30.6.08

TARAF CEVAP VERDİ

Taraf, manşetten cevap verdi

Taraf'tan ilginç iddia: Genelkurmay, Dağlıca'ya baskın ihbarını kabul etti.

Genelkurmay Başkanlığının Dağlıca basıkınının önceden bilindiği iddiasına karşılık yaptığı açıklamaya, iddianın sahibi Taraf gazetesi ilginç bir iddiayla daha karşılık verdi.

Taraf, bugün manşetten verdiği 'İşte Dağlıca Tedbirleri' başlıklı haberde, Dağlıca'da Genelkurmay'ın iddia ettiği gibi ilave önlem alınmadığını, tam tersine önlemlerin gevşetildiğini ileri sürdü.
GÜVENLİK ARTMAMIŞ, AZALMIŞ
Habere göre, Dağlıca'da saldırı öncesinde bölükteki asker sayısı 250'den 80'e düşürülmüştü. Baskına uğrayan tepeyi korumakla görevli nöbetçi erlerin sayısı 100'den 26'ya indirilmişti. Hakim tepelerde her mevzide en az 3 asker bulunması gerekirken, bu sayı bire indirilmişi. Taburdaki askerler baskından iki gün önce helikopter talep etmiş ancak bu istek karşılanmamıştı. Taaruz tipi el bombaları baskından 10 gün önce toplanmış, yenileri ise verilmemişti. Baskın gübü taburun üç komutanı da izinliydi. Tabur komnutanı Onur Dirik bir köy düğününe gitmişti.

'SALDIRMIYOR, ELEŞTİRİYORUZ'
Gazete ayrınca, 'Genelkurmay'ın toplumu şekillendirme planı' şeklinde gündeme taşıdığı diğer belgenin de arkasında durdu. Genelkurmay bu belgeyle ilgili olarak ilkin 'Komuta tarafından onaylanmış böyle bir belge yok' demiş, Cumartesi akşamı yayınladığı son açıklamada ise belgenin onaylanmış veya onaylanmamış olsun hiçbir şekilde mevcut olmadığını ilan etmmişti. Taraf, bugünkü manşet haberinin içinde yer verdiği kendi açıklamasıyla Genelkurmay'a 'meydan okudu'. Taraf, Genlkurmay çıkışlı CD'lerin elinde olduğunu ve mahkemede belgenin gerçekliğini ispata hazır olduklarını söyledi. Gazete, Genelkurmay'ın 'menfur saldırı' iddiasına da, 'ortada saldırı yok ki menfur olsun, biz sadece eleştiriyoruz' şeklinde cevap verdi.


30.Haziran.2008 samanyoluhaber.com

Devamını BURADAN okuyun...>>>

BAYKAL DUT YEMEĞE GİTTİ


Atina’ya gidemedi dut yemeye gitti!


Eleştirilerden ve ‘atalım’ önerisinden çekinen Baykal, Sosyalist Enternasyonal Zirvesi yerine Ayaş’taki Dut Festivali’ne katıldı. Zirve ve ‘Kayıp Trilyon’la ilgili hiç konuşmadı

CHP’DE sıkıntılı günler bitmiyor. Aylardır Sosyalist Enternasyonal’den gelecek eleştirileri ve ‘atalım’ önergelerini önlemek için çalışan CHP yönetimi, istediğini alamayınca zirveye katılmama kararı aldı. Son olarak Sosyalist Enternasyonal Başkanı’na ‘Eleştiri olmayacak, CHP’yi atalım önergesi verilmeyecek, yoksa gelmem’ diye rest çeken CHP lideri Deniz Baykal, istediği garanti gelmeyince Atina’daki toplantıya gitmeme kararı aldı. Baykal dün Atina yerine Ankara’nın Ayaş İlçesi’ndeki Dut Festivali’ne katılmayı tercih etti.

‘SERT ELEŞTİRİLERLE YÜZLEŞECEK’

BUGÜN Atina’da yapılacak olan Zirvesi’nde CHP’nin politikalarına son derece sert eleştiriler getirileceği ve bazı üyelerin CHP’nin atılması için önerge vereceği konuşuluyordu. Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkan Vekili Swoboda, günler öncesinden ‘Sayın Baykal’ın Kongre’ye katılıp katılmaması kendi kararı. Ama gelirse sert eleştirilerle yüzleşecek’ demişti.

ELEŞTİRİ GARANTİSİ İSTEDİLER

CHP, zirvede sert eleştiriler yapılmaması ve CHP’nin birlikten atılması için önerge verilmemesi konusunda Sosyalist Enternasyonel Başkanı Yunan PASOK lideri Papandreu’dan yardım istedi. Papandreu, bu konularda bir garanti vermeyince CHP lideri Baykal da Başkan Yardımcılığı görevini yürüttüğü Sosyalist Enternasyonal’in 23’ncü Kongresine katılmama karar aldı.

BİZİM DUYARLILIĞIMIZI PAYLAŞMIYOR

KATILMAMA kararını açıklayan CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, ‘Avrupa’daki bazı partilerin, politikacıların Türkiye’ye bakış açısı bizden farklı. Özellikle yargı bağımsızlığı gibi konularda bizim duyarlılığımızı paylaşmıyorlar. Sosyalist Enternasyonal’in ilkelerine bağlıyız’ iddiasında bulundu.

‘ATACAĞIZ, SİZ ÖNCEDEN İSTİFA EDİN’

ÖYMEN ile telefonda görüşen PASOK lideri Papandreu’nun ‘Üyeler arasında, uzaklaştırılmanız için yaygın bir görüş var. Siz kendiliğinizden ayrılmayı düşünebilirsiniz’ formülü önerdiği iddia edildi. CHP’nin de önümüzdeki hafta ‘atılmadan istifa etme’ formülünü hayata geçirebileceği öğrenildi.

HASAN ÖYMEZ


Soru sorulmasın diye grupta konuşacak


AYAŞ’TAKİ Dut Festivali’ne katılan CHP lideri Baykal, Sosyalist Enternasyonel’deki son durum ve CHP’nin hesaplarında usulsüzlük olaylarıyla ilgili tek kelime etmedi. Baykal bu iki konudaki görüşlerini CHP Grup toplantısında açıklayacağını bildirdi. Baykal’ın bu tavrı ‘Kimsenin soru sormayacağı bir yerde konuşmayı tercih etmek’ olarak yorumlandı.


Baykal dut yemiş bülbül gibi


CHP’nin Sosyalist Enternasyonel’den atılması için yazdığı mektupla gündeme gelen AK Parti’li Haluk Özdalga, Baykal’ın, Atina’ya gitmeme kararını ‘Bu son durum CHP’nin sosyal demokrat bir parti olmadığını gösteriyor’ diye yorumladı. CHP’nin, Avrupa’da, kendi üyesi olduğu bir platformda dahi kendini savunmaktan aciz bir parti olduğunu ileri süren Özdalga, ‘CHP, Avrupa Birliği’nin çok daha geniş yelpazeli oturumlarında Türkiye’nin hakkını nasıl savunacak. Sosyalist Enternasyonel’de kendisini temsil edemeyen CHP’nin dışarıda Türkiye’yi temsil etmesi mümkün değil’ dedi.

ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras da Sosyalist Enternasyonel’de öteden beri Baykal politikalarına tepki olduğuna dikkat çekerek, ‘Baykal, dut yemiş bülbül gibi susmayı tercih ediyor. Bence CHP, şapkayı önüne koyup düşünmeli. Ya kendisini ifade ettiği gibi sosyal demokrasiyi, demokratlığı benimsemeli. Ya da kendisini, bulunduğu mevcut duruma göre yeniden tanımlamalı’ dedi.


Beğenmedim katılmıyorum


BAYKAL’IN ‘eleştirecekler’ diye Sosyalist Enternasyonal’e katılmaması, CHP’nin daha önceki ‘küsüp katılmadığı’ olaylar zincirini akıllara getirdi. İşte CHP’nin ‘beğenmediği için katılmadıkları’nın ilk akla gelenleri:

ARINÇ BAŞKAN OLURSA!

CHP, Bülent Arınç’ın TBMM Başkanı olmasını istemedi. Arınç, başkan seçilince de Meclis’te Arınç’ın düzenlediği hiçbir etkinliğe CHP lideri Deniz Baykal katılmadı.

GÜL’Ü SEÇME GELMEM!

AYNI CHP cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde AK Parti içinden kendi adayını seçip ortalığa deklare etti. Ancak, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı adayı olarak CHP’nin istediği isimlerden birini değil Abdullah Gül’ü gösterdi. Bunun üzerine CHP cumhurbaşkanı seçim oylamasına katılmadı ve 367 krizinin mimarlığını yaptı.

OYUNU MHP BOZDU

22 Temmuz’un ardından AK Parti’nin cumhurbaşkanı adayı olarak tekrar Gül’ün gösterilmesi nedeniyle CHP oylamalara yine katılmadı. Ancak MHP’nin Meclis’e girmesiyle CHP’nin ikinci kez cumhurbaşkanı seçimi krizi planı tutmadı.

KÖŞK YERİNE MUHTARLAR

GÜL’ÜN Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından CHP bu kez de Çankaya Köşkü’nü protesto etmeye başladı. Baykal, Gül’ün Çankaya Köşkü’nde Meclis’teki siyasi partilerin liderlerinin katılımıyla düzenlediği liderler zirvesi yerine muhtarların yemeğine katılmayı seçti.

