe toto” oynadığı yazısının yayınlandığını hatırlıyor olmalısınız…

Zeyno Baran, o yazıda “Türkiye'de 2007'nin Nisan ayında darbe olma ihtimali yüzde 50” diyerek bir kehanette bulunuyor; bu öngörüsünü de “üst düzey bir general”e dayandırıyordu…

(Yeri gelmişken, o günlerde kimi muhafazakar yazarların Zeyno Baran'ı “Demokrattır” diyerek kollayan, savunan yazılarını da ibretle okumuştuk.)

Yine hatırlayacaksınız, 2007 Haziran ayında da Baran'ın Türkiye masasında görev yaptığı Hudson Enstitüsü'nde pişirilen o müthiş “karanlık senaryolar” gündeme damgasını vurmuştu.

*

Şimdi, bir başka pencere açıp iki “sürpriz” veya “tesadüf” ziyaretin ilginçliği üzerine düşünelim:

1. Ordu Komutanı Org. Hasan Iğsız pazartesi günü yani -ihbar mektubunun basında çıktığı gün- İstanbul Emniyet Müdürü'nü ziyaret etti. Ziyaret sonrasında “Nezaket ziyaretiydi” demekle yetinildi.

Başka?

Ergenekon operasyonunun on ikinci dalgası gerçekleştiğinde de (13 Nisan 2009) dönemin 1. Ordu Komutanı Org. Ergin Saygun İstanbul Emniyeti'ne “sürpriz” bir ziyarette bulunmuştu.

*

Pencereleri açmaya devam ediyoruz…

İhbar mektubunu yazan subay, geçen haziran ayında belgenin fotokopisi basına yansıdığında “temizlik” çalışması yapıldığını da anlatıyor.

“Belge ve bilgisayar kayıtlarının imha sürecinin Org. Saygun'un özel sekreteri bir kurmay albay tarafından bizzat takip edildiğinden söz ediyor…

(Org. Saygun'un o günlerde 1. Ordu Komutanı olduğu dikkate alındığında, söz konusu kurmay albayın görevine Org. Iğsız döneminde de devam ettiği anlaşılıyor!)

*

İhbar mektubunda yer alan şu son derece çarpıcı satırlara bir bakalım:

“Sayın Savcım, maalesef önceleri doğru olduğuna inandığım ancak şu anda içinde bulunmaktan pişmanlık duyduğum -kendi vatandaşına psikolojik harekat uygulayan ve buna da 'bilgilendirme faaliyeti' şeklinde maskeleyen- cunta oluşumunda birçok arkadaşımla birlikte görev aldım. (..)

Medyanın bilmediklerini, benim gibi Genelkurmay Bilgi Destek Daire Başkanlığı bünyesinde görev yapan arkadaşlar yani bu faaliyetleri bizzat planlayan ve icra eden kişiler çok yakından biliyoruz.

Bilgi destek personeli olarak bizzat olayların içerisinde -Aktütün'de, Dağlıca'da, Poyrazköy'de, Çukurca'da ve daha birçok yerde- olduğumuz için gerçekler tüm çıplaklığıyla bilinmektedir…”

*

Tam bu noktada, biraz geriye akla ziyan bir ödül törenine gidelim…

21 Ekim 2007'de Dağlıca'da 13 askerimizin şehit olduğu, sekizinin de rehin alındığı PKK baskınından on beş gün sonra…

Saldırıya uğrayan birliğin komutanı Yarbay Onur Dirik'e plaket verildiği ortaya çıkmıştı!

Yaralı askerler, tabur komutanı Dirik'in saldırı anında köyde düğünde olduğunu söylemişlerdi. Üç bölük komutanını izne ya da istirahata gönderdiğini de Dirik açıklamıştı.

Görev ihmali nedeniyle hakkında suç duyurusunda bulunulan yarbayı plaket vererek ödüllendiren kimdi peki?

-Dönemin 2. Ordu Komutanı Org. Hasan Iğsız!
Tamer Korkmaz
tkorkmaz@yenisafak.com.tr29 Ekim 2009 Perşembe

Islak Cunta
Dünkü yazımda bazı “ıslak” pencereleri açmıştım. Kaldığım yerden devam ediyorum.

Çarpıcı bir içeriğe sahip olan ihbar mektubunu yazan subay, içinde yer aldığı “CUNTA” hakkında itiraflarda bulunurken ne diyordu, hatırlayalım:

“Bilgi destek dairesi personeli olarak bizzat olayların içerisinde -Aktütün'de, Dağlıca'da, Poyrazköy'de, Çukurca'da ve daha birçok yerde- olduğumuz için gerçekleri tüm çıplaklığıyla biliyoruz.

İrtica ile Mücadele Eylem Planı'na bakıldığında, her olayda olduğu gibi bu defa da cuntanın kendi bekası için ülkemizin tüm değerlerini paramparça etmeye çalıştığı görülüyor…”

*

İhbar mektubunda, Aktütün Baskını da “cuntanın operasyonlarından biri” olarak sayılıyor, değil mi?

*

O günlerde, Aktütün Baskını'nın Ergenekon örgütüyle bağlantılı olduğunu vurgulamıştım.

Aktütün Baskını'nın zamanlaması ilginçti: Ergenekon'a seri operasyonların yapıldığı bir süreçte, Ergenekon Davası'nın başlamasına az bir zaman kala; ayrıca yeni Genelkurmay Başkanı'nın (Org. Başbuğ) Güneydoğu'da halkla bütünleşme bağlamında önemli adımlar attığı; hükümetin bölgeye yönelik ekonomik açılımlara giriştiği bir dönemde olmuştu; PKK'nın kullanıldığı, o baskın…

Aktütün Saldırısı, Dabılyu Bush döneminin son demlerinde gerçekleştirilmişti…

Atlantik'in Öte Tarafı, taşeron Ergenekon örgütünü kurtarabilmek için son bir hamle ile Türkiye'yi kaosa sürüklemek istemişti.

*

Aktütün Baskını'nın hedeflerinden biri de “Yeni Genelkurmay Başkanı”nı zor durumda bırakabilmekti.

Tam bu noktada, haziran ayında belge tartışması patladığında ne yazdığımı hatırlatmalıyım:

“İhanet belgesini hazırlayanların aynı zamanda Org. Başbuğ'u da hedef aldıkları aşikardır…”

“İrtica Belgesi”ni hazırlayanlarla bağlantılı isimlerin Başbuğ'u da fişlemiş oldukları gerçeğini bir Ergenekon operasyonu esnasında öğrenmiştik.

Başbuğ, TSK içindeki Ergenekoncu yapılanmanın üzerine gitmiş, böylelikle Ergenekon'da ilk kez muvazzaf subaylar tutuklanmıştı.

*

Peki, ya şimdi; gün ışığına çıkarılan nedir?

O sarsıcı İhbar Mektubu'nda sözü edilen bir “CUNTA”dır!

Aktütün'den Dağlıca'ya oradan Poyrazköy'e kadar karanlık faaliyetlerin içinde bulunmuş bir “CUNTA”dan söz ediyor, itirafçı subay…

*

İhbar mektubunda…

“İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nın, “Ordu'daki cuntanın kilit isimlerinden” Org. Hasan Iğsız'ın EMRİYLE hazırlandığından bahsediliyor.

Günümüzün 1. Ordu Komutanı Org. Hasan Iğsız, 2.Ordu Komutanı iken Dağlıca'daki PKK saldırısında ihmali bulunan Yarbay Onur Dirik'i plaket vererek ödüllendirmişti.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Genelkurmay Başkanı'na çağrıda bulunarak “Darbe planına adı karışanların tamamı açığa alınmalıdır” diyor.

Demokrasimiz adına son derece önemli, hayati bir taleptir; Arınç'ın sözleri…

Org. Başbuğ 25 Haziran'da yaptığı açıklamada “Kovuşturmaya yer olmadığı kararı kesin değildir. Yeni delil gelirse bu soruşturma açılır” demişti.

Delil “ıslak ıslak” ortada olduğuna göre…

Üstüne bir de dehşetengiz itirafların yer aldığı çarpıcı bir ihbar mektubu savcılığa ulaşmışken…

Genelkurmay Başkanı gerekeni yapmalıdır…

*

Org. Başbuğ, 'kirli belge' ortaya çıktığında başka ne demişti:

“TSK'da demokrasi dışı eğilimleri olan personel barınamaz. Bunu komutan olarak açıkça ifade ediyorum. Genelkurmay Başkanı bunu anında yerine getirir. Bunun çok net anlaşılmasını istiyorum…”

*

Bakınız…

'Kirli Belge' için “emir veren komutan”ın kim olduğu hususu çok önemli!

Burada “cunta” tarafından, -yani, emir komuta zincirinin dışında- bir belge hazırlandığı aşikardır.

Genelkurmay Başkanı'nın belge gerçeğini bilmiyor olması mümkün değil. Dolayısıyla, Başbuğ'un “Kağıt parçası” çıkışının bir “ters köşe siyaseti” olduğunu görmek gerekiyor.

Buradaki temel hususlardan birisi de, belgeyi hazırlayanların aynı zamanda Org. Başbuğ'a karşı bir hareket içinde olduklarıdır.

Kirli belgeyi hazırlayan “cunta”cıların foyası ortaya çıkmış durumdadır.

*

Tam bu noktada, “Genelkurmay Başkanı istifa etmeli” çağrısında bulunanlara, dolmuşa binmemelerini tavsiye ediyorum.

Haziran ayında belge olayı patlak verdiğinde de istifa çağrılarında bulunanlar olmuştu…

Varsayalım, o günlerde o cenahtakilerin dediği gerçekleşse idi; ihbar mektubunda “cuntanın önde gelen iki isminden biri” diye tanımlanan bir orgeneral emekli olmayacaktı!

*

Ayrıca, şu örneğe de dikkat buyurunuz…

2003-2004 dönemindeki darbe hazırlıkları konusunda kamuoyuna yaptığı açıklamalarda ketum davranmaya özen gösteren ve hala daha darbeci komutanlar hakkında “konuşmayan” Org. Hilmi Özkök'ün…

Görevde iken darbeci generaller için herhangi görünür bir işlem yapmamış olması, onun darbe girişimlerine karşı dik durmuş, “cunta”yı etkisiz hale getirmiş 'demokrat bir komutan' olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

O dönemde, 'Genelkurmay 2. Başkanı' sıfatıyla…

Darbecilere karşı, Org. Hilmi Özkök'ün yanında yer almış olan komutan da Org. Başbuğ'dan başkası değildi.
Tamer Korkmaz
tkorkmaz@yenisafak.com.tr30 Ekim 2009 Cuma

Devamını BURADAN okuyun...>>>

ASKERLER VE SİVİL ASKERLER

Askerler ve sivil askerler…

Islak imza kriziyle ilgili Ankara kulisleri Ankara temsilcilerinin köşelerine yansıyor.