TOPTAN’A ZİRVE RESTİ

ANAYASA Mahkemesi’nin Meclis’in başörtü kararının ardından TBMM Başkanı Köksal Toptan, liderler zirvesi yapacağını açıkladı. Ancak CHP lideri, ‘AK Parti mensubu gibi davranıyor’ gerekçesiyle toplantıya katılmayacağını açıklayınca liderler zirvesi yapılamadı.

ELEŞTİRMEYİN YOKSA!

CHP lideri Deniz Baykal son olarak Sosyalist Enternasyonel’e ‘eleştirecekseniz gelmem’ dedi. Ama bu resti tutmadı.

ANKARA star


‘Hacı’ Sav’ı bozdu


AYAŞ Dut Festivali’ne CHP Genel Sekreteri Önder Sav da katıldı. Neşeli başlayan festivalde objektiflerin gülümsemesine pek alışık olmadığı Önder Sav, gülen yüzüyle dikkat çekti. Telefonla bol bol konuşan, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a espriler yapan Sav’ın bu neşesi uzun sürmedi. Ankara Elmadağ’da hacca gitmek istediğini söyleyen yaşlı Mustafa Ünal’a, ‘Çok yaşlısın Muhammed belki seni bırakmaz... Hem ne diye Araplara para kaptırıyorsun..’ diyen Sav, büyük eleştiri almıştı.

AYAŞTA Sav’ın karşısına yine Mustafa Ünal çıktı. Protokole eşiyle gelen ve Baykal ile tokalaşan Ünal, Sav’ın tüm neşesini kaçırdı. Partililerin Baykal’a ‘Bu yaşlı amca o...’ diye tanıttığı Ünal, Sav ile sadece tokalaştı. Arka sırada oturan diğer partililerin, ‘Mustafa amca gel yanımıza...’ sözleri ise Sav’ı kızdırdı. Arka sıraya dönen CHP Genel Sekreteri, ‘Uzatmayın... Bırakın gitsin...’ diyerek müdahale etti. Böylece Sav’ın dut neşesi yarım kaldı.

ARİF AKDOĞAN stargazete


.......


Devamını BURADAN okuyun...>>>

REKTÖRMÜ AJANMI.?

Rektör mü ajan mı?
ODTÜ Rektörü Ural Akbulut, devlet ajanlığına soyunarak 6 rektör adayını ispiyonladı. Cumhurbaşkanı Gül ve YÖK Başkanı Özcan'a mesaj gönderdi.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi Rektörü Ural Akbulut, devletin ajanı gibi konuştu.

ODTÜ Rektörü Ural Akbulut, bazı üniversitelerde laiklik karşıtı yapılanmalar olduğunu söyledi. 6 üniversitede irticai faliyetlere karışanların rektör adayı olduğunu belirten Akbulut, bu kişilerin engellenmesi için Cumhurbaşkanı Gül’e çağrıda bulundu.
Geleneksel Ortadoğu Üniversitesi (ODTÜ) Mezunlar Günü nedeniyle Anıtkabir’de düzenlenen törene üniversitenin Rektörü Ural Akbulut, öğretim görevlileri ve yaklaşık 5 bin öğrenci katıldı. Atatürk’ün mozolesine çelenk koyduktan sonra Anıtkabir özel defterini imzalayan Akbulut, deftere şunları yazdı: “Orta Doğu Teknik Üniversitesi mezunları, mensup ve öğrencileri olarak ailelerimizle huzurunda olmanın gururunu yaşıyoruz.

ODTÜ Mezunlar Günü’nde ODTÜ Ailesini oluşturan bizler, son günlerde irticanın ve bölücü güçlerin iş birliği yaparak Cumhuriyetimizi yıkma çabalarına ve ülkemizi orta çağ karanlığına sürüklemelerine asla izin vermeyeceğimize ve senin düşünce sistemini ve laik cumhuriyetimizi ilelebet koruyacağımıza ant içeriz.” NTV’nin sorularını yanıtlayan Akbulut, Doğu ve Güneydoğudaki 6 üniversitede irticai faliyetlerde yeralmış bazı isimlerin rektör adayı olduğunu belirterek, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Yüksek Öğretim Kurumu Başkanı Yusuf Ziya Özcan’dan bu isimlerin görevlendirilmemesini istedi. samanyoluhaber.com
30.Haziran.2008

Devamını BURADAN okuyun...>>>

29.6.08

YÖNETMEDEN HÜKMEDENLER

Yönetmeden hükmedenler

ABD'li siyaset bilimci Steven A. Cook'un, ' Yönetmeden Hükmeden Ordular' adlı kitabı HayyKitap tarafından yayınlandı.
Ortadoğu uzmanı olan, Türkçe, Arapça ve Fransızca da konuşabilen Cook, bu çalışmasında Türkiye, Mısır ve Cezayir'de silahlı kuvvetlerin siyasi konumunu inceliyor.
Vardığı sonucu da kitabın başlığına taşımış: Bu ordular ülkelerini bilfiil yönetmiyor ama sivil siyasete baskı yaparak, kendi belirledikleri kanalda akmasını sağlıyor.
Peki, bu hükmetme faaliyeti nasıl yürüyor? Yani somut olarak neler yapılıyor?
Eğer ille de bir milat gerekirse: TSK, "yönetmeden hükmetme" çabasına 1960 darbesiyle başladı.
Askerlerden ve siyasetçilerden oluşan Milli Güvenlik Kurulu, 1961 Anayasası'na sokulurken, Meclis, milli egemenliğin kullanıldığı tek kurum olmaktan çıkarıldı.
Bu durum 1971 ve 1980 darbelerinden sonra da devam etti.
1990' larda ise hükmetmenin tarzı değişti. Açık müdahaleyle siyaseti şekillendirmenin yerini, psikolojik operasyon ve hukukun araçlaştırılması aldı.
Önce bir hedef belirleniyor, sonra da normal şartlarda buna karşı çıkacak olan kamuoyu, özellikle medya kullanılarak, o hedefi kabul edecek kıvama getiriliyordu.
Bunları nereden mi biliyoruz? Cevap basit: Ortaya çıkan belgelerden ve orada yazılanlara uygun davranan medya kuruluşlarından! Gelin bir kısmını hatırlayalım:
- 28 Şubat (1997) darbe sürecinde hazırlanan bir ' andıç' vardı mesela. Şemdin Sakık'ın ifadelerine eklemeler yapılarak bazı gazeteciler PKK ile işbirliği halindeymiş gibi gösterildi.
- Yine aynı dönemde, yasadışı ' Batı Çalışma Grubu', medyaya haber servisi yapıyordu. İş o hale varmıştı ki üç büyük gazetenin anlı şanlı üç köşe yazarı, 6 ay önce Avrupa'da meydana gelmiş bir olayı, sanki geçenlerde olmuşçasına, " aynı gün, aynı yorumla " okurlarına duyurabiliyordu!

- Daha yakın tarihlerde ise örneğin ' Sosyetik Fişleme' diye adlandırılan olay var. Mart 2004'te, rejimle hiçbir derdi olmayan İstanbullu kalburüstü kişilerin bile Kara Kuvvetleri tarafından fişlendiği ortaya çıkmıştı.
- 2004 tarihli bir başka belgede ise TSK'nin sivil toplum kuruluşlarıyla (STK) irtibat kurması, yönetimlerine kendileriyle aynı paralelde düşünen ve davranan kişilerin geçmesi için çaba harcanması öngörülüyordu. Daha sonra bu STK'lerin çoğunu cumhuriyet mitinglerinde gördük.
- Resmi olmasa da, en önemli belge ise hiç kuşkusuz, eski DKK Oramiral Özden Örnek'in tuttuğu günlüklerdi. Burada, hazırlıkları 2003'te başlayan 'Sarıkız' kod adlı darbe planını gün gün takip ediyorduk.
- Aynı dönemde gazetecilerin ' yandaşlar' ve ' karşıtlar' olarak fişlendiğini gösteren belgeler de kamuoyuna yansıdı.
- Birkaç ay önce de TÜSİAD da dahil STK yöneticilerini fişleyen ve zan altında bırakan bir başka andıçla karşılaştık. STK'ler, özetle 'desteklenecekler' ve 'kösteklenecek' diye ikiye ayrılıyordu.
- Geçenlerde ortaya çıkan bir bilgi de, 2004'te Jandarma bünyesinde kurulan, 'Cumhuriyet Çalışma Grubu' adlı yine yasadışı örgütlenmeye ilişkindi.
- 'Jandarma' deyince, tabii 'Sarıkız' başarısız kalınca, 2004'te 'Ayışığı' kod adıyla hazırlanan yeni darbe planını da unutmayalım.
Özetle: " Yönetmeden hükmetmenin " nasıl yürüdüğünü gösteren bu ve benzeri bilgileri alt alta koyuyoruz ve Eylül 2007'de hazırlanan ' Eylem Planı'na hiç şaşırmıyoruz!
Sadece üzülüyoruz.

EMRE AKÖZ 24 haziran 2008

Devamını BURADAN okuyun...>>>

FENA BİLLAH

Fena billah!

Hayati Tek'in kaleme aldığı 'Darbeler ve Türk Basını' adlı kitabı okuyorum: Hangi darbede basın nasıl bir tavır aldı? Kim, kimi, hangi kelimelerle destekledi?
Ekler bölümünde yer alan bir söyleşide Hayati Tek şöyle bir değerlendirme yapıyor:
" 27 Mayıs'ta ( 1960 ) Demokrat Parti'yi destekleyenler dahil bütün basın darbenin yanında olmuştur. 12 Mart'ta ( 1971 ) durum biraz farklılaşır. Orada Marksist bir cunta beklentisi içinde bulunan sol kalemler hariç, basın muhtıraya karşı durur. 12 Eylül ( 1980 ) 27 Mayıs'ı çağrıştırır. Üç beş kalemin haricinde hepsi darbecilerle saf tutar. 28 Şubat ise tamamen farklıdır ve umut vericidir. Darbeyi destekleyenlerle karşı duranlar neredeyse eşit sayıdadır. Bir de tarafsız kalanlar var. Onların derdi demokrasi. Ben onları da darbe karşıtlarına dahil ediyorum."


Gelelim bugüne.
Benim değerlendirmem şudur: Avrupa Birliği süreciyle derinleşmeye başlayan demokratikleşme ve şeffaflaşma, ardından 22 Temmuz 2007 seçimleriyle gelen yüzde 47'lik oy oranı, Cumhurbaşkanının ' karşı kamptan' olması ve ' Yeni Anayasa' çalışmaları bürokratik eliti rahatsız etmiştir.
Mevcut şartlarda tanklı tüfekli " açık darbenin " mümkün olmadığı değerlendirmesini yapanlar; yanlış hatırlamıyorsam ilk kez Milliyet yazarı Hasan Cemal'in dile getirdiği gibi bir " yargı darbesine " soyunmuştur.
Yargı darbesinin su yüzüne çıktığı tarih 14 Mart 2008'dir: Yani "kapatma davasının" açıldığı gün.
Ancak hazırlıkların daha önceye dayandığı, en azından Eylül 2007'ye dek gittiği, kamuoyuna geçenlerde yansıyan ve kısaca ' Eylem Planı' dediğimiz belgeyle ortaya çıktı.
Bu belgeye hiç şaşırmadık. Çünkü Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, aynı 28 Şubat'ta olduğu gibi, medyanın bir kısmı bazen düpedüz yalan haberlerle, bazen de olaylara takla attırarak, yargı darbesi değirmenine su taşımaya başladı.

Ancak 1997 ile 2008 arasında önemli bir " değişken " devreye girmişti:
'28 Şubat'a tam destek veren Sabah Grubu bu kez darbe sürecinden uzak duruyor, demokrasinin yanında yer alıyordu.
Ortamda böyle olunca, haliyle "darbe yanlısı" yazarlar ile "darbe karşıtı" yazarlar arasında atışmalar başladı.
İşte bu süreçte ilginç bir durumla karşılaştık: Darbeci yazarların yalanlarını eleştirdiğimizde karşımızda yüksek ahlaklı bir AD borazanı bulduk.
Bu nameci adeta bir " Eylem Planı Müfettişi " gibi grubun yayın politikasını karalıyor, " gitsem mi/kalsam mı " diye fır fır dönüyordu.
Müşteri kızıştırmayı o hale vardırdı ki darbe destekçisi rakip grubun spor ilavesine katkıda bulunuyor, bunu da " sohbet " adıyla maskeliyordu.

Bu süper haysiyetli numaralarını ortaya çıkarırken " dnglk " kodunu kullanmıştım.
Görüyorum ki ahlaklı davranmaya devam ediyor ve tam 19 haftadır rakip gazeteye katkıda bulunuyor.
O halde, bu durumu adlandırmak için " Dnglk 19 " gayet uygun görünüyor.
Önümüzdeki salı günü de, aynı marifeti gösterdiği takdirde '19'a '1' eklemek zorunda kalacağız.
Bizim eski patron, hem yeni girdiği basın sektörünü iyi tanımadığından, hem de boş bulunduğundan, bunun için " fenafillah mertebesine çıktın " demişti.
Şimdi olsa " fena billah " der! Darbe destekçesine başka ne denir?
Not: Fenafillahın düz anlamı; " Ölmeden önce ölmek ." Hakikaten de oluyor böyle şeyler. EMRE AKÖZ sabah



Devamını BURADAN okuyun...>>>

DARBEYE ONBİNLERCE HAYIR!

DARBEYE ONBİNLERCE HAYIR!

Sivil aydınlar ve sivil kuruluşların katkıları ile oluşturulan 'Ortak Akıl Hareketi' ilk mitingini Malatya’da yaptı.

Akademisyenler, yazarlar, STK’lar, medya mensupları, kanaat önderleri ve sivillerin katkıları ile oluşturulan ‘Ortak Akıl Hareketi’ ilk mitingini Malatya’da yaptı. 24 ilden 100 bin kişinin katıldığı mitingde daha demokratik bir Türkiye istendi.

Ortak Akıl Hareketi’nin yeni anayasa çalışmalarına toplumun bütün kesimlerinin katılımını sağlamak amacıyla başlattığı mitinglerin ilki dün 100 bin kişinin katılımıyla Malatya’da yapıldı. Kernek meydanında toplanan onbinler ‘Darbeye hayır’ diyerek, daha demokratik bir Türkiye istedi. Türk bayrakları ile ‘Ortak akılla çıktık yola demokrasi yolunda vermeyeceğiz mola. Egemenlik ne yargının ne de darbelerindir egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ yazılı pankartlar açan vatandaşlar, ‘Dur de dur de darbelere dur de, Hemen şimdi kesintisiz adalet, Darbeye hayır’ şeklindeki sloganlar attılar.KARAR MİLLETİN

‘KAYIT Yok Şart Yok Egemenlik Milletindir’ mitinginde konuşan Ortak Akıl Hareketi Koordinatörü Ayhan Ogan, ‘Milletin hakimiyeti namusudur, şerefidir, haysiyetidir. Kimse milleti hesaba katmadan hesap yapmasın’ dedi. Memur Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu ise, milletçe sarsıntılı bir süreçten geçildiğini söyledi, milletin geleceğine yine milletin karar vereceğini belirtti. ‘Laiklik, inananları dövmenin sopası olmamalı’ diye konuştu. Hak İş Genel Başkanı Salim Uslu ise ‘Türkiye’nin bir tek gerilime ihtiyacı yok’ dedi ve ekledi: Anayasanın sınırları zorlanarak nöbetleşe bildiriler yayınlanıyor. Süreç demokratik diyemeyeceğimiz kapalı bir sisteme doğru ilerliyor.

Sosyolog Nurhayat Kızılkan da mitinge katılanları sivil itaatsizliğe çağırdı. Kazılkan, bu sözcüğün manasını ise şu ifadelerle anlattı: ‘Annem bana ‘kızım Türkiye’yi sen mi kurtaracaksın ne işin var orada’ dediği için kalktım geldim. Annemi dinledim, ona saygısızlık yapmadım ama ben kendi kararımı kendim verdim. İşte sivil itaatsizlik bu.’ Genç Siviller adına konuşan Yıldıray Oğul ise, ‘Bu miting artık milletin darbelere sessiz kalmayacağının bir göstergesi’ dedi.

MALATYA’DA HAYAT DURDU

ADIYAMAN, K.Maraş, Elazığ, Diyarbakır, Sivas, Ş.Urfa, Bingöl, Gaziantep, Batman, Yozgat, Nevşehir, Niğde, Adana, Mardin, Kayseri, Erzincan, Osmaniye, Erzurum, Hatay, Mersin, Tokat, Siirt ve Ağrı illerinden gelenler Malatya’da adeta hayatın durmasına neden oldu.


Demokrasi için


ARALARINDA star Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu’nun yanı sıra çok sayıda gazeteci, yazar, akademisyen ve siyasetçi ile yüzlerce sivil toplum örgütünün de bulunduğu Ortak Akıl Hareketi, önce yeni anayasa ve demokrasi platformunun oluşturulması ile başladı. Platform, Türkiye’nin daha katılımcı, sivil ve özgürlükçü bir anayasaya sahip olması için ülke yönetiminde oluşturulmaya çalışılan ‘Egemenlikte meşruiyet krizini’ aşma yolunda Ortak Akıl Hareketi kampanyasını uygulamaya koydu. Ortak Akıl Hareketi’nin amacı ise; ‘Ülkemizde yaşanan demokrasi ve özgürlük mücadelesine aktif katılım sağlamak, millet iradesini her tür vesayet ve ipotekten arındırmak, toplumdaki her tür inanç, yaşam tarzı ve eğilimleri eşit olarak hukuk güvencesine alacak yeni bir anayasa talebini diri ve canlı tutmak.’ aktifhaber.com

Devamını BURADAN okuyun...>>>

BU SEFER İSKELE SANCAĞA BİLDİRİ...

İskele Sancak bildiriyi patlattı

29 Haziran 2008

Taraf'a cılız bir cevap vermişti Genelkurmay. Bu konu İskele Sancak'ta enine boyuna masaya yatırılınca...
Genelkurmay’ın yeni bir bildiri yayınlaması aslında beklenmeyen bir durum değildi. Fakat Ankara kulislerinde, bir televizyon programının bildiriyi tetikleyerek pazartesi beklenmeden yayınlanmasına neden olduğu konuşuluyor.

O programın adı; İskele Sancak. Yıllar önce Ahmet Hakan Coşkun’un başlattığı ve şimdilerde Kanal 7 Ana Haber Bülteni’ni de sunan Erhan Çelik’in sürdürdüğü İskele Sancak’ın son programında Ankara’da yürütülen psikolojik savaş konuşuldu. Konu kadar programın konukları da ilginçti.