Bunlara aslında kulis dememek lazım.

Daha çok askeri karargâh içindeki arayışlara, yeni doğrulama çabalarına ve bu çabalara yönelik medya desteklerine işaret ediyorlar.

Birlikte okuyalım:

"İhbar mektubu ve ıslak imzalı olduğu öne sürülen belgenin savcılığa ve belli basın organlarına yansıması, genellikle, gündem değiştirme çabası olarak değerlendirildi. Bu değerlendirme, 'Hükümet Habur'dan yansıyan manzaralarla tıkandı, toplumda çok büyük tepki oluştu, bu durumda, gündemi değiştirmek ve hedef tahtasına yeniden TSK'yı koymak için belge ve ihbar hamlesi yapıldı' görüşüne dayandırıldı. Belgenin ve ihbarın hükümete ve iktidar partisine can simidi olduğu yorumları yaygınlaştı…"

Fikret Bila dün böyle yazıyordu…Ardından şu uyarıyı yapıyordu:

"Bu hamlenin Org. Başbuğ'u sıkıştırarak, son dönemde uyumlu görünen sivil-asker ilişkilerini zedelemesi, Başbakan Erdoğan'ın arzu edeceği bir sonuç olmasa gerekir..."

Askerin nasıl bir savunmaya gideceği, başbakanın ne tür adımlar atma ihtimali olduğu elbet önemlidir, hatta "aman şu dönem kritiktir, dikkat edin" de diyebilir bir gözlemci…

Ve denebilir ki, bunlar sıcak siyasetin, güçler dengesinin, sürmekte olan büyük bir iktidar savaşının kaçınılmazlarıdır…

Ama işin bir de diğer yönü, ilkelerle ilgili yönü var.

Bu yön de aslında bugün sıcak siyasetin bir parçasını oluşturuyor, gazetecilerinki dahil alınacak tavırlar bu siyasetin bir parçası haline geliyor.

Her zaman seyredemez, seyrettiğiniz iddiasında bulunamazsınız.

Şöyle:

Ortada sadece iki grup, iki eşit taraf arasında alan kontrolüne yönelik bir iktidar mücadelesi yoktur. Derin bir değişim sürecinde, iki tarihi temel anlayış arasında bir kavga vardır. Birincisi askeri vesayet anlayışını, ikincisi demokrasinin ön ve gerekli koşulu olan sivil bir iktidar düzenini temsil etmektedir…

Türkiye'de son yılların, belki de tüm dönemlerin en büyük skandallarından biri yaşanıyor. Darbeciliğe soyunan, bunun üzerini kapatmaya çalışan, doğru söylemeyen bir karargâh politikası ya da kuvvetli bir ordu içi cunta bulunuyor.

"Islak imza makineyle mi atılmış", "zamanlaması neden şimdi", "ihbarcı subay neden aylarca beklemiş", "belge niye önce basına gitmiş" gibi az akıllı sulandırma gerekçeleri, "Ordu ihbarcı subayın peşinde" gibi gündemi kaydırma manşetleri ciddi ahlaki ve etik sorunlar taşıyorlar.

Ve bunlar orta ve uzun vadede gelişmeleri belirleme, manipüle etme şansına hiçbir şekilde sahip bulunmuyorlar.

Özden Örnek günlüklerini aklınıza getirin…

Resmi bir evrak mıydı söz konusu olan?

Nasıl oldu da bu günlüklerdeki hemen her gelişme, Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin bilinçli körlüğüne rağmen adım adım doğrulandı?

Mustafa Balbay'ın günlükleri benzer bir durumla karşı karşıya kalmadı mı?

Orduyu korumak, askerin prestij kaybını engellemek isteyenlerin, başta gazeteciler olmak üzere, ilk yapacakları iş ordunun savunma ve saldırı hamlelerinin aracı olmaktan vazgeçmektir.

Yapacakları ikinci iş, içinde bulunduğumuz dünya, bölge ve ülke koşullarında askeri yaralayan asıl unsurun askeri vesayet düzeni olduğunu görmektir.

Asker muhtıra veriyor zora düşüyor…

Andıç hazırlıyor ortaya çıkıyor...

İstemediğini ilan ettikleri seçim kazanıyor…

Kendi içinde örgütleniyor gayri meşru duruma düşüyor…

Bu işte sivillerin de payı var…

2007-2009 arasının öyküsü budur…

2010'a az kaldı, öykü hızlanacaktır…
ALİ BAYRAMOĞLU yenişafak 30,10,2009

Devamını BURADAN okuyun...>>>

ASKERLER İÇİN HESAP ZAMANI

Askerler için 'hesap verme' zamanı...

Cumhuriyet’in 86 yaşgününde Gaziantep’teydim. Milli Mücadele’nin Şahin Bey, Karayılan gibi kahramanlarıyla Türkiye’nin bugünkü sınırlarını kazanmasında büyük rol oynadığı için ‘Gazi’ unvanıyla onurlandırılmış özel bir şehir olan Antep’te. TESEV’in bir süre önce yayımladığı ‘Güvenlik Sektörü ve Demokratik Denetim’ başlıklı kapsamlı çalışma ile ilgili ülke çapındaki konferanslar dizisinin ilk durağı idi Gaziantep.
Söz konusu konferans planlandığı ve tarihinin belli olduğu vakit, ‘ıslak imzalı orijinal belge’ skandalı patlak vermemişti. Gaziantep buluşmasına anlatılması söz konusu olacak hususlar, ‘Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim’ başlığı altında hiçbir şey söylemeye gerek bıraktırmayacak biçimde söz konusu belgeyle birlikte ortaya konan taze ‘cunta oluşumları’ ve ‘darbe planlamaları’ sayesinde kolaylaştı.
‘Güvenlik Sektörü’nden kastedilen ‘yasal olarak kuvvet kullanma ve kuvvet kullanma tehdidi yetkisine sahip olan kurumlar. Bu da esas olarak TSK ve Emniyet teşkilatını ifade ediyor. ‘Kuvvet kullanma ve kullanma tehdidi’ ne ilişkin bir ‘yasal yetki’ söz konusu olduğunda, ‘silahlı’ bu kurumların ‘demokratik gözetimi’ de çok önemli hale geliyor.
Buysa, kaçınılmaz olarak ‘sivil-asker ilişkileri’ konusunu ve ‘asker’in kesinlikle, tartışmasız bir kesinlikle ‘sivil yönetim ve denetim altında’ bulunması zorunluluğunu ifade ediyor. Askerin sivil denetim altında bulunması ilkesine, mutlaka, sivil yargı önünde ‘hesap verme’ (accountability) ilkesi eşlik etmeli. Tabii, sözünü ettiğiniz ‘rejim’in ‘demokratik’ olması gibi bir amacınız varsaTürkiye, Cumhuriyet’in 86. yılını bir kez daha ‘demokrasi sancıları’ içinde ‘idrak etti’. İşin en ironik tarafı, Cumhuriyet’in kuruluşunda başrolü oynamış bir kurum olan Silahlı Kuvvetler’in ‘denetim’
ve ‘hesap verme’ye karşı direnişinden ötürü.
Son günlerin en hararetli tartışmasının özünde, TSK’nın Türkiye’de gerçek bir demokratik rejimin yerleşmesine ‘alerjisi’ yatıyor. Her demokratik ülkede olduğu ve olması gerektiği gibi, TSK’nın tümüyle
‘sivil yönetim’e tabi olması, sivil yönetim ve demokratik yasaların öngördüğü biçimde ‘denetlenebilmesi’ ve orada ‘yasa dışına düşme durumları’ olduğunda bunun sorumlularının ‘sivil yargı önünde’ ‘hesap verebilmesi’ gerekiyor.
Türkiye’de böyle bir durum var mı?
***
TSK, daha da kestirmeden ifade edersek onun yönetim birimi olarak Genelkurmay, ‘demokratik denetim’e açık olmaya ve ‘sivil yargı önünde hesap vermeye’ bu kadar direnir ve bu yöndeki herhangi bir adımın karşısına ‘TSK yıpratılıyor’ söylemi çıkarsa, Türkiye’nin sittin sene demokrasiyi sağlama alabilme şansı da olmaz.
Ancak, öyle bir zaman diliminde, öyle bir uluslararası ortamda ve ülke içinde de öyle bir düşünce iklimi içindeyiz ki, ‘TSK yıpratılıyor’ söylemi de, Genelkurmay Başkanı olsun üst düzey askeri yetkililer olsun Türkçe’nin imkan verdiği en sert ve tehditkâr sözcüklerle yaptıkları açıklamalar da, bundan önce olduğu ölçüde etkili olamıyorlar.
Çünkü Genelkurmay son gelişmelerin ortaya çıkarttığı biçimde ‘inandırıcılığı’nı vahim biçimde yitirmiş durumdadır. İnandırıcılığınızı şayet yitirmişseniz, ‘karizma’yı da ne kadarsa- çizdirmiş oluyorsunuz. O yüzden, bağırıp çağırmanız, onu bunu tehdit eden öfkeli demeçleriniz ‘caydırıcılık’ gücünü de yitirmiş oluyor.
İnsanlar, Genelkurmay çıkışlı demeçleri, açıklamaları inandırıcılıklarını yitirmiş oldukları için yüzlere yayılan alaycı bir tebessümle dinliyor ve bunların inandırıcılığı ile birlikte ‘caydırıcılık’ niteliği de büyük ölçüde ortadan kalktığından, korkmuyorlar da. Orada burada bugüne dek rastlanmadık şekilde korkusuzca konuşuyorlar, eline
kalemi alan da yazıyor çiziyor.
Genelkurmay’ın ‘karizma’sı çizilmeye görsün bir kez.
Öyle ‘Amerika’da ıslak imza makinaları varmış. İnternet adresi de ‘www. bilmemne.com imiş’ gibisinden sayıları giderek azalan medya fosillerinin fantastik iddialarıyla, ‘çizilen karizma’yı geri alabilmek mümkün değil.
Bu noktada Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un kendisi için istifa mekanizmasını işletmeden
yapabilecekleri hala mevcut.
***
Ne mi?
TSK’yı ‘denetlenebilir’ ve sivil yönetime ‘hesap verir’ konuma oturtmak. İşin ‘ilke’si bu.
Bunun da ilk işareti, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kendisinden isteyeceklerini yerine getirmek olacaktır. Şu ‘cunta-darbe’ işine ismi karışan tüm isimleri soruşturmanın selameti için açığa almak, soruşturmanın önünü açmak, sorumluları ‘sivil yargı’ya teslim etmek.
Atabileceği ön ve asgari adımlar bunlar.
Şimdiye dek bu yönde değil ters yönde davranacağına dair sinyaller verdi. Taraf’ta her şeyi çorap söküğü gibi getiren ‘AKP’yi ve Gülen’i Bitirme Planı’na imzasını atan Mehmet Baransu, kendisine Başbuğ’un ‘karargâhı’ndan sızdığı izlenimi veren dünkü haberinde şu satırlara yer vermişti:
‘Başbuğ’un Çubuklu’dan (Genelkurmay Adli Müşaviri Tuğgeneral) tek isteği var. Soruşturmanın Ergenekon savcılarından alınıp, askeri savcılığa devredilmesi için tüm yolların denenmesi. Çubuklu bir yandan gazetecileri ararken, diğer yandan da askerlere sivil mahkemenin yolunu açan yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’nde görevli bazı üyelere görüşüyor. Karargâhın sütten ağzı yandığı için bu görüşme sonuçları ‘sözlü rapor’ olarak üst makamlara rapor ediliyor.’
Geceleri ışıkları sönmeyen Genelkurmay’daki son günlerin hummalı faaliyeti ise aynı haberde şöyle gerekçelendiriliyor:
“Karargâhtaki herkes bu belgenin Orgeneral İlker Başbuğ’un emriyle hazırlandığını biliyor. Çalışmanın ve ışıkların sönmemesinin tek bir nedeni var. Bu sorumluluk kimlerin üzerine yıkılacak ve Orgenerallere varma-
dan bu iş nasıl kapatılacak...”
Hal böyle ise, Genelkurmay ‘denetim’ ve ‘hesap verme’ konusuna işi yokuşa sürmeye çalışmaya devam ediyor demektir. Öyleyse, ‘sorun’ derinleşir, kangrenleşir ve Türkiye demokrasisini ‘enfekte’ eder.
Aslında durumun geldiği nokta Başbakan Tayyip Erdoğan’ı can alıcı soruyla yüzyüze bırakıyor. İlker Başbuğ ile görüştüğü vakit, ‘Türkiye’yi yöneten benim’ diyerek ‘askeri, sivil yönetim altına mı’ alacak; yoksa bugüne dek arada bir yapıldığı gibi Genelkurmay Başkanı ile sır paylaşarak ‘uzlaşma yolu’na mı sapacak? Bir ‘İkinci Şemdinli vak’ası’ daha yaşayacak mıyız?
İlkinin dışındakiler zayıf ihtimal. Genelkurmay ‘karizmayı çizdirdiği’ne göre, Erdoğan’ın Genelkurmay’ın hukuk karşısındaki açmazını paylaşmasına gerek yok.
Gün, Genelkurmay’ı denetlemek ve sivil yargı karşısında hesap vermesini sağlamak günüdür.
Türkiye Cumhuriyeti’nin selameti ve geleceği için...
CENGİZ ÇANDAR RADİKAL 30,10,2009