Star Gazetesi Ankara Temsilcisi Şamil Tayyar, Fethullah Gülen’in sağ kolu olarak tanınan Hüseyin Gülerce, Akşam Gazetesi Ankara Temsilcisi İsmail Küçükkaya, Emekli Albay Prof. Nevzat Tahran ve Bugün Gazetesi yazarı Gülay Göktürk programa konuşmacı olarak katıldı.
Programda özellikle Hüseyin Gülerce ve Gülay Göktürk’ün Genelkurmay’dan sızdırılan Bilgi Destek Planı’na ilişkin eleştirel yaklaşımları dikkat çekti.

Gülerce, bu plana karşı Genelkurmay’ın yaptığı “Kayıtlarda Komuta Katı tarafından onaylanmış böyle bir resmi evrak veya plan bulunmadığı” ifadesini, “Komuta Katı bilgisi dışında böyle bir plan var” şeklinde yorumlayarak, bu durumun belgenin doğruluğunu gösterdiğini iddia etti.

Programın yayınlandığı Cuma gecesinin hemen ertesinde yapılan Genelkurmay açıklamasında, bu iddialara karşılık gelen şöyle bir ifade yer aldı;

“Kayıtlarda Komuta Katı tarafından onaylanmış böyle bir resmi evrak veya plan bulunmadığı” ifadesini, “Komuta Katı bilgisi dışında böyle bir plan var” şeklinde yorumlamaları ilginçtir. Bu şekilde bir yorum yapabilmek, ancak Türk Silahlı Kuvvetlerini hiç tanımamakla mümkündür.”

Gülay Göktürk de Hüseyin Gülerce ile aynı görüşte olduğunu söyleyerek, sızdırılan belgenin kaynağının hala ortaya çıkarılmamış olmasının TSK’ya yönelik ciddi bir güvensizlik yaratacağını vurguladı.

Bu konuşmalara müdahale eden programın sunucusu Erhan Çelik “Belki yarın bir bildiri yayınlanır ve tüm merak edilenlere cevap verilir. Bu eleştiriler için şimdilik erken gibi görünüyor” dedi.

Gülay Göktürk, Çelik’e itiraz ederek “Aradan 10 gün geçti hala açıklama yok. İçeriden durmadan belge sızmaya devam ediyor. Bunun bile önüne geçilemiyor” şeklinde bir yaklaşım gösterince, Erhan Çelik bu kez de “Yine belki ile başlayan bir cümle kuracağım ama… Belki yarın bir bildiri yayınlanır ve bu sızmaların önlenip, önlenemediğine de açıklık getirilir” diyerek başka bir tartışma konusuna geçti.

Ve ertesi gün o bildiri yayınlandı. TSK bildirisinde yine bu konuşmalara karşılık gelen şu ifadeler yer alıyordu;

“GİZLİ” gizlilik dereceli askeri evrakın sızdırılması ve basın yoluyla yayımlanması tamamen yasa dışı bir eylem olup, konu yargıya intikal ettirilmiştir. Kurum içinde yapılan araştırmada, mesajın nereden ve kimler tarafından dışarıya sızdırıldığı tespit edilmiş ve sorumlular hakkında gerekli yasal işlem başlatılmıştır.”

Erhan Çelik’in dediği çıkmıştı. Hemen ertesi gün yayınlanan TSK bildirisinde tüm suçlamalara Genelkurmay tarafından tek tek cevap verilmişti. Üstelik aynı programda katılımcıların ifade ettiği başka eleştirilere de neredeyse aynı cümlelerle karşılık verilmişti.

Başkent kulislerinde şimdi, hiç umulmadık bir şekilde mesai günü beklenmeden cumartesi günü yayınlanan bildiriyi tetikleyen bu program konuşuluyor.

Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt katıldığı bir resepsiyonda tartışma programlarını hiç kaçırmadığını ifade etmiş, kalabalık bir gazeteci grubu içinde Melih Meriç’e “Basın Kulübü’nü hiç kaçırmıyorum” demişti.

Anlaşılan Büyükanıt’ın artık yeni bir favori programı var.
internethaber

Devamını BURADAN okuyun...>>>

27.6.08

ATATÜRK İNÖNÜYE NEDEN KIZDI

Atatürk, İnönü’ye neden kızdı?

Gün geçmiyor ki, kriz konularımıza her gün bir yenisi eklenmesin. Şimdi yeni tartışma konularımızdan biri, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Dengir Fırat’ın Atatürk devrimleriyle ilgili yaptığı ‘travma’ tanımı. Açıklamayı bir bütün olarak okuduğunuzda bu kadar gürültünün neden koparıldığını anlamak mümkün değil.

Taha Akyol’un dünkü köşesi, bu anlamsızlığı en iyi vurgulayan yazılardan biriydi: ‘Bütün devrimler gibi Kemalist devrim de toplumun çoğunluğunda travma yaratmıştır. Travma yaratmayacak kadar radikallikten uzak değişimlere devrim denmez zaten.’

O halde kavga sebebi nedir? Mesele şu: AK Parti hakkında kapatma davası var ya, başsavcıya ek iddianame için delil sunmak, iktidar partisini Atatürk düşmanı olarak göstermek. Bir nevi psikolojik harekat. Siyasi kabızlıklarını veya zedelenen menfaatlerini iktidar üzerinden çözemeyenler, yeni oyun peşinde. İlkelerine inanmadıkları Atatürk’ü sıçrama tahtası haline getirmeye çalışıyorlar.


Atatürk’e destek veren ağa

Oysa Dengir Bey, Atatürk’ün silah arkadaşı bir dedenin torunu olarak bugün mecliste. Rişvan aşiretinin reisi Hacı Bedir Ağa, Kurtuluş Savaşı sırasında da sonrasında da Atatürk’ün Doğu’da en çok güvendiği birkaç isimden biriydi.

Dün Dengir Bey’le görüştüm. Dedesinin Atatürk’le kesişen ilginç öyküsünü anlattığında çok etkilendim. Erzurum Kongresi’nin toplanmasına karşı çıkan İstanbul hükümeti ve İngilizlere karşı Atatürk’ün yanında yer alan Hacı Bedir Ağa, Sivas Kongresi’nde de aynı saftaydı.

Fırat: ‘Sivas Kongresi’nin toplanmaması ve Mustafa Kemal’in tutuklanması için talimat gelmiş. Bölgede en güçlü aşiret reisi dedem Hacı Bedir Ağa. Destek vermese kongrenin toplanması çok zor olacak. İngilizler Harput Valisi Ali Galip’le birlikte gelip dedemi Atatürk’e destek vermemesi için ikna etmeye çalışmışlar. Katır yüküyle altın vermişler ama hepsini reddetmiş.’

Bu tepkiye özellikle İngilizler çok şaşırmış. İkna için başka bir yem atmışlar: ‘Görüyoruz ki bu bölgedeki en güçlü aşiret reisi sizsiniz. Eğer yardım ederseniz burada bir Kürt Devleti kurmanıza yardımcı olabiliriz.’

Ağa’nın cevabı: ‘Bu vatanı biz birlikte kurduk, birlikte savaştık, kimseye ihanet edemem, yarın Allah’a hesap veremem.’

İngilizlerin Ali Galip’le kurduğu oyun bozuluyor ve Sivas Kongresi toplanıyor. Fırat’a sordum: Dedeniz destek vermese kongre toplanabilir miydi? Fırat: ‘Dedem o dönemde bölgedeki en büyük aşiret reisi. Verdiği destek çok önemlidir. Karşı tarafta yer alsa kongre tehlikeye girebilirdi.’

El Gayri Bedir Ağa

Tüm bu gelişmelerden anında haberdar olan Atatürk, 1920 yılında Ankara’da meclis kurulunca, Hacı Bedir Ağa’yı milletvekili yaparak ödüllendirmiş. O tarihte Adıyaman, Kahta gibi birçok yerleşim birimi Malatya’ya bağlı. Malatya milletvekili olarak meclise giren Hacı Bedir Ağa, ikinci dönemde de Atatürk’ün yanında yer almış.

Meclise girdikten sonra da Kurtuluş Savaşı mücadelesine katılan Bedir Ağa, 1920 yılı Ağustos ayında yerel güçleriyle Gaziantep savunmasına katılmış. Burada ağır yaralanıp Birecik Devlet Hastanesi’ne kaldırıldığında Atatürk’e bir mektup yazıp buradaki savunma hattının ihtiyaçlarını ve savaş şartlarını ayrıntılı olarak yazmış.

1923’te cumhuriyet kurulduktan sonra da mecliste yer alan Bedir Ağa, üçüncü dönem milletvekili olurken küçük bir sıkıntı atlatmış. Çünkü o arada okuma yazma bilmeyenlerin milletvekili olamayacağı yasal hükme bağlanmış. Yeni duruma göre vekil listesi hazırlayıp Atatürk’e giden İnönü, Bedir Ağa’yı listeye koymamış.

Fırat, o ana ilişkin şu ilginç anektodu aktarıyor: ‘Atatürk sormuş, Neden Hacı Bedir Ağa listede yok? İnönü ‘Malumunuz milletvekili olma şartlarını değiştirdik. Kanuna göre okuma yazması olmadığı için listeye dahil etmedik’ demiş. Atatürk, ‘Tamam okuma yazma bilmeyenler milletvekili olamaz ama el gayri Hacı Bedir Ağa’ diyerek itirazı ortadan kaldırmış.’

Bu arada Malatya listesi oluşturulduğu için ara formül bulunmuş ve Bedir Ağa hayatında hiç görmediği Kars’tan milletvekili yapılmış. Hem de kanundaki bu açık yasak hükmüne rağmen... 1928 yılında ölünceye kadar vekillik unvanı sürmüş.