Devamını BURADAN okuyun...>>>

BELGENİN ÖRTBASI MÜMKÜN MÜ?

Belgenin örtbası mümkün mü? Olsa bile TSK’nın işine yarar mı?

Demokrasiye Müdahale Planı belgesine yönelik başlatılan yeni sulandırma girişimleri ibretliktir. Gerçek apaçık ortadayken ve zaten 4,5 aydır da ortaya bulunuyorken hala bir bahaneyle planı sahteleştirmek, değersizleştirmek ve sözümona faillerini bu işten kurtarmak için rol alan çömezlerin hali ibret vericidir.

Genelkurmay Başkanlığı bile en azından şimdi temkinli davranarak konuyu inceleme ve soruşturmaya havale etmişken, kendini daha kurmay görenlerin giriştikleri çabadan söz ediyoruz...

Bir yandan bu imzanın da sahte olabileceği kampanyası bir yandan da “konu askeri yargının alanına girer” propagandası. Tabi ki medya üzerinden, tabi ki malum kanallarla...

Bu anlamsız, gereksiz ve umutsuz bir çabadır. Faydası ne ayrıca? Türlü numaralarla örtbas edilirse sorun bitmiş mi olacak? Toplum rahat uyku mu çekecek? İnsanlar ikna mı olacak? Ayrıca, örtbas ekibi ne kadar büyük çelişkiler içinde yüzdüğünün farkında mı bilmiyorum? Ama bizatihi bu çabalar suçu büyütmekten başka işe yaramıyor.

Bir... Planı kim sızdırdı diyorlar?

Orası apaçık belli... Plan, 12 Haziran tarihinde Ergenekon sanığı olan Albay Levent Göktaş’ın avukatı emekli asker avukat Serdar Öztürk’ün ofisindeki aramada çıktı. Ki kendisi de şimdi bir Ergenekon sanığı...

Plan, Ergenekon’a sızdırıldı, oradan da yargıya ulaştı.

Biraz kafa yoranlar, içinde hükümete ve cemaatlere karşı tamamı yasadışı komplolar, provokatif eylemler, yalan ve çarpıtma planları bulunan bir belgenin Ergenekon’un elinde ne aradığını da kolaylıkla anlayabilirler. CHP Lideri zamanlamanın tesadüf olamayacağını iddia ederek ima yoluyla bir şeyler söyleyeme çalışıyor. Peki, böyle bir planın Ergenekon’da çıkması tesadüf mü? Aynı amaç, aynı eylem, aynı hedef birliğinin bundan daha açık delili olabilir mi? Bir muhalefet liderinin biraz demokrasi derdi varsa önce bu soruyu sorması gerekmez mi?

İki... Mektuptaki CHP bağlantısı meselesi.

İhbar mektubunda bazı CHP’lilerin de plan öncesi faaliyetleri iştirak ettiği belirtiliyor. Ne kadar doğru, ne kadar yanlış bilemiyoruz. Ne boyutta bir katılım var o da belli değil. Ancak, bütün ünlü Ergenekon sanıklarının CHP’li hukukçu vekillere danıştıklarını biliyoruz. Ergenekon dosyalarında çok sayıda vakada CHP’lilerle ilişki örnekleri anlatılıyor. CHP’li vekiller her Ergenekon duruşmasını avukat sıralarında izliyorlar. Ve dahası bizzat Baykal Ergenekon örgütünün avukatı olduğunu defalarca ilan etmiş durumda.

CHP Lideri, ihbar mektubundaki partisine yönelik iddiaları sorgulamadan önce kendi kendini ihbar ettiği bu örnekleri gözden geçirmek zorunda değil mi? Yoksa, o da bu eylemlerin zaten normal, gerekli ve meşru olduğunu mu düşünüyor. Bunlar normal da deşifre edilmesi mi yanlış? Baykal, itiraz etmeden önce, kendisinin ve

partisinin bu konudaki pozisyonuyla yüzleşmek zorundadır. Yoksa, bırakın belgeleri mektupları; en değersiz söylenti bile kolaylıkla CHP’ye yakıştırılabilir.
Üç... Orijinal belgenin ortaya çıkması için neden 4,5 ay beklendi?

Onlarca sebebi olabilir ama hiçbirisi belgenin içerdiği dehşet ve anayasal düzene kalkışma perspektifi karşısında zerre kadar değer ifade etmez. Eğer, ıslak imzalı orijinal belge tartışmaların ilk haftasında ortaya çıksaydı muhtemelen “Neden önce fotokopi belge ortaya çıkarıldı” fasaryasını duyacaktık. Geçmişten örnekleri var. Böyle belgeler bazen 10-20 yıl sonra bile ortaya çıkabilir. Ne zaman ortaya çıksa, şimdi olduğu gibi bir komplo teorisi üretilir. Geçelim bunları... Zaten, kim Genelkurmay gibi yüksek disiplinli bir kurumda böyle bir mektubu ve böyle bir belgeyi kendi güvenliğini hesap etmeden üç günde ortaya çıkartılabilir? O kişi her kimse sadece bu işi yapıp yapmamak için bile 5 ay düşünmek zorundaydı. Kaldı ki, varsayalım çok yüksek bir siyasi zekaya sahip ve tam da gerilimin ortasında birilerini zor durumda bırakmak için bugünleri seçti. Belge gerçek olduğuna göre sonuç yine fark etmez...

Dört... Sivil yargı mı askeri yargı mı?

Bu da belgeyi yeniden örtbas etmek isteyenlerin “Eğer başarılı olamazsak bari adamları askere yargılatıp kurtaralım” çabasının umutsuz bir parçası. O belge sivil yargı tarafından zaten ilk günden beri gerçek olarak değerlendirilip yargılanıyor. Albay bu yüzden tutuklanıp cezaevine gönderildi. Her ne kadar 24 saatte yeni bir hakim atanarak serbest bıraktırıldıysa da imzacı albay ve dolayısıyla belge şu anda zaten sivil mahkemede yargılanıyor. Ve o yargılama askeri yargı-sivil yargı konusundaki kanuni düzenlemeden önce başlamıştı. Yani, o kanun Anayasa Mahkemesi’nde reddedilse bile plan yine de sivil mahkemede yargılanacak.

Netice... Kimse, bu belge örtbas edilir, sulandırılır ve sorumlular hesap vermekten kurtulursa, meselenin hallolup kapanacağını zannetmesin. Kapanmaz aksine daha da yıpratıcı olur. Türkiye, bir kez dürüstçe bu meseleyle yüzleşip askerin sivil siyasete müdahale geleneğini bu olay üzerinden tarihe gömmelidir. Bunun dışındaki hiçbir çözüm, çözüm deği ldir. Yıllardır bu görmezden gelmeler, idare etmeler yüzünden sistem ağır hasar almıştır, darbeciler, cuntacılar daha da umursamaz olmuştur. Öyle olmasa 2-3 yıldır Ergenekon üzerinden kopan fırtınalara, lanetlenen darbe günlüklerine rağmen 2009 Türkiye’sinde yeniden bir cunta faaliyetine nasıl cesaret edilebilirdi?

Durum vahim ama daha vahimi etrafı dolanan formüllerle bu konuyu örtbas etmek olur. Bu da inanın en çok TSK’yı yıpratır.
MUSTAFA KARAALİOĞLU STAR GAZETE 30,10,2009

Devamını BURADAN okuyun...>>>

ŞAPA OTURAN YAZAR

Şapa oturan yazar

Cumhuriyeti yıllarca imtiyazlı konumlarına kalkan yaparak halktan koparan sivil ve askeri bürokratik elit kesimin saltanatı yıkılıyor. 86. yılında cumhuriyet, halkla daha güçlü şekilde buluşurken, gasp ettikleri yetkiyi halka devretmek istemeyenlerin direnişi de aynı ölçekte sürüyor.

Bir tarafta cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmaya çalışan milli irade, diğer tarafta oligarşik unsurlar. Çırpındıkça batıyorlar.

İşte Melih Aşık, bu sürecin en ibretlik numunelerinden biridir. Sürekli şapa oturdu, ama o yılmadı.

Anlatalım...

17 Mayıs 2006 günü işlenen Danıştay cinayetinden sonra 24 Mayıs akşamı ekrana çıkan Doç. Dr. Emin Gürses, fail Alparslan Arslan’ın arkasında bir şeyhin olduğunu söyledi. Melih Aşık, bu iddiayı, 26 Mayıs günü Milliyet’teki köşesine “Keramet Şeyhte mi?” başlığıyla taşıdı.

Oysa, 21 Mayıs günü savcılıkta ifade veren Arslan, böyle birinden söz etmemişti. Ne var ki, süreç, Aşık-Gürses ikilisinin işaret ettiği yönde gelişti. 40 gün sonra ifadesini değiştiren Arslan, 26 Haziran günü savcılıkta, 83 yaşındaki Salih Kunter’i Gürses’in işaret ettiği “şeyh” olarak gösterdi.

Sonra ne oldu?

Arslan, ilk duruşmada yalan söylediğini açıkladı. Kunter, davanın ilk görüldüğü Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde beraat etti. İddianın sahibi Gürses, Ergenekon sanığı olarak tutuklandı.Şapa oturdu

Aşık, “Dezenformasyon” başlığını taşıyan 23 Mayıs 2006 tarihli yazısında, Danıştay cinayeti soruşturmasında “şüpheli” sıfatıyla yakalanan Muzaffer Tekin’e sahip çıktı, “azmettirici koltuğuna bir takım çetelerin ya da ordu ile bağlantılı kişilerin yerleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz” diyerek başbakanın sorumluluğunun gözden kaçırıldığını yazdı.

Güzide yazarımız tezinde ısrarlıydı. 28 Mayıs 2006 günü “Fikir jimnastiği” başlığını koyduğu köşesinde şöyle yazdı: “Aslında ulusalcı çete balonu büyük başarıyla şişirilmişti. Muzaffer Tekin adlı emekli bir yüzbaşı bulundu... ‘Vay bee bu işin altında Susurluk, yani derin devlet varmış’ izlenimi uyandırıldı... Şeytani senaryo cascavlak oldu.”

Tekin, serbest bırakılınca Aşık, mutluluktan havalara uçtu. 30 Mayıs’ta bir yazı daha kaleme aldı, başlığını ise “Şapa oturdular” diye seçti: “Danıştay baskınını ulusalcı çeteye bağlama manevrası 4 gün sonra fiyasko ile bitti.”

Sonra ne oldu?

Danıştay soruşturmasında serbest bırakılan Muzaffer Tekin, Ergenekon sanığı olarak iddianamedeki yerini aldı. Danıştay davası ise Ergenekon’un eylemi olarak Silivri’ye taşındı. Köşesinde başkalarını şapa oturtan yazar, şapa oturan yazar olarak tarihe geçti.

Kalem gitti kiralık kaldı

Melih Aşık, Oramiral Özden Örnek’e ait darbe günlükleri ortalığa dökülünce, yine durumdan vazife çıkarıp kalem kuşandı. Nokta Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş’ün bu günlükler nedeniyle yargılandığı süreçte, 22 Eylül 2007 günü “Darbe davası” başlıklı yazısında pozisyon aldı.

Şöyle dedi: “ABD, AB ve AKP’nin TSK aleyhindeki kampanyasını destekleyen kiralık kalemler bu haberi bahane ederek hem orduya hem iki generale hakaret yağdırdılar. Eğer yargılama sonucunda kanıt ortaya çıkarılamazsa ne olacak? Atılan iftiralar

atanların yanına kar mı kalacak? Şimdilik öyle görünüyor... Bu oyun böyle oynanıyor.”
Sağolsun, günlükleri ilk kez yazan beni de Alper Görmüş’ü de “kiralık kalem” olarak nitelendirdi.

Sonra ne oldu?

O günlüklerin görünürdeki gerçekliği tespit edildi. Alper Görmüş, beraat etti. Aşık’ın elindeki kalem gitti, “kiralık” levhası boynunda asılı kaldı.

Yalanı 1 gün sürmedi

Bu yıl Ağustos başında yaşanan HSYK’daki Ergenekon tartışmaları sırasında Melih Aşık, yeniden boy gösterdi.

HSYK Üyesi Ali Suat Ertosun’un Ergenekon sanığı Engin Aydın’la yaptığı görüşmenin tartışıldığı süreçte, 4 Ağustos 2009 günü şöyle döktürdü: “Yandaş basın günlerce bunu yazıp çizerek Ertosun’u en ağır şekilde eleştirdi. Dahası, işi HSYK üyeliğinden istifasını istemeye kadar vardırdı. İyi de Engin Aydın gerçekten Ergenekon sanığı mıydı?”

Yazısında ayrıca, Aydın’ın şu sözlerine yer verdi: “Ben ne birinci ne ikinci Ergenekon davasında ne sanığım ne tanığım. Sadece gözaltına alındım, gözaltı süresi dahil toplam 15 gün tutuklu kaldım... Hiç Ergenekon sanığı olmadım.”

Sonra ne oldu?

Yazıdan kısa süre önce, 20 Temmuz 2009 günü mahkemeye sunulan 3. iddianamede Engin Aydın “sanık” olarak yer alıyordu ama yazarımız, ne hikmetse bu gerçeği görme niyetinde değildi. Engin Bey de aynı telden çalıyordu.

Kaldı ki, yazıdan bir gün sonra 5 Ağustos günü iddianameyi kabul eden mahkeme, Engin Aydın’ın sanıklığını resmen tescil etti. Yalanın ömrü, özdeyişlerimizde olduğu gibi gerçekten yatsıya kadar sürdü, 24 saati bile beklemedi.

Son keşif ıslak makinesi

Melih Aşık’ın son keşfi, darbe planı hazırlamakla suçlanan Albay Dursun Çiçek’i koruma ve kollama görevi oldu. Yazarların özür sırasına girdiği süreçte Aşık, Çiçek’e ait olduğu Adli Tıp raporuyla kesinleşen ıslak imzasına “makine” icat etti.

Dedi ki; Amerika’da ıslak imzayı taklit eden makine satılıyor. İnternetten bile bin dolara sipariş verebilirsiniz.

Milliyet, yayın yönetimi olarak bu iddianın kuyruğuna takıldı. CHP Adana Milletvekili Tacidar Seyhan da “Doğrulatamadım ama o makineden Türkiye’ye 2 adet satıldığını duydum” diyerek kervana katıldı.

Sonra ne oldu?

Hürriyet Yazarı Şükrü Küçükşahin, dünkü yazısında cevap verdi: “Evet o makineler var doğru ama karbon testi diye bir şey de var, imzanın atıldığı günü belirliyor. Adli Tıp’ın bu testi yapmadığı düşünülebilir mi?”

Ayrıca, ıslak imza olarak tabir edilen ve kalemle atılan orijinal imzadaki vurgu, baskı, harf karakterleri, kesintiler gibi unsurlar, Adli Tıp ve yargıda kişinin DNA’sı kadar kesin kanıt olarak kabul ediliyor.

İmzanın şeklen taklit edilmesi çeşitli yöntemlerle mümkün olsa da kriminal olarak kişinin elinin taklit edilemez hareketleri nedeniyle, “ıslak imza” hukukta kesin delil sayılıyor. Onun içindir, kriminal incelemelerde “elinin ürünü” ifadesi kullanılıyor.

Yani, bizim yazar için “şapta oturma” hali, tekerrür etti. Sakın terbiyemi test etmeyin, şapı, Melih Aşık’ın 30 Mayıs 2006 tarihli “Şapa oturdular” yazısından ödünç aldım.
ŞAMİL TAYYAR STAR GAZETE 30,10,2009

Devamını BURADAN okuyun...>>>

GAZETELERİ KİM ARADI

Gazeteleri kim aradı?

Ortada bir cinayet var... Ancak Ergenekon sevdalıları, “cinayetin” vahametini örtüp, safdil sandıklarını şaşırtmaya çalışıyor.

Orijinal belge neden şimdi ortaya çıktı” sorusundan “orijinal imza makinesi geyiğine” kadar, “yersen” tatavasına devam edilmekte.

Ama nafile...

Çünkü cinayeti işleyen belli olduğu

gibi...

Maktul de boylu boyunca ortada yatmakta...

Genelkurmay “allem edip, kallem edip” bu işin üstünü örtebilir mi?

***

Dünkü Taraf Gazetesi’nde Mehmet Baransu, “cinayetin üstünü örtmek” için nasıl bir faaliyet sürdüğünü, eğlenceli bir şekilde hikâye etmekteydi:

“Karargâh’taki herkes bu belgenin Orgeneral İlker Başbuğ’un emriyle hazırlatıldığını biliyor.

Çalışmanın ve ışıkların sönmemesinin tek bir nedeni var.

Bu sorumluluk kimlerin üzerine yıkılacak ve Orgenerallere varmadan bu iş nasıl kapatılacak.

Hukuki olarak bu işin nasıl kapatılacağı görevi Genelkurmay Başkanlığı Adli Müşaviri Tuğgeneral Hıfzı Çubuklu’ya verildi.Çubuklu ilk adım olarak medyadan bazı isimlerle irtibata geçti. Kamuoyuna Vatan ve Akşam Gazeteleri tarafından yansıtılan beş soru, Çubuklu tarafından hazırlandı.

Bir gazeteye telefonla direkt, diğer bir gazeteye ise dolaylı yolla sorular iletildi.

Bir gün sonra da bu sorular iki gazetede yer aldı.

Çubuklu şu sıralar bununla da yetinmiyor.

Başbuğ’a hukuki olarak bu işin içinden nasıl çıkacakları yönünde rapor üzerine rapor hazırlıyor.”

***

Ayrıca, gene aynı yazıda, İrticayla Mücadele Eylem Planı’nın ardında bulunan tüm isimlerin saklı olduğu bir belgeden de haberdar oluyoruz.

Ne var ki bu belge ortaya çıksa da

çıkmasa da Karargâh’ta Orgeneral

İlker Başbuğ’un gideceği tahmin ediliyormuş...

“Başbuğ ya emekli e-di-le-cek ya emekli e-di-le-cek” deniyormuş...

Bakalım göreceğiz...

***

Genelkurmay “havanın değiştiğini” anlamak istemese de “bu iş bitti”...

Murat Belge’nin söylediği gibi belki

de “iş bittiği” için “orijinal belge”

ortaya çıktı.

Şahin Alpay da “Neden 2. Cumhuriyet” başlıklı dünkü yazısında “işin bittiğini” şöyle yorumlamaktaydı:

“Bugün asker-sivil bürokraside yaygın şekliyle Cumhuriyetçilik ya da Kemalizm anlayışı, sadece farklılığa saygısız bir kültür anlayışını içermekle kalmıyor, bürokratik vesayet altında olan türden bir demokrasiyi öngörüyor.