O halde bu niyet sorgulaması nedendir? Ali Kemal’in torunu Londra’da belediye başkanı seçildiğinde methiye düzenlerin Hacı Bedir Ağa’nın torununa layık gördükleri muamele, bu mu olmalı?

Açıkça söylüyorum; Bu toprakları vatan yapan şehitlerin kanları laboratuar ortamına sokulursa, bugün Atatürkçü kesilenlerin çoğu mahçup olabilir. Kan tahlili yapmak yerine ortak değerlerimizi geleceğin referansı olarak görmek, falcılar gibi sürekli niyet okuyup sanal ajandalar oluşturmak yerine birbirimizi anlamaya çalışmak, gücümüzü bölmek yerine ortak sinerji oluşturmak en büyük Atatürkçülüktür.

Çünkü, cumhuriyetin kuruluş felsefesi budur.

27.06.2008 star

Devamını BURADAN okuyun...>>>

CHP HESAPLARINDA USUSÜZLÜK

ANAYASA MAHEKEMESİNDEN CHP YE ŞOK
Anayasa Mahkemesi CHP'nin 4 ayrı hesabıyla ilgili usulsüzlük tespit etti. Mahkeme, Ankara Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulundu.

Anayasa Mahkemesi, CHP’nin 1998, 2004, 2005 ve 2006 yılı hesaplarında "usulsüzlük" belirledi. Yüksek mahkeme, parti yöneticileri hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunulmasına karar verdi.

Anayasa Mahkemesi, CHP’nin mali denetimine ilişkin incelemesini tamamladı.

Yüksek Mahkeme, "1998 yılı hesaplarında 35 milyar 386 milyon 533 bin 328 Lira’nın, 2004 yılı hesaplarında 267 bin 860 YTL 57 YKr, 2005 yılı hesabında 161 bin 620 YTL 2 YKr, 2006 yılı hesaplarında ise 465 bin 660 YTL 10 YKr gider karşılığı usulsüzlük" belirledi. Mahkeme, bu miktar karşılığı parti mal varlığının Hazine’ye gelir kaydedilmesine karar verdi. Yüksek mahkeme, usulsüz harcamalarla ilgili olarak parti sorumluları hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunulmasını da kararlaştırdı.
Hazine'ye 1 milyon YTL ödenecek

CHP’nin yaptığı tesbit edilen yaklaşık 1 milyon YTL lik harcamanın Hazine’ye devredilmesine de karar verildi.

Yaşam TV’ye verildiği öne sürülen paralarla ilgili birtakım faturalar olduğunu da belirleyen Anayasa Mahkemesi, CHP’nin Yaşam TV’ye değişik zamanlarda türlü ödemeler yaptığını ve faturalar alındığını saptadı.
Mahkeme, yapılan usulsüzlüklere ilişkin olarak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunma kararı da aldı. Yapılan suç duyurusuna göre CHP Genel Sekreteri ve Genel saymanı hakkında, “Resmi belgede tahrifat, muhasebe kayıtlarının usulüne uygun tutulmaması, yevmiye defterinin zamanında tasdik ettirilmemesi, bazı harcamaların mükerrer gider olarak yazılması, muhasebe kayıtlarını usulüne uygun tutmamasıö gibi suçlardan yargılanabilecek.

CHP’nin 1998-2004-2005 ve 2006 yıllarındaki hesaplarında usulsüzlük tespit eden mahkeme, 1998 yılında 35 bin 386, 2004 yılında 267 bin 860, 2005 yılında 161 bin 620 ve 2006 yılında da 465 bin 660 YTL’lik usulsüz harcama yapıldığını tespit etti.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na yapılan suç duyurusunun ardından ilgililer hakkında dava açılabilecek. Yargı çevreleri, tespit edilen usulsüzlükler nedeniyle CHP hakkında kapatma talebiyle dava açılmasını gerektirecek bir suç olmadığı görüşünü dile getirdiler.
aktifhaber.com

Devamını BURADAN okuyun...>>>

BAYKAL ORDUYU BÖYLE KIŞKIRTTI

Haluk Özdalga'dan "kışkırtmanın kodları" üzerine mektup..

Haluk Özdalga'dan Avrupa'ya mektup: CHP askeri tahrik ediyor

Sosyalist Enternasyonal'in değerli liderleri, önümüzdeki hafta başında Atina'da düzenlenecek Sosyalist Enternasyonal'in 23. Kongresi için toplandığınızda, katılımcılardan biri Türkiye'den Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) olacak ve lideri Sayın Deniz Baykal da onurlu Presidyum makamında başkan yardımcılarından biri olarak yer alacaktır.


En azından şunu söylemek mümkün ki, bu durum kaba ve gülünç bir görüntü yaratmaktadır. Çünkü, CHP ve onun lideri Sayın Baykal, şu anda Türkiye'de var olan en tehlikeli demokrasi ve reform karşıtı güçlerden birini temsil etmektedir. Demokratik bir Türkiye'nin kurulmasına karşı açıkça ve saldırganca çalışmaktadırlar; siyasi programları açık ve kesin bir biçimde sosyal demokrasinin değerlerine karşıdır. CHP ve Baykal, halkın demokratik bir şekilde seçtiği siyasi yönetimi engellemek için orduyu sürekli teşvik etmekte ve provoke etmektedir
CHP ve Baykal, Türkiye'de özgürlüklerin genişlemesini hedefleyen tüm reformlara ısrarla karşı koymaktadırlar. Düşünce özgürlüğü için ciddi bir sorun oluşturan TCK 301. maddesini değiştirmeyi hedefleyen reforma karşı çıkmış ve olumsuz oy kullanmışlardır. Nüfusumuzun önemli bir kısmının ana dili Kürtçedir; o dilde televizyon yayını yapılmasına imkan sağlayan değişikliğe karşı tavır almışlardır. CHP'nin ülkemizdeki sivil görünümlü fakat aşırı militarist bir televizyon kanalına yasal açıdan sorunlu bir şekilde ciddi miktarlarda ödemeler yaptığı kısa süre önce ortaya çıkmıştır. 1980 askerî darbe rejiminin kalıntısı olan yürürlükteki Anayasa'nın yerini alacak ve özgürlükçü demokrasi doğrultusunda hazırlanacak yeni bir anayasayı nefretle reddetmektedirler.

Öte yandan CHP ve Baykal, siyasi suçlar işlemek üzere kurulmuş bulunan ve medya tarafından Ergenekon olarak adlandırılan bir çeteye karşı yürütülen soruşturmadan memnuniyetsizlik duyduklarını göstermekten çekinmiyorlar. Türkiye sınırlarının ötesinde maceracılığı temsil ediyorlar ve tehlikeli bir şekilde saldırgan bir dış politika izlemesini ısrarla talep ediyorlar.

Bu mektubun ekinde sunduğum belge, CHP'nin üzücü ve kınanacak politikalarını daha ayrıntılı bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu belge sadece Sayın Baykal ve CHP'yi eleştirme arzusunun bir sonucu değildir; eminim ki seçmenimiz onlara hak ettikleri karşılığı vermeye devam edecektir. Ama bu belge aynı zamanda, demokrasi ve özgürlük karşıtlarının Sosyalist Enternasyonal'in çatısı altında yer bulabilmesinden, hatta başkan yardımcılığı makamında dahi yer alabilmesinden duyulan derin hayal kırıklığının da bir ifadesidir. Yıllardır sosyal demokrasi ideali peşinden koşuyorum, siyasi çalışma yapıyorum. Biliyorum ki Türk kamuoyu ulusal konuların uluslararası platformlarda ele alınmasına karşı çok duyarlı. Ama ben hep, sosyal demokrasinin dayanışmasının tüm halkları kucakladığına ve sınır tanımadığına inandım.

Sosyalist Enternasyonal'in güçlü bir küresel hareket olması gerektiğine ve dünyanın en uzak köşelerindeki farklı tarihî miraslara sahip siyasi partileri içine alması gerektiğine tamamen katılıyorum; bu partilerin Avrupa kıtasına ait sosyal demokrasinin ya da İskandinav sosyal demokrasisinin aynısı ve karbon kopyası olamayacağını biliyorum.

Ancak, demokrasi ve özgürlüğün arsız muhalifleri Sosyalist Enternasyonal'in saflarında asla yer almamalıdır. Askerî müdahalenin açık sözlü kışkırtıcıları Sosyalist Enternasyonal'in başkan yardımcılığı makamında asla yer almamalıdır. Bunlar, Enternasyonal'in benimsediği demokratik sosyalizmin temel ahlaki değerlerinden kaynaklanan yükümlülüklerdir. En derin saygılarımla...


CHP SOSYAL DEMOKRASİNİN YÜZ KARASIDIR

CHP ORDUYU NASIL KIŞKIRTTI (2002-2007)

2002 seçimlerine CHP kendini iktidarın en büyük adayı görerek girdi. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı, açık ara ikinci gelebildi. O dönemden itibaren Deniz Baykal liderliğinde CHP'nin sürdürdüğü siyaset, askerlerin ve yargı gibi diğer devlet kurumlarının baskısı altında hükümeti düşürmeyi hedef aldı.