Genelkurmay’da birileri tarafından hazırlanan ‘AKP ve Gülen’i Bitirme Planı’nın en açık bir şekilde ortaya koyduğu üzere, sadece ülke güvenliğini sağlamakla görevli ve tümüyle siyasi otoriteye bağlı olması gereken orduyu, millet iradesinin üzerinde silahlı bir siyasi parti haline getiriyor.

Böylesi bir Cumhuriyetçilik, günümüzün uygarlık anlayışı ile kesinlikle bağdaşmıyor.

Evet, ‘Birinci Cumhuriyet’, Türkiye’nin 18. yüzyıl sonunda Osmanlı ile başlayan modernleşme hamlesinde önemli bir aşamaydı.

Ama artık çağdaş uygarlıkla bağdaşan (Mehmet Altan’ın koyduğu adla) ‘İkinci Cumhuriyet’e ihtiyacımız var.”

***

Rapor hazırla...

Soru hazırla...

Genelkurmay Başkanı’nın talimatları doğrultusunda çalış, çabala...

“Ama cinayet ortada”...

“İş bittiği” için mi “belge” ortaya çıktı, yoksa “belge” ortaya çıkınca mı iş bitti?

Bence Genelkurmay bu soruları konuşarak karar alsa ve top döndürerek babadan kalma usullerle işi kapatmak hayallerine dalmasa, daha evla olacak...
MEHMET ALTAN STAR GAZATE 30,10,2009

Devamını BURADAN okuyun...>>>

O ASKERLER ADLİYEDE

Cunta Grubu Geldi

Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılar, 'İrticayla Mücadele Eylem Planı'nın orijinalini gönderen subayın ihbar mektubunda adları geçen Albay Çiçek ile 6 askeri ifade vermeye çağırmıştı.

Çiçek ve askerler gelmeyince 26 Ekim’de “İfadeye gelin yoksa polis zoruyla getirileceksiniz” daveti gönderilmişti.

'İhtarlı davet'te bugün son gündü. Mesai saati dolmadan muvazzaf subaylar Ergenekon savcılarının çağrısına uydu.Albay Çiçek hariç 6 asker 4 kişinin refakatinde beyaz bir münübüsle ifade için Beşiktaş Adliyesi'ne geldi.

Askerlerin adliyeye gelirken yüzlerini kapatmaya çalıştığı gözlendi.

Adliyeye ifade vermek için gelenlerin isimleri şöyle:

Albay Şükrü Kısadere

Üstteğmen Erhan Sakallı

Üstteğmen Kazım Bozkurt

Üstteğmen Fatih Karacaer

Üstteğmen Berrin Şahin

Astsubay Başçavuş Mustafa Urhan

Sivil memur Rıfat Sülük

Adliyede olduğu söylenen Albay Dursun Çiçek'in ifade vermeye gelmediği öğrenildi. Savcılık katına çıkarılan muvazzaf askerlerin 'AKP ve Gülen'i Bitirme Planı'nın hazırlanmasında görev aldıkları öne sürülüyor.
aktifhaber.com

Devamını BURADAN okuyun...>>>

CUNTADAN ZEYNO'YA SİPARİŞ

Karanlık Zeynoyu Hatırlayalım

Üst düzey bir subayın ıslak imzalı 'darbe andıcı'yla Ergenekon savcılarına gönderdiği ihbar mektubu, 2006-2007'deki Hudson Enstitüsü'nün karanlık senaryosu ve darbe iddialarını yeniden gündeme getirdi.

İhbar mektubunda, Genelkurmay Başkanlığı Bilgi Destek Dairesi'ne, 'kamuoyunu yönlendirme amaçlı' belge hazırlanması için emir verdiği ileri sürülen dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Ergin Saygun'un adı Türkiye için felaket senaryosu hazırlayan Hudson Enstitüsü'yle ilişkisiyle gündeme gelmişti.27 NİSAN'DAN 1 YIL ÖNCE

İhbar mektubuna göre, bazı akademisyenler ve CHP yöneticilerinin katkısıyla darbe ortamı hazırlamak için hazırlanan belgeler için emir veren Ergin Saygun'un, Kasım 2006'da Hudson Enstitüsü'nün Avrasya Politikaları ve Türkiye Direktörü Zeyno Baran'la görüştüğü ileri sürülmüştü. Bu yöndeki haber ve yorumlar, Saygun ve Baran tarafından şimdiye kadar yalanmadı. Zeyno Baran iddia edilen bu görüşmeden bir ay sonra 2006 Aralık ayında Newsweek Dergisi'nde Türkiye'de darbe olacağını iddia ettiği yazıyla gündeme geldi. Baran adını açıklamadığı bir generali kaynak gösterdiği yazısında “Türkiye'de 2007'nin Nisan ayında darbe olma ihtimali yüzde 50” diyerek tarih de verdi.

FELAKET SENARYOSU DEVREDE

ABD'deki 'şahinler'e yakınlığı ile bilinen Hudson Enstitüsü ve Zeyno Baran'ın ismi 2007'de de günlerce tartışılan 'felaket senaryosu'yla gündeme geldi. Ülkede darbe ortamı oluşturacak senaryo, bombalı bir saldırıda 50 kişi ölüyor, Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu'ya suikast düzenleniyor ve her iki olay PKK'ya mal edilerek Türk ordusunun Kuzey Irak'a girmesi öngörülüyordu. Aylar önce 'darbe olabilir' kehanetinde bulunan Zeyno Baran'ın yazısı ise 27 Nisan gecesi Genelkurmay Başkanlığı internet sitesine konan bildiriyle tekrar gündeme geldi. Türkiye darbe mi olacak sorusunu tartışırken Baran'ın kaynak gösterdiği generalin kim olduğu ise hala ortaya çıkmadı.

O dönemde yaşanan gelişmeler, 'darbe andıcı' ile gönderilen ihbar mektubunda, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Saygun'un emriyle hareket ettiği ileri sürülen cuntanın, Hudson Enstitüsü'yle organize hareket etmiş olabileceğini akıllara getirdi. aktifhaber.com

Devamını BURADAN okuyun...>>>

29.10.09

CUMHURİYET, ASKER VE DEMOKRASİ

Cumhuriyet, asker ve demokrasi…

Bugün Cumhuriyet Bayramı. 86 yıl geride kaldı. 86 yılda her konuda ciddi yol almış bir ülke burası.

Ama şu da açık: Bu ülkenin, bu cumhuriyetin demokrasi ayağı hep eksik kaldı.

Son yıllar bu konuda dev bir gayretle geçti, geçiyor, ama gayretler kadar dirençleri, köhne yapıların güç gösterileri de hayatımızdan eksik olmuyor.

Son tartışmalara bakın.

İyi tarafından ele alırsanız, siyasi rolü açısından artık sıkışmış, panikleyen bir ordu var, darbecilik toplumun gözünde her geçen gün kabul edilmez bir suç haline dönüşüyor, güç gösterileri, kalıbına uydurulan türlü kanuni gerekçeler bu yeni durum karşısında anlam taşımaz hale geliyor.

Bunlar önemli gelişmeler…

Ama madalyonun diğer yüzü de var.

Bu cumhuriyet hala seçim sonuçlarını beğenmeyip müdahale etmeye çalışan, devlet başkanının kim olacağına karar vermek isteyen, hükümeti yıpratma ve devirme planları yapan, hatta bu girişimlerde bulunan subayları ve orduyu barındırıyor.Hala cumhuriyet bu konuda demokrasi fikrinin yanına bile yaklaşamamış durumda.

Hala bu cumhuriyet şu son skandalda olduğu gibi ordunun bu politikalarını savunan CHP gibi siyasi partilerle, olup biteni “zamanı mıydı”, “ordu yıpratılıyor”, nidalarıyla sulandırmaya, sıradanlaştırmaya, üstünü örtmeye çalışan sivillerle, gazetecilerle kaynıyor…

Önümüzdeki günler cumhuriyet-demokrasi ilişkisi açısından sıcak geçecek buna şüphe yok…

Dikkat edin asker hala direniyor, görev sivil makamlarda olduğu halde askeri savcılık devreye giriyor, soruşturmayı uhdesine almaya çalışıyor. Sivil makamların talep ettiği asker kişilerin, erlerin ifade vermesini engelliyor.

Gelişmelerin ne istikamette seyredeceği, başbakanın nasıl bir tutum izleyeceği ortadaki soru işaretleri…

Zira mesele sadece bir albay ve bir belgeyle sınırlı değil. 2007 yılında askeri karargâh tarafından Genelkurmay Başkanı'nın emriyle hazırlanan bir iktidar devirme belgesi daha var ortada.

Daha vahimi de var…

Cumhuriyetin 86. Yıldönümüne ışık tutan ihbar mektubunda şu ifadeler yer alıyor:

“Medyanın bilmediklerini ben ve benim gibi Genelkurmay Bilgi Destek Daire Başkanlığı bünyesinde görev yapan arkadaşlar yani bu faaliyetleri bizzat planlayan ve icra eden kişiler çok yakından biliyoruz. Bilgi destek personeli olarak bizzat olayların içerisinde (Aktütün'de, Dağlıca'da, Poyrazköy'de, Çukurca'da ve daha birçok yerde) olduğumuz için gerçekler tüm çıplaklığıyla bilinmektedir…”

Onlarca erin şehit düştüğü, ordunun baskın yediği Aktütün, Dağlıca'da ne oldu?

İddialar ordunun saldırıları bildiği halde yeterli önlem almadığı yönündeydi…

Ne demek istiyor ihbar eden subay?

Dev bir sorudur bu.

Peki Poyrazköy neresi?

Gömülü lav silahlarının çıktığı askeri alan…

Başa dönelim…

Bugün cumhuriyet demokrasiyi arıyor ve ona her geçen gün yaklaşıyor.

Kavgayla, itiş kakışla… Belki bu da bizim değişim modelimiz…

Ama ilkeler her zaman önemlidir, itiş kakış onları boğar.

Zira tüm yaşananlara rağmen geride hala devasa bir yapı ve zihniyet var, en azından bunların tortuları var.

Adı askeri vesayet düzenidir bunun.

Buna göre Türkiye'de asker, askeri konudan tüm güvenlik konularını, güvenlik konularından ise neredeyse tüm siyasi konuları anlar.

Ama bunları siyasi mesele olarak değil, devlet meselesi olarak adlandırır.

Devlet meseleleriyle ilgili kararların çerçevesini çizer ve bunları siyasi tartışmadan uzak tutmaya çalışır.

Bunu ve siyasetin tam merkezinde yer alışını da bu çerçevede siyaset dışılık olarak tanımlar.