O yıllarda TSK komutanları ne zaman siyasi konulara müdahale anlamına gelen bir açıklama yapsa, parti sözcüleri ve özellikle CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen bu açıklamaları destekleyen, öven ve askerleri müdahale için yüreklendirmeye çalışan demeçler vermeye başladı: Komutanlar tamamen haklıydı, doğru konuşuyorlar, hatta az bile söylüyorlardı. CHP, askerlerin ülke yönetimine ve siyasete müdahale etmesini alenen teşvik ediyordu.

Söz konusu genel başkan yardımcısının o dönemde üst düzey komutanlarla özel görüşmeler yaptığına dair duyumlar vardı. Emekli Oramiral Özden Örnek'in günlükleri kamuoyuna yansıdığında, bunların doğru olduğu ve Öymen'in bu görüşmelerde askerleri müdahale için açık bir dille kışkırttığı ortaya çıktı (1). Öymen o görüşmeleri yapmadığını söyledi. Ancak Örnek'in günlüklerinin doğruluğu daha sonra bir mahkemede kesinlik kazanınca, sadece CHP Genel Başkan Yardımcısının üst düzey komutanlarla o gizli görüşmeleri yaptığı değil, Genel Başkan Yardımcısı Öymen'in yalan söylediği de kanıtlanmış oldu.


2007'de cumhurbaşkanlığı seçiminin ve genel seçimlerin yaklaşmasıyla, Baykal yine orduyu siyasetinin içerisine sokmak ve Ak Parti'yi köşeye sıkıştırmak için tüm gücüyle çabalamaya başladı. Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili siyasetini askerler üzerinden yürüttü. Seçimlere giden yolda Baykal'ın sürdürdüğü söylem, hesaplı ve büyük ölçüde askerlerin kışkırtılması üzerine kuruluydu.

Hatırlanacağı gibi, 2006'da ısrarlı bir şekilde erken seçim istiyordu ve o amaçla açık muhtıra çağrısı yapmaktan ve TBMM iradesine dönük tehditler dile getirmekten kaçınmadı: 'Bizim önerdiğimiz (Mayıs 2007 öncesi erken genel seçim), muhtıra şeklinde ya da daha ince yöntemlerle aşılmasına gerek bırakmadan sorunu sandıkta aşma olayıdır' (2). Eylül 2006'da erken seçim kararı için zamanın daralması üzerine, harekete geçmekte acele edilmesi için, sözde ince bir siyaset üslubuyla yapılmış, ama kaba ve muhatabının askerler olduğu belli bir çağrı daha yaptı: 'Başbakanın cumhurbaşkanı adaylığını önlemek gerektiğini düşünüyorlarsa, şimdi önlesinler' (3).

CHP grup toplantısında yaptığı bir konuşmada, önce 'herkesi göreve çağırıyorum' dedi ve hemen sonra kimleri göreve çağırdığı eksiksiz anlaşılsın diye, tamamlayıcı açıklama olarak talihsiz ve vicdanları yaralayan bir kıyaslama yaptı: '...Celal Bayar, Adnan Menderes... geldi, geçti. Ama bugünkü yönetim kadar... laiklik özüne karşı bir kadro gelmedi' (4).

Sözde ince ve örtülü bir üslupla, ama gerçekte kaba bir şekilde yürüttüğü sürekli kışkırtmalara rağmen netice alamayan Baykal, zamanın daralmasıyla birlikte, son bir umut ve çırpınış içinde bu kez açık kışkırtmalara başladı: 'Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olmasına Silahlı Kuvvetler kayıtsız kalmayacaktır diye düşünüyorum' (5).


27 Nisan'da cumhurbaşkanlığı seçimi için ilk oylama yapıldı ve üçte iki çoğunluk bulunamadı. Baykal'ın ısrarla kışkırtmaya çalıştığı müdahale henüz gerçekleşmemişti. O gün Baykal, 'tüm çağrılarına rağmen toplumun en önemli ağırlık merkezlerinin duruma seyirci kaldığını' söyleyerek, askerlere serzenişte bulundu ve üzüntülerini dile getirdi (6). Aynı gece yarısı askerlerin demokratik işleyişe müdahalesi geldi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, hemen ve büyük bir coşku ile, askerlerin bildirisiyle tamamen aynı görüşleri paylaştıklarını ilan etti. Baykal da açıkça destek çıktı ve 1 Mayıs günü parti grubunda yaptığı konuşmada, askeri müdahalenin, öyle bir ihtiyaç duyulduğu için yapıldığını söyledi.


Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde toplantı yeter sayısı Anayasa'da açıkça 184 olarak gösterilmiş olmasına rağmen, AK Parti çoğunluğunun önünü kesmek amacıyla CHP bu sayının 367 olduğu doğrultusunda karar alınması talebiyle Anayasa mahkemesine başvurdu. Mahkeme, hukuken savunulması mümkün olmayan bir yorumla CHP'nin istediği şekilde karar verdi. Daha sonra, anayasa aykırı bu kararın elde edilmesi için Baykal'ın orduyla zımni bir işbirliği içinde olduğu da ortaya çıktı. Üst düzey bir komutanın, zamanın mahkeme başkanı Tülay Tuğcu'yu aradığı ve arzu edilen karar alınmadığı takdirde darbe yapılacağını söyleyerek tehdit ettiği anlaşıldı.


Ordunun internette yayınladığı muhtıra ve anayasa mahkemesinin 367 kararından sonra hükümetin erken seçime gitmek dışında fazla seçeneği kalmamıştı. Seçimler 22 Temmuz'da yapıldı. CHP'nin en büyük kampanya aracı, 'cumhuriyet mitingleri' olarak adlandıran ve büyük şehir merkezlerinde yapılan kitle gösterilerdi oldu. Görünürdeki amacı laikliği korumak olan ve uluslararası medyanın da dikkatini çeken bu mitinglerin gerçek hedefi, yaklaşan seçimlerde yeni bir AK Parti zaferini engellemekti.

Mitinglerin önde gelen organizatörü, fanatik laikçilerin ve seçkinlerin buluştuğu bir örgüt olan Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) ile benzer ideolojiyi paylaşan kuruluşlardı. ADD'nin lideri 2004 yılında emekli olan Orgeneral Şener Eygur'du. Medyada ayrıntılı olarak yer aldığı gibi Eruygur, 2002-2004 arasında Jandarma Komutanı olarak görev yaparken, 'Ayışığı' ve 'Sarıkız' kod adlı başarısız darbelerin önde gelen tertipçiliğini yüklenmişti (7).

Bu mitingleri destekteleyen en büyük siyasi parti CHP oldu. Genel Merkez, olabildiğince güçlü bir katılımı temin için CHP teşkilatlarına talimat verdi. Önde gelen organizatörlerinden birinin başarısız darbe tertipçisi bir organeralin olduğu mitinglere Baykal şahsen katıldı ve bu mitinglerden sonra partisinin seçimleri kazanacağı umutlarının artığı yolunda açıklamalar yaptı. Eski Yugoslavya'da milliyetçi diktatör Slobodan Miloşevic tarafından düzenlenen kitle gösterilerini hatırlatan bu mitinglerde, AK Parti'yi küçük düşürmeye dönük yaygın tezahüratlara ilaveten, bol bol AB ve Batı karşıtı sloganlar da atıldı.


2007 SEÇİMLERİ VE İKİNCİ BÜYÜK YENİLGİ SONRASI CHP

DSP ile seçim ittifakı yapmış olmasına rağmen CHP, 22 Temmuz seçimlerinde AK Parti'nin oylarının yarısından daha azını ( %46,6'ya karşı %20,9 ), milletvekillerinin ise üçte birinden azını (341'e karşı 112) kazanabildi. Bu hezimet, 2002 yenilgisinden daha ağırdı. Fakat Baykal için pek bir şey ifade etmedi. Sivil ve askeri bürokrasinin de desteği altında, demokratik rejimi sarsmayı hedefleyen yıkıcı muhalefetini tam gaz sürdürdü. Son genel seçimlerden bu yana sadece bir yıldan daha az bir süre geçmiş olmasına rağmen, bu kısa süre içinde Baykal ve partisinin sicili, Türkiye'de demokrasi ve özgürlükleri sabote eden çok sayıda örnekle doludur ve sosyal demokrasi için bir başka utanç belgesi oluşturmaktadır.


Anayasa reformuna direniş

Türkiye'nin yürürlükteki Anayasası 1980'de darbe ile iktidara gelen askeri bir rejim tarafından yapılmıştır. O zamandan beri defalarca değiştirilmiş olmasına rağmen, AB üyesi olmak isteyen bir ülke için yeterli olduğu söylenemez. Özgürlükçü demokrasi ve onun modern kurumlarına uygun yeni bir Anayasa'ya şiddetle ihtiyaç vardır. AK Parti Temmuz 2007 seçimlerinde, eğer iktidara gelirse yeni bir Anayasa hazırlayacağı sözü verdi. Ağustos 2007'de hükümeti kurduktan sonra kısa süre içinde kapsamlı bir yeni Anayasa taslağı hazırladı. Ancak, başta CHP olmak üzere muhalefetin sert karşı koyuşu nedeniyle, tasarı müzakere edilmek üzere parlamentoya gönderilemedi.

CHP, parlamentonun yeni bir Anayasa hazırlama yetkisini reddetmek ve bir meşruiyet tartışması açmak peşindedir. Baykal'ın iddiası şöyledir : 'Anayasa yok sayılarak... yeni bir anayasa yapılamaz... 175. madde bu değişikliğin tümden değil, maddelerin değiştirilmesi şeklinde olacağını düzenliyor... Anayasa yeniden yapılamaz mı, elbette yapılır. Düşmanı atarsın, devleti yeniden kurarsın, bayrağı dikersin... yapanlar yapmış. İhtilali yaparsın, idamı göze alırsın, Anayasa toptan yenilenir. 1960 ve 1980 ihtilalerinden sonra bu yapıldı (8).




Egenekon davasına karşı tavır

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı halen, medya tarafından "Ergenekon" diye adlandırılan bir siyasi suç örgütüyle ilgili soruşturma yürütmektedir. İçlerinde emekli general ve subayların, gazetecilerin, hukukçuların, siyasetçilerin ve Rum Ortodoks Kilisesine rakip olarak kurulmuş bulunan Türk Ortodoks Kilisesinin bazı yöneticilerinin de bulunduğu 40 civarında kişi göz altına alınmıştır. Savcılık iddianamesini kısa süre içinde açıklanması beklenmektedir. Ergenekon'un amacı bombalı saldırılar, siyasi suikastlar, vs düzenleyerek kargaşa ve kaosu ortamı yaratmak ve o yoldan askeri darbeye uygun bir zemin oluşturmak gibi görünmektedir. Medyada yer alan bilgilere göre; Ergenekon'un devlet içinde belli gruplarla bağlantılı olma ihtimali de mevcuttur. Çete tarafından kullanılan evlerde şaşırtıcı sayıda bomba, el bombası ve sofistike silahlar bulunmuştur.

Üst düzey bir yargıcın öldürüldüğü 2006 Danıştay saldırısı, Cumhuriyet gazetesinin defalarca bombalanması, Trabzon'daki rahip cinayeti ve Malatya'daki misyoner cinayetleri gibi son dönemde gerçekleşen bazı sarsıcı olaylar ile Ergenekon dosyası arasında bağlantıların ortaya çıkması ihtimal dahilindedir.

CHP ve Baykal bu siyasi suç örgütüne karşı yürütülen soruşturmayı destekler nitelikte tek bir söz dile getirmemiş, hatta soruşturmadan açıkça rahatsızlık duydukları belli olmuştur. Ergenekon çerçevesinde yürütülen gözaltına almalar nedeniyle Baykal hükümeti eleştirmiş ve olayı, saygıdeğer insanlar üzerinde baskı kurmaya dönük bir hükümet planı olarak göstermiştir: '...memleketin saygıdeğer düşünürlerini, yazarlarını ve demokrasiye inanan insanları baskı altına almak için iktidar olanaklarının kullanılması hiç bir şekilde kabul edilemez' (9).






''Askerlerin pozisyon raporu''


Askerlerin sorumluluk alanına girdiği söylenemeyecek konularda Genel Kurmay'ın iç kullanıma dönük raporlar (Andıç) hazırladığı medyada yer alınca, sıkıntı yaratan ve eleştirilen bir durum ortaya çıkmış oldu.

Bu Andıçlardan biri AB ve ABD'den parasal destek alan sivil toplum örgütleri hakkındaydı ve bu parayla Türkiye karşıtı faaliyetlerin yürütüldüğü iddia ediliyordu. Diğer bir Andıç, gazetecileri ve medya kurumlarını sınıflandırıyor, Türkiye'ye bağlılıklarını değerlendiriyordu.

Bu Andıçlar nedeniyle askerleri savunan ilk kişilerden biri Baykal oldu ve Andıç'lardan ilkinim askerlerin hazırladığı olağan bir 'pozisyon raporu' olduğunu, ikincinin ise askerlerin 'medya ve basın dünyasıyla ilişkilerini düzenlemek için kendi kurumları çerçevesinde yaptıkları bir iç değerlendirme' olduğunu öne sürdü (10).


Kanaltürk: Yandaş medya için para

CHP açısından küçük düşürücü diğer bir olay ise, partinin, özel bir TV şirketi olan Kanaltürk ile para karşılığı yandaş medya oluşturmak amacı taşıyan bir sözleşme yapıldığının ortaya çıkması oldu. Partinin görüşlerine ve partinin belirlediği kişilere yayınlarda yer verilmesi için TV şirketine 3,5 milyon dolar ödenmişti. Yasalara göre suç teşkil eden bu fiil halen hukuki bir soruşturma konusudur; ancak yargı ile partinin dostane ilişkileri dikkate alınırsa, kayda değer somut bir sonuç doğurması beklenmemelidir.

Ne var ki, olayın ihmal edilemeyecek bir siyasi yönü de vardır. Kanaltürk'ün kurucusu ve yöneticisi, ülkenin sivil elbiseler giymiş en açık ve saldırgan militaristlerinden biri olan Tuncay Özkan'dır. TV şirketini kurmaya karar verdiğinde, askerlerin güçlü holdinglere sahip olduklarını ve kontrol ettiklerini dikkate alarak, parasal destek temin amacıyla karargahları ziyaret ettiği bilinmektedir. Kanaltürk yayınları arasında, başka ülkelerdeki askeri darbeleri ve rejimleri anlatan filmlere de yer almaktadır. Özkan askerlerin ülke yönetimine müdahale etmesinin en ateşli savunucularından biridir. Mesela Genel Kurmay Başkanı Büyükanıt'ın Kuzey Irak krizinin yoğun günlerinde konuyla ilgili yaptığı basın toplantısında siyasetten emir beklediklerini söylemesi Özkan'ı öyle kızdırmıştı ki, adeta patlamış ve bu sözleri protesto ederek yeni bir ordu kurulabileceğini dahi öne sürmüştü : 'Şimdi ben diyorum ki, Türk milleti bir tane değil, bin tane ordu kurar... bir Genelkurmay Başkanı siyasetin emrindeyiz diyebilir mi?' (11).

Baykal ve partisinin medyada müttefik olarak seçtiği ve destek amacıyla 3,5 milyon akıttığı TV kanalı işte buydu.


Vakıflar Yasası reformuna muhalefet

AK Parti hükümeti Şubat ayında, Vakıflar Yasası'nın yenilenmesi sürecini tamamlayan bir tasarıyı meclise sundu. Osmanlı döneminde önemli bir rol oynayan vakıfların, modern zamanlara uyumlu bir düzenlenmeye ihtiyacı vardı. Siyaseten kolay istismar edilebilecek bir konu olmasına rağmen, Başbakan Erdoğan bu reformun yakın takipçisi oldu. Hükümet konuyu ciddi biçimde ele aldı ve demokratik prensipler, dini azınlıklar (Rum, Ermeni, Yahudi, vs.) dahil tüm vakıflara eşitlik, uluslararası faaliyetlere katılabilme, ekonomik faaliyetlerde bulunabilme gibi yaklaşımlara dayanan bir tasarı ortaya çıkarmak amacıyla çalışma grupları oluşturuldu.

CHP'nin bu reformlara muhalefet etmesi hiç kimse için sürpriz olmadı. CHP'nin muhalefeti daha çok istismar, daha az somut taleplere içeriyordu ve bu reformun AB tarafından dikte edildiği iddiasına dayanıyordu ' ...çok komik... Neden?... "AB'ne uyum sağlamalıyız" gerekçesi... Bu yine çok komik'' (12). Bu noktada CHP'nin bir sözcülerinden biri, konunun uluslararası Ortodoks Kilisesi ve onun Türkiye'de mülkiyet edinme hakkı kazanmasıyla ilişkili olduğunu dahi iddia etti (13).


Kürtçe yayın ve 301. madde üzerinde gerici tavırlar


Yıl başında değişiklik yapılmadan önce, TCK'nın 301. maddesi 'Türklüğü ve devleti" aşağılama fiili için hapis cezası öngörmekteydi. Sorun sadece yasanın içeriği ve ifade biçimine ilişkin değil, aynı zamanda savcılar tarafından kolay bir şekilde başvuruluyor kaynaklanıyordu. 2003-2007 yılları arasında bu yasa üzerinden 745'i mahkumiyet kararıyla sonuçlanan 1,481 dava açılmıştır. Dava açılanlar arasında, Nobel edebiyat ödülü sahibi Orhan Pamuk ve daha sonra bir suikast sonucu öldürülen Ermeni gazeteci Hrant Dink'in de yer aldığı çok sayıda yazar ve gazeteci de vardı. Bu çok açık bir düşünce özgürlüğünün meselesiydi. Yasadaki ifade biçiminin düzeltilmesi yanında dava açmak için Adalet Bakanı'nın yeşil ışık yakması şartı da getirilerek yeniden düzenlenen Tasarı Meclis'e sunulduğunda CHP ve Baykal buna şiddetle karşı çıktılar, karşı oy kullandılar ve hükümeti Türk ulusuna hakaret etme özgürlüğü tanımakla suçlayan karalama kampanyası yürüttüler. Daha önceki tartışmalarda da Baykal 301. madde reformunu 'hainlik' diye nitelendirerek saldırmıştı (14).

Türkiye'nin doğusu ve güneydoğusunda yaşayan nüfusun önemli bir kısmı Kürttür. Hükümet bu yılın Mayıs ayında ulusal TV kanalının Türkçe'den başka dillerde de yayım yapmasına izin veren, öylece haftada bir gün Kürtçe yayın yapılmasının yolunu açacak olan bir reform tasarısını Meclise sunduğunda CHP, yine karşı çıktı ve buna karşı olumsuz oy kullandı.