Buna, bunlara itiraz edenleri bertaraf eder…

Artık her yönüyle, her zerresiyle son verilmesi, uzak durulması, hiçbir şekilde doğrulanmaması gereken mantık budur…

Cumhuriyet bayramınız kutlu olsun…
Ali Bayramoğlu
alibayramoglu@tnn.net29 Ekim 2009 Perşembe

Devamını BURADAN okuyun...>>>

YASAL TARTIŞMA

Yasal tartışma

İrtica ile Mücadele Eylem Planı, "askeri mahalde, asker kişiler tarafından, askeri merciin talimatıyla hazırlandığına" göre, yargılama sivil mi yoksa askeri mahkemede mi gerçekleşecek?
Anayasanın 145. maddesi, "askeri mahalde işlenen her türlü suça askeri mahkemenin bakacağını" söylüyor. Oysa ister askeri, ister sivil mahalde olsun, psikolojik harekât ya da darbe hazırlığının muhatabı sivillerdir. Böyle bir suç, askeri mahalde başlasa bile, askeri mahalde bitmez. Sözgelimi, Avrupa Birliği uyum yasalarını yavaşlatmak maksadıyla, Hakkâri'de peş peşe bomba patlatılması ve olayların PKK üzerine yıkılması, askeri bir mahalde kurgulanmış olabilir. Ama neticede, sivil vatandaşlar bu eylemden zarar gördü. Eylemlerin devamı olarak Şemdinli'deki Umut Kitapevi'nde patlatılan bombayı ele alalım: Suç, askeri mahalde işlenmemişti; askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili değildi; bir asker aleyhine işlenmemişti; görevle ilgili olmadığı için askeri suç sayılmazdı. Ama Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nin kararını bozarak, askeri yargıyı yetkili kıldı. Konu askeri mahkemeye intikal edince de, işler değişti: Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 39 yıla mahkûm ettiği astsubay Ali Kaya ve Özcan İldeniz, tutuksuz yargılanmak bir yana, hâlâ görev başındalar; iddianamede suçlanan sıralı askeri amirlere ise hiç dokunulmadı; buna mukabil, Savcı Ferhat Sarıkaya meslekten ihraç edildi.Askerin, sivil mahkemelerde yargılanmasını düzenleyen kanun, Anayasa Mahkemesi'nde görüşülüyor. Ve iptâl edilmediği için, şu anda, İrtica ile Mücadele Eylem Planı konusunda yetkili olan mercii sivil mahkeme.
Acilen atılması gereken adımı da hatırlatalım: AK Parti, anayasanın 145'inci maddesini, CHP ve MHP ile uzlaşarak değiştirmeli; askeri mahalde işlense dahi (psikolojik harekât ve darbe teşebbüsü gibi) sivilleri hedef alan suçlarda, sivil yargı tek yetkili merci haline getirilmeli. Zira bu arada Anayasa Mahkemesi, askerlerin sivil mahkemede yargılanmasını öngören maddenin yürürlüğünü durdurursa işler daha da karışır. 4 partinin birlikte 145'inci maddeyi değiştirmesi, millet iradesine sahip çıkan TBMM'ye itibar kazandıracaktır

Askeri yargı/sivil yargı
Askerlerin sivil mahkemede yargılanmasını düzenleyen yasa değişikliği, Anayasa Mahkemesi'nde. Kanun iptâl edilinceye kadar geçerli olduğuna göre, Askeri Savcılığın tavrını izah etmek mümkün değil. Askeri savcı, ıslak imzalı belgeyi neden talep ediyor? Mevcut kanun, askerleri de sivil mahkemelerin yargılamasını öngörmüyor mu? Hâlâ "Biz kanunların üstündeyiz" kafasıyla işler yapılıyor. Özellikle ihbar mektubundaki iddiaları göz önüne alınca, cunta soruşturmasının askeri yargıya bırakılmasının kurda kuzu teslim etmek anlamına geleceği açıkça ortada.
Deliller Genelkurmay'da karartılmış; bilgisayarların hard diskleri silinmiş ve ancak ondan sonra sivil savcıya gönderilmiş. Tabii ki iddialar da araştırılacak; ihbarı yapan subay imha işleminde bulunan herkesin ismini veriyor. Ama iddialar orta yerde dururken, üstelik kanuna göre yetki sivil mahkemedeyken, erlerin, savcılığın davetine uyularak hemen gönderilmemesi, askeri savcılığın yetkiliymiş gibi davranması kabul edilemez. Acaba, iş ağırdan alınarak, zaman mı kazanılıyor? O erlere, ağız birliği yapmaları için telkinde bulunanlar mı var?

Zamanlama
İstanbul Başsavcı vekili Turan Çolakkadı, ihbar mektubunun 15 Ekim'de Ankara'dan postaya verildiğini açıkladı. Bu durumda, Kürt açılımında hükûmete yönelik tepkilerin büyümesi üzerine, "gündem değiştirmek" maksadıyla "ıslak imzalı" belgenin ortaya çıkarıldığı iddiası çökmüyor mu?
Zira PKK'lılar, 19 Ekim'de sınır kapısında teslim oldu. Mektup ise, 15 Ekim'de postalanmış; birkaç gün içinde savcılığa ulaşmış; savcılık da Adli Tıp'a göndermiş.
Gelişmelerin basına yansıması daha geç oldu ama mektup, PKK'lıların sınırda teslim olmasından 4 gün önce yola çıkmış.
İşin esasını, yani "ana"sını bir kenara bırakıp, "danasıyla" meşgul olan "komplo teorisyenlerine" duyurulur.

O konuşma sitede yok
Sabah gazetesinin haberine göre, Org. İlker Başbuğ'un bütün demeçleri Genelkurmay sitesinde yer alıyor; biri hariç. Yer almayan, 26 Haziran 2009'da yaptığı ve Dursun Çiçek tarafından hazırlanan belge için "kâğıt parçası" dediği meşhur konuşması. İnternetteki haber portalları, "Genelkurmay Başkanlığı'nın sitesinden o konuşma çıkarıldı" diye bilgi verdi. Akabinde, Genelkurmay Başkanlığı'ndan "Zaten bu konuşma Genelkurmay sitesine hiçbir zaman konulmamıştı" açıklaması geldi.
İlker Başbuğ'un bütün konuşmaları istisnasız var da, bu neden yok?
Tahmin edelim:
1) Telâş ile unutuldu.
2) Önemsenmedi.
3) Belgenin "kâğıt parçası" olmadığı biliniyordu; bir gün hakikat meydana çıkar mülâhazasıyla, mahcup olmamak için tedbirli davranıldı.
Ben, üçüncü şıkkın doğru olduğunu düşünüyorum. Buna rağmen, gene de mantığı anlamakta güçlük çekiyorum. Zira bu iletişim çağında, o konuşmanın tam metni kim bilir kaç kişinin elinde. Genelkurmay sitesine koymamakla iş bitmiyor. "Kâğıt parçası" sözü zihnimize kazıldı. Şimdi hesabının verilmesini bekliyoruz.

NAZLI ILICAK SABAH 29,10,2009

Devamını BURADAN okuyun...>>>

BAYKAL BELGE AVUKATI OLURMU ?

Komuta kademesinin belgeden haberi olmasa bari...


Islak imzalı belge üzerindeki yorumlar, kamuoyu oluşturan odakların "Demokratlık" ve "Darbecilik" konusunda da kamplaştıklarını sergilemekte.
İnanması zor ama bu belgede tasarlananları haklı bulanlar var.
Hatta bazıları CHP Genel Başkanı Baykal'ın "Ben bu belgeyi yazanların avukatıyım" demesini bile beklemekteler.
Bu kamplaşmada arada kalmış olanlar ise "İyi Haber-Kötü haber" çizgisinde kendilerine çıkış yolu aramaktalar...
Şöyle ki:
Kötü haber- Bu belge gerçekmiş...
İyi haber- Bu belgenin hazırlandığından komuta kademesinin haberi yokmuş...
Bir gerçeği hiç göz ardı etmemeliyiz.
Toplumun belirli kesimlerinin genlerinde seçilmişlerin ülke için zararlı olduklarına ve askeri darbelerin ülkeyi rayına oturttuğuna dönük inanç vardır.
Siviller arasında da kronik cuntacıların bulunduğunu görmüyor muyuz?
12 Mart sonrasında tutuklanan "Madanoğlu Cuntası" üyeleri Davutpaşa Kışlası'ndaki askeri cezaevindeydiler.Hiç akıllanmayanlar
Bir bayram sabahı hepsi arkadaşım ve bazıları da meslektaşım olan tutukluları ziyarete gittim.
Onlarla sohbet ederken, hemen hepsinin çok neşeli oldukları dikkatimi çekti.
Sordum:
- Nedir bu neşenin sebebi? Tutuklu değil misiniz yani?
Biri beni bir kenara çekip, neşelerinin nedenini şöyle anlattı:
- Bu sabah Davutpaşa'nın komutanı bizi ziyaret edip, bayramımızı kutladı... Bu bizim güçlü olduğumuzu ve durumun bizim lehimizde geliştiğini kanıtlamaz mı?
Askeri cezaevindeki bu iyimser havaya karşın "Dışarı"da durum çok farklıydı.
"Balyoz harekâtı" ertesinde İstanbul ev ev aranmış, kütüphanesinde sol içerikli kitaplar bulunanlar cemselere bindirilip götürülmüştü.
Cuntanın Arjantin'inde görülen manzaralar Türk kentlerinde de vardı.
Özellikle sol aydınlara dönük bir öfke dalgası yayılmaktaydı...
Bir süre sonra Madanoğlu Cuntası üyeleri salıverilmeye başlandı.

Tatsız bir sohbet
Bunların arasındaki bir arkadaşımın salıverilmesini sağlayacak belgelerle Kışla'nın nizamiyesine gittim.
Belgeleri içeriye gönderdiler. Ben de nizamiyede arkadaşımın salıverilmesini beklemeye başladım.
Bir astsubay ve ben, saatlerce karşılıklı oturduk.
Hava kararmaya başlamıştı.
Laf lafı açar diyerek, astsubaya "Evli misiniz, çocuğunuz var mı" diye sordum.
Bir oğlu varmış ve altı yaşındaymış. "Büyüyünce ne olacak" dedim.
Artık bu sohbeti kesmem gerektiğini ifade eder bir sert anlatımla cevap verdi,
- Büyüyünce subay olacak ve üniversitelerdeki bütün solcuları yakalayacak!
Bereket çok geçmeden, tutukluluğu sona eren arkadaşımı nizamiyeye getirdiler ve birlikte uzaklaştık o semtten.
Yolda ona nizamiyede geçen konuşmaları anlattım ve kendisinin bir zamanlar bana Madanoğlu Cuntası'na girip, silah üzerinde sadakat yemini etmemi önerdiğini hatırlattım.
Mahcup mahcup gülmüştü biz bunları konuşurken.

Gerçek solun düşüncesi
Bugün beni en şaşırtan şey, 12 Mart 1971 darbesini yaşayan ve kendilerini "Solcu" olarak gören (veya sunan) bazı kişilerin hâlâ cuntacılığa prim vermeleri ve militarizmi Türk solunun ideolojik öğelerinden biri olarak görmeleridir.
Ben "Gerçek sol güncel konularda ne düşünüyor" diye araştırdığımda, önce Nabi Yağcı'ya bakarım Taraf'taki köşesinde.
Mesela sivil-asker ilişkileri üzerinde geçenlerde şöyle yazmıştı Nabi Yağcı:
- Sorun askerde değil, sivil siyaset nedir bilmeyen sivillerde. Asker kendine göre, siyaset yapma hakkını, 12 Eylül Anayasası'ndan ve TSK İç Hizmet Kanunu'nun kendisine tanıdığı "koruma-kollama" yetkisinden alıyor. Açın okuyun. Bu Anayasa, İç Hizmet Kanunu, MGK "anayasası" yerinde durdukça sivil siyasetin "anayasal" hukuki zemini yoktur. Her sivil adım ya askerden veya Anayasa Mahkemesi'nden veya diğer yüksek yargıdan döner; hep döndüğü gibi. Köklü bir anayasa değişikliği ve hukuk reformunun yanında olmadan askere "sus" demek, timsah gözyaşları dökmektir; aynı zamanda bu tepkilerinin asıl anlamı bu çevrelerin sivil siyaset yapmadıklarını askerin onların yüzlerine vurmasındadır. MEHMET BARLAS SABAH 29,10,2009

Devamını BURADAN okuyun...>>>

ÇİÇEK GİBİ GATAKULLİ

Çiçek gibi bir 'GATAkulli'

Türkiye şeffaf ve demokratik olmadığı için hiçbir şey göründüğü gibi değil.
Yıllardır devletin asıl sahibi olduğunu düşünen kurumlar ve kişiler olayları, istedikleri gibi topluma gösterdi.
Medyanın çoğu da buna aracılık etti.
Tersini söyleyenlerin sesi ise ne yazık ki duyulmadığı için etkili olamadı.
Son dönemlerde bu değişmeye başladı. Artık eskisi gibi isteyen istediğini yapamıyor.
Türkiye değişiyor ve her kurumda değişimi savunanlar da susmuyor.
Son "ıslak imza" belgesi Türkiye'de değişimi savunanların bir başarısıdır.
Sürece biraz yakından bakanlar bu gerçeği daha iyi görecek.
Ordu içinde önemli oranda değişimi savunan bir kesim var. Ayrıca yargı ve poliste de köklü bir zihniyet değişimi yaşanıyor.
Burada kritik rolü hiç kuşkusuz MİT üstleniyor. MİT Başkanı Emre Taner'in 2006 sonunda paradigma değişikliği öneren konuşması tam bir dönüm noktasıydı. Dikkat ederseniz Kürt sorunu odaklı "demokratik açılım" sürecinde de MİT ciddi bir rol üstlendi.
Ama bazı kurumlar bu sürecin kesintiye uğraması için elinden geleni yapıyor.
"Islak imza" belgesinin 5 ay sonra ortaya çıkması, süreci kesintiye uğratanlara karşı bir meydan okumadır.
Bir anlamda değişimi savunanlar da ellerindeki kozları yeri ve zamanı geldiğinde ortaya çıkardı denilebilir. Bu nedenle hesaplaşma dışarıda değil içeride yaşanıyor.
Suç olan darbe girişimini görmeyenlerin, belgeyi dış güçlerin bir atağı olarak yorumlamaları içerideki bu değişimci gücü hafife almalarından.Aslında son yıllarda yaşanan ve kırılma noktası diyebileceğimiz olayların hepsi de bir iç hesaplaşmanın, değişimle statüko mücadelesinin bir ürünü.
Alın 367 olayını. Bu bir iç hesaplaşmaydı. Dayattılar olmadı. 27 Nisan e-muhtırası verdiler tutmadı.
Emekli Oramiral Özden Örnek'in "Darbe Günlükleri"ni hatırlayın... Nokta dergisinde yayımlandığında kıyamet kopmuştu. Önce inkâr edildi, sonra doğruluğu ortaya çıktı.
Aktütün ve Dağlıca baskınlarında da benzer şeyler yaşandı.
Ergenekon Terör Örgütü operasyonlarından ele geçirilen "mühimmatlar" bombalar, lav silahları meselesi de fiyaskoyla noktalandı.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, onlarca televizyon karşısında halkın gözünün içine baka baka, "Bu silahlar TSK'ya ait değil" diye açıklama yaptı ama çok geçmeden silahların TSK'ya ait olduğu ortaya çıktı.
Şimdi bu sürecin en kritik olayıyla karşı karşıyayız. Ordu içinde darbeciler gerçeğiyle yüzleşiyoruz.
Taraf gazetesinde Mehmet Baransu imzalı "AKP ve Gülen'i Bitirme Planı" başlıklı haber geçen Haziran'da yayımlandığında yer yerinden oynamıştı.
Siyasiler, gazeteciler yalan olduğunu söylemiş, Genelkurmay Başkanı da belgenin "bir kâğıt parçası" olduğunu ileri sürmüştü.
Ne oldu?
Çok değil beş ay sonra "İrticayla Mücadele Eylem Planı"nın altındaki "ıslak imza"nın Albay Dursun Çiçek'e ait olduğu Adli Tıp raporuyla kanıtlandı.
Böylece "kâğıt parçası" yaklaşımının aslında "Çiçek gibi bir GATAkulli" olduğu açığa çıkmış oldu.
Sivil ve ordu içindeki darbeci güçler belki de ilk kez somut bir belgeyle suçüstü yakalanıyor. Bu bir dönüm noktası. Bu çok yönlü bir mücadele ve içinde sadece askerler yok. 22 Temmuz seçimlerinden önce, "Bekleyin önemli şeyler olacak!" diyen siyasiler de var.
Darbe beklentisi yaratan bu siyasilerin öfkelenmesinin nedeni bu.
Peki şimdi ne olacak?
Askerlerin ne yapması gerektiğini herkes biliyor. Ya istifa edecekler ya da toplumu ikna edecek güçlü bir açıklamayla darbecileri yargı önüne çıkartacaklar.
Ama benim asıl merak ettiğim cuntacı, darbeci askerleri "Kraldan çok kralcı" mantığıyla savunan siyasetçilerin ne yapacağı?
Hâlâ kürsülere çıkıp bir şeyler söylemeleri sizi de şaşırtmıyor mu?


MAHMUT ÖVÜR SABAH 29,10,2009

Devamını BURADAN okuyun...>>>

BAYKAL İKNA EDEMEDİ

Kusura bakmasın ama Baykal ikna edemedi

Şemdinli, 367 kararı, 27 Nisan e-muhtırası, Ergenekon davası ve siyasete komplo belgesi.

Tamamında CHP’nin pozisyonu askerle aynı.

Şemdinli’de dönemin zanlılara sahip çıkan komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın ismi iddianameye dahil edilince Baykal çıktı, “Bu Büyükanıt’ın önünü kesmek için düzenlenmiş bir komplodur” dedi.

Sonrası malum.

Sivil mahkemenin mahkum ettiği iyi çocuklar askeri mahkemeye gönderilip beraat ettirildi.

Kitabevine bomba atılması olayı, Genelkurmay-askeri yargı-CHP işbirliği ile unutturuldu, üstü örtüldü.

CHP milletvekili olmasalar Ergenekon sanığı olması muhtemel bayrak mitingleri kahramanlarını partisinden aday yaptı.

O da yetmezmiş gibi, Ergenekon sanıklarının avukatlığını üstlendi.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da her fırsatta Ergenekon’u küçümseyen bir tavır takındı, yeraltından çıkan silahlar için “boru” tabirini kullandı.

367 kararı öncesi dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, siyasetten çok Anayasa Mahkemesi’ni hedef alan bir e-muhtıra yayınladı.

Anayasa Mahkemesi de hukuk tarihine geçecek bir skandalla başvuruyu kabul etti ve cumhurbaşkanlığı seçimi için 367 önşartını kabul etti.

Başvuruyu kim yapmıştı?

CHP...Böyle bir konuyu gündeme kim getirmişti?

Ergenekon soruşturması kapsamında evi aranan emekli Yargıtay Başsavcısı

Sabih Kanadoğlu.
Ardından hükümet, Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde bir yasal düzenleme yaptı.

Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 250’nci maddesini yeniden düzenledi.

Adalet Bakanı Meclis’te bunun nedenini CHP’lilere anlattı, onlar da evet oyu verdi.

Ertesi sabah bir balans ayarı sonucu CHP aldatıldığına karar verdi, bu maddeyi de iptal için Anayasa Mahkemesi’ne götürdü.

Şimdi şöyle bir bakınca, askerin bir pozisyon aldığı, CHP’nin Meclis’te ona göre bir tutum aldığı ve sonuç alamazsa hemen Anayasa Mahkemesi’ne gittiği ortada.

Bermuda Şeytan Üçgeni benzeri bir işbirliği açıkça görülüyor..

O nedenle CHP’nin orduyla kolkola siyaset yapmadığı açıklaması hiç ikna edici değil.

Türkiye’de siyasetin en büyük açmazı da bu.

Ana muhalefetin iktidarı seçim sandıklarında değil de, asker-sivil bürokrasiyle işbirliği içinde engelleyebileceğine inanması.

Böyle bir tablo, siyasete müdahale tipi belgelerin raporların hazırlanmasını teşvik ediyor.

Demokrasinin önündeki bu sıkıntı aşılmadan Türkiye’nin evrensel hukuk devleti standartlarına ulaşması zor.

İttihatçı siyasi geleneğin devamı olan bu partinin 1960 darbesindeki rolü tarih kitaplarında açık açık yazarken, belgenin içeriğine doğrudan tavır alamayan Baykal’ın sözleri inandırıcı olamıyor ne yazık ki...

Ne demişler, ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz...
ERGUN BABAHAN SABAH

Devamını BURADAN okuyun...>>>

OLACAĞI BUYDU !

Olacağı buydu!

Nasrettin Hoca'nın gözüyle bakmak lazım hadiseye. Hani bir gün Hoca, 'yüzüğümü kaybettim' diye köyü ayağa kaldırmış. Ahali yollara düşmüş. Yüzüğü bulmak mümkün değil. Aranmadık köşe, bakılmadık yer kalmamış. Cümle âlem bitap düşmüş. Yüzükten eser yok.
Sonunda birinin aklına bir soru takılmış ve sormuş: 'Ya hocam, sen bu yüzüğü dışarıda düşürdüğünden emin misin?' Hoca kendinden emin bir eda ile cevabı yapıştırmış: 'Yüzüğü damın içinde düşürdüm ama içerisi karanlık, dışarıda aramak daha kolay geliyor.'

Mesele bu! Çok uzun zamandan beri TSK, aslî işlerinin dışında başka konularla anılıyor. 28 Şubat döneminde iyice çığırından çıkan siyasete ve topluma müdahale arzusu bir türlü bitmek tükenmek bilmiyor. Post modern darbeler, andıçlar, fişlemeler, e-muhtıralar... Sonuçta bu yapılanlara bir tepki oluşuyor. Ne zaman eleştiriler yükselse hep 'TSK'yı yıpratmayalım' deniyor. Tabii ki TSK yıpratılmamalı; ancak en büyük yıpranma, askerin siyasete ve topluma müdahalesidir. Hiç kimse durduk yerde ordusunun yıpratılmasına razı olmaz. Dolayısıyla 'Ordumuzu kim yıpratıyor?' sorusunun cevabı dışarıda değil, içerideydi. Bunu herkes biliyordu; ancak dışarıda suçlu aramak, içerideki hatayı tespit etmekten daha kolay geliyordu. Vurdumduymaz ve umursamaz tavır, sonuçta duvara tosladı ve o korkunç belgenin aslı ortaya çıktı. Ortada şimdi bir suç belgesi var...Devletin meşru silahlı gücü, halkın oylarıyla seçilmiş bir hükümeti yıkmak için kirli tezgâhlar kurup cuntacılık yapabilir mi? Belki bir zamanlar (özellikle soğuk savaş döneminde) cuntacılığa özeniliyordu; ancak demokrasinin zirveleri zorladığı bu dönemde cuntacılık artık insanlık suçu sayılıyor. Bir ordu, halka ya da halkın bir bölümüne tuzak kuramaz. İnsanların evlerine 'silah ve mühimmat bırakarak' onları silahlı örgüt durumuna sokmayı planlamak suçtur. Bu korkunç planın orijinal belgesi ortaya çıktığına göre artık söz sırası yargıdadır. Hukukî sürecin sonuna kadar işletilmesi, bu konuda hatası olan ve cuntacılık faaliyetinin bir parçası haline gelen herkes -rütbesine bakılmaksızın- hesap vermelidir.

Bütün bunlar yaşanırken bazıları hedef saptırıyor. Yok efendim, zamanlama düşündürücüymüş, ihbar mektubu bir rapor gibiymiş, neden 5 ay beklenmişmiş... Öncelikli soru şudur: Kanun çerçevesini aşarak siyasete ve topluma kirli yollarla müdahale etmenin hesabını kim(ler) verecek?.. Bu yaklaşımı yadırgamamak mümkün değil. Bu utanç belgesini hazırlayanlara tek bir kelime sarf edemeyenler, 'bunu kim sızdırdı?' derken, 'neden şimdi bu belgenin aslı çıktı?' derken, 'ordumuz yıpratılıyor' derken bir anda cesaret abidesi haline geliyor. Sanırsınız, ortada kirli bir tezgâh yok. Sanki masum insanlara haksız suçlamalar yapılıyor.

Daha önce benzer şeyler yaşanmasa bu hadisenin 'münferit bir olay' olduğu söylenebilir. Andıçları kim unutabilir? Fişlemeleri kim unutabilir?.. Darbeler, post modern darbeler, muhtıralar, e- muhtıralar... Bu alışkanlıkların sonsuza kadar devam etmesi düşünülemez. Dünyanın hiçbir modern ülkesinde 'milletin vergisiyle ayakta duran ordu' siyasete bu kadar müdahil değil. Bahsi geçen belgenin aslı çıkmadan önce 'TSK'ya karşı asimetrik savaş yapılıyor' deniliyordu. 'Kâğıt parçası' denerek belgenin varlığı inkâr ediliyordu. Bu, topu sürekli taca atma girişimiydi. Keşke o gün olayın üzerine gidilseydi...

Ordu-siyaset ilişkisinin dile getirildiği her platformda yöneltilen bütün haklı eleştirileri 'TSK'yı yıpratma' olarak gösterenler 'yüzüğü kaybettim' diyerek insanları her ağacın altına, her taşın altına davet etti. Yoruldu insanlar. Şimdi gerçeği itiraf etme zamanı geldi. TSK'nın siyasete ve topluma müdahale etme işinden vazgeçmesi, aslî işine yönelmesi şart. e.dumanli@zaman.com.tr

EKREM DUMANLI
e.dumanli@zaman.com.tr

Devamını BURADAN okuyun...>>>

"PAŞA PAŞA İSTİFA ET"

Paşa paşa istifa et

Taraf’ın ilk olarak 12 haziranda duyurduğu ve şimdi ıslak imzalı orijinali savcıların elinde olan İrticayla Mücadele Eylem Planı ile o plana ilişkin ihbar mektubu ve ekleri, memleketimizin durumu hakkında bize üç temel bilgi veriyor.

Birincisi, ortada bir suç faaliyeti vardır ve “muhtemel suçlular” en tepededir; seçimle işbaşına gelmiş hükümeti ve toplumun geniş bir kesimini adeta “düşman” belleyerek doğrudan hedef alan, AKP’ye ve Fethullah Gülen cemaatine karşı komplo kurulmasını öngören Ergenekon tipi bu suç faaliyetinin, Genelkurmay karargâhındaki en üst rütbeli bazı subaylarca bizzat yürütüldüğü yönünde somut bazı deliller ortaya çıkmıştır.İkincisi, bu suç faaliyeti geçmişe değil bugüne aittir; söz konusu eylem planı 2009’da hazırlanmıştır ve bu plan, eğer belgesi basına yansımasaydı, muhtemelen şu anda çoktan uygulamaya sokulmuş olacak bir dizi suç eylemini kapsamaktadır.

Üçüncüsü, bu suç faaliyetinin sınırları muğlaktır, failleri bütünüyle meçhul olmamakla birlikte, bütün failleri bilinmemektedir; bu nedenle de, ortadaki suç belgesi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kurmay kademesini bir bütün olarak “şaibeli” kılmakta ve daha da vahimi, ordunun üzerine bir bütün olarak kara bir leke düşürme potansiyeli taşımaktadır.

Şimdi iş gelip, bu üç temel bilgiye sahip sivil ve asker yetkililerin, Türkiye’yi bu bilgilerin yansıttığı kirlilikten kurtarmak için ne yapacaklarında düğümleniyor. Öncelikle yanıtlanması gereken çok kritik bir soru var:

Genelkurmay karargâhının bulaştığı suç, ne ölçüde Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un bilgisi dahilindedir?

Başbuğ, daha önce “kâğıt parçası” diye küçümsediği belgenin kendi bilgisi dahilinde hazırlanmış olması olasılığının gündeme getirilmesini bile “hakaret” sayacağını söylemişti.

Şimdi, Başbuğ’un bu belgeye “kâğıt parçası” dediği tarihte, “belgenin aslının imha edildiğine kanaat getirmiş olduğunu” kayda geçiren bir ihbar mektubu var ortada.

Ve bu mektup, Başbuğ’un, belgenin gerçekliği konusunda yalan söylemiş olabileceğini düşündürüyor.

Bu olasılık, Başbuğ’un “böyle bir belgenin hazırlanması emrini vermenin” kendisine yakıştırılmasını “hakaret” sayan sözlerinin samimiyetine kuşku düşürüyor ve suç faaliyetinin birinci derecedeki sorumlusunun Genelkurmay Başkanı olması ihtimalini kuvvetlendiriyor.

Eğer durum böyleyse, Başbuğ, ya paşa paşa istifa etmeli ya da Başbakan tarafından görevden azledilmelidir.

Yok, durum böyle değilse, ortada iki seçenek kalıyor...

Ya Başbuğ –ihbar mektubunun da ima ettiği gibi- kendi bilgisi haricinde hazırlanmış bir suç belgesinden sonradan haberdar olmuş ve karargâhındakileri korumak adına bu belgeyi “yok” saymıştır.

Ya da Başbuğ’un bu suç faaliyetinden ve belgesinden hiçbir zaman haberi olmamıştır...

Her iki seçenek de, bence Başbuğ’u bizzat suç faaliyetinin başında konumlayan olasılık kadar vahimdir.

Zira ilk seçenekte, suçu emretmese bile suça ve suçlulara kol kanat geren bir Genelkurmay Başkanı profili ortaya çıkmaktadır.

İkinci seçenek ise, Başbuğ’un kendi karargâhına sahip olamayan, Genelkurmay’da neler döndüğünden bihaber, yanıbaşındaki cunta faaliyetinin farkına bile varmayan bir general olduğunu düşündürür ki bunun anlamı, Başbuğ’un, Genelkurmay Başkanlığını sürdürmesine engel oluşturabilecek kadar büyük bir komuta zaafı gösterdiğidir.

Hele de, basında bu belgeyle ilgili çıkan bütün haberlerden, AKP’nin yargıya başvurarak konunun üzerine gitmesinden ve karargâhta kapsamlı bir imha çalışması yürütülmesinden sonra Başbuğ’un aynı komuta zaafını devam ettirmiş olmasının hoş görülmesi ziyadesiyle zordur.

Şimdi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a düşen görev, Orgeneral Başbuğ’a, bu suç faaliyetinin neresinde olduğunu, suç belgesiyle ilgili olarak neyi, ne kadar bildiğini sormak ve vereceği cevabın gerektirdiği siyasi kararı almaktır.

Suçu yöneten şahıs ya da suç ortağı olması, Başbuğ’un görevden alınmasını kaçınılmaz kılar... Yok eğer Başbuğ, “suçlu” değil de, sadece “zaaflı” ise ve karargâhını içten içe oyduğu anlaşılan “cunta” konusunda gereğini bundan böyle yapacaksa, o zaman Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın dün söylediği yerden işe başlamalıdır. Yani söz konusu suça adı karışan bütün askerî personeli, dört yıldızlı generaller dahil bütün subayları yargı süreci tamamlanıncaya dek açığa almalıdır.

Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ve komuta kademesini bir bütün olarak lekelenmekten kurtarmanın tek yolu budur.

* Yazımın başlığı, Taraf Spor Servisi Şefi ve Yazıişleri üyesi Kerem Altan’a aittir. Teşekkürler Kerem. Yasemin Çongar - 27.10.2009

Devamını BURADAN okuyun...>>>



Snap Shots

Get Free Shots from Snap.com
 
^

Powered by BloggerAK Medya Haber Yorum Analiz by UsuárioCompulsivo
original Washed Denim by Darren Delaye
Creative Commons License