CHP: Yurt dışında saldırganlık ve maceracılıkta şampiyon

Kıbrıs da barışçı çözüme karşı ana siyasi muhalefet Türkiye'de CHP'dir. 2004'e dönersek, BM planının ve birleşik Kıbrıs için referandumunun AK Parti hükümetince desteklenmesi sorunun çözümü için diplomatik bir hamleydi. Fakat Baykal plana katı bir şekilde karşı çıktı. Çünkü sorunun çözümsüz kalmasını tercih ediyordu; bunu adadaki Türk sosyal demokratları ile arasının açılmasını dahi göze alarak yaptı.

Kuzey Irak konusunda, CHP bölgedeki ABD ve yerel Kürt güçleri ile sıcak çatışma anlamına bile gelse, uzun süredir bölgeye asker konuşlandırılmasını önermektedir. Seçimler yaklaştığı sırada, 2007 yılının ilk yarısında böyle bir adımın kargaşa yaratacağı belli olmasına rağmen, Baykal konuyla ilgili baskısını artırdı. 2007 Ekiminde hükümet, Türk topraklarından PKK saldırılarını bertaraf etmek için Kuzey Irak'a askeri bölüklerin yerleştirilmesi kararı aldı. Bu hareketin siyasi ve askeri başarısı için en önemli koşul, sınır ötesi operasyonun sınırlarının çok dikkatli belirlenmesi ve hedefin kesinlikle PKK ile sınırlı tutulması idi. Fakat konu Meclis'te tartışıldığında, CHP sözcüsü partisinin saldırgan çizgisinden ayrılmak için hiçbir sebep görmedi: 'Sayın Başbakan... muhtemel sınır ötesi harekâtın hedefinin 'sadece ve sadece terör örgütü' olduğu hususu(nu söyledi)... Harekâtın temel hedefi, sadece yakalayabildiğiniz PKK'lıları etkisiz hâle getirmek değildir... iş bununla bitmiyor... harekâtın... ana hedefi... PKK'yı himaye eden Kuzey Irak'taki siyasi otoriteye (Barzani) bu himayenin çok ağır bir bedeli olacağını göstermek (olmalıdır)... (15).

AK Parti'nin yasaklanması

CHP'nin ana taktiği sürekli olarak Türkiye'nin İslami kurallarına dayalı bir devlet tehdidi ile karşı karşıya olduğunu, ki bu Türklerin Orta Çağda bile yaşamadığı bir durumdur, ve AK Parti'nin bunu gerçekleştirmek istediğinin altını çizmesidir. CHP bu iddiasının en önemli delili olarak da AK Parti'nin üniversitelerde başörtüsü giyme yasağının kaldırılması teklifini göstermektedir.

Bu yıl Şubat ayında, Meclisin 411 milletvekili üniversiteli kadınlara bu konuda seçme özgürlüğü imkânı sağlayan anayasal değişiklikleri onayladı ve CHP Anayasa Mahkemesi'ne bu değişikliklerin iptal edilmesi için dilekçe verdi. Mahkeme CHP'nin talebi doğrultusunda karar aldı. Mart ayında Başsavcı AK Partinin kapatılması ve Başbakan Erdoğan'ın 5 yıl süreyle siyaset yapmasının yasaklanmasını isteyen bir iddianame hazırladı. Tüm bu olanları Baykal büyük bir zafer olarak karşıladı.

Bu iddianamenin verilmesinden kısa bir süre sonra, ideolojik taraflılığı nedeniyle çok fazla eleştiri toplayan iddianame hakkındaki görüşlerini Baykal şöyle açıkladı: 'Çok objektif ve sorumluluk sınırları içinde hazırlanmış çok iyi bir iddianamedir' (16). Baykal ayrıca Mahkemenin ne şekilde karar alması gerektiği konusunda da fikirlerini açıkça dile getirdi: 'Yargının görevini yapması engellenirse din istismarı engellenemez ve kaos ortaya çıkar' (17). Başbakan Erdoğan için istenen ceza hakkında ise şunları söyledi : 'Gerçek bir yerde ortaya çıkar üstün gelecek hükmü yersin' (18).

Çok sayıda AB liderinin son seçimde oyların yüzde 47'sini kazanmış bir partinin kapatılmasının ve Başbakanın siyasi olarak yasaklanmasının kabul edilemez olduğunu belirtmesine Baykal'ın tepkisi şu şekilde oldu: 'Türkiye'nin AB ile ilişkilerine en büyük darbeyi vuran, zarar getiren, AB adına gelip Türkiye'de uluorta, patavatsızca konuşan siyaset adamlarıdır. AB yöneticilerinin bir an önce bu konuyu ciddiye alarak, ne söylediğini bilmez insanlara, Türkiye'yi anlatmaları gerekmektedir' (19). Baykal'ın buyruğuna göre ne hakkında konuşmaları konusunda talimat alması gereken politikacılar AB Komisyon Başkanı Jose Barosso ve AB'nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn'den başkaları değildir.

Bazı AB liderlerinin AK Parti'nin yasaklanmasına ilişkin demokratik bir bakış açısı ile yaptıkları eleştirilere diğer bir cevap olarak Baykal basitçe şöyle dedi: 'AB adına konuşanlar demokrasi ukalası' (20). Nihayet Olli Rehn 'demokratik laiklik' anlayışı üzerinde bir uzlaşma ima ettiğinde, Baykal'ın yanıtı şöyle oldu: 'Demokratik laiklik söylemleri, laiklikten vazgeçme arzusunun bir yansımasıdır' (21).




KAYNAKLAR:
(1) - Nokta, 29.3. 2007
(2) - Zaman, 1.6. 2006
(3) - Hürriyet, 9.9.2006
(4) - Zaman, 4.10.2006
(5) - Zaman, 19.3.2007
(6) - Milliyet, 28.4.2007
(7) - İsmet Berkan, Radikal, 4-11. 04. 2008
(8) - Hürriyet, 7.2.08
(9) - Vakit, 23.3.2008
(10) - Taraf, 11.4.2008
(11) - Zaman, 14.4.2007
(12) -TBMM Genel Kurul tutanakları, 20.02.2008, CHP, İsa Gök.
(13) - TBMM Genel Kurul tutanakları, 30.1.2008, CHP, Rahmi Güner.
(14) - Star, 1.12.2006
(15) - TBMM Genel Kurul tutanakları, 17.10.2007, CHP, Şükrü Elekdağ
(16) - Zaman, 18.3.2008
(17) - Hürriyet, 4.4.2008
(18) - Taraf, 15.6.2008
(19) - Milliyet, 7.5.2008
(20) - Radikal, 12.5.2008
(21) - Hürriyet, 19.5.2008
aktifhaber.com dan alıntı

Devamını BURADAN okuyun...>>>

SABATAYCILIK


360 yıllık Sabataycılık sırrı
Yrd. Doç. Cengiz Şişman, Amerika'nın en ünlü üniversitelerinden Harvard kökenli. TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi'nin Osmanlı ve Yahudi tarihi uzmanı. Şişman'ı bugünlerde gündeme taşıyan konu ise Sabataycılar oldu.

“Sabataycılık” hakkında ilk araştırmayla 1980 ortalarında karşılaştım. Muhafazakâr çevrelerde ayrıksı bir figür olarak sivrilen ve “Yesevizade” imzasını kullanan Alparslan Yasa, hakkında çok fazla şey bilinmeyen bu grubu bir tür “gizli din” olarak gösteriyor ve Sabataycıların uzun süredir Türkiye’nin ekonomisinde, kültür hayatında ve idaresinde etkili olduklarını ileri sürüyordu.

Hem Yahudilik, hem de Masonlukla irtibatlı olarak gösterilen Sabataycılar, bir de işin içine gizlilik girince iyice hedef tahtasına yerleştirildiler.Fakat Sabataycılığın tam anlamıyla popülerleşmesi, nerdeyse bir “milli dava” halini alması için önce Ilgaz Zorlu’nun 1996’da “Evet Ben Selanikliyim” adlı kitabı kaleme almasıyla; ardından Yalçın Küçük, Soner Yalçın gibi “sol” da bilinen şahsiyetlerin bu konuyu bir ölçüde magazinleştirip peş peşe çok satan kitaplar üretmeleriyle oldu.

"Sabatay Sevi ve Sabataycılar" adlı kitapla ilgili Ruşen Çakır'ın sorularını yanıtlayan Cengiz Şişman, Sabataycılarla ilgili gündeme gelen bir çok konunun abartılı olduğunu söyledi. İşte Şişman'ın kendi ağzından Sabataycılık...

"İslamcılar komplo kuran mevkiye yükseldi"
Konu hakkındaki en rahatsız edici ve abartılı yaklaşım tarzı ise komplocu yaklaşımlar idi. Aslında komploculuk yakın Türkiye tarihine baktığımızda en fazla şahit olduğumuz şeylerden birisi. Oyunun/güç ilişkilerinin dışında kalan ya da dışında kaldığını hisseden herkesin, kendi yetersizliklerini açıklamakta başvurduğu en kestirme savunma mekanizması bu. En yakın örneklerden birisi “dünyanın efendileri” nin katıldığı yıllık Bilderberg toplantıları hakkındaki komplolardır mesela. İslamcıların bir zamanlar en çok spekülasyon yaptıkları konu idi. Ama son iki yıldır gündemden düştü. Niye? Çünkü İslamcılar güç ilişkilerinin merkezine yerleşmeye başladılar, ve “komplo kurulan” değil “komplo kuran” bir mevkiye yükseldiler.

"Sabataycılık diye bir şey yok"
(...) Günümüzde küçük bir iki grup ve bazı bireysel oluşumlar haricinde dini anlamda Sabataycılık diye bir şey yok. Sabataycı kökenden gelen insanların oluşturduğu bir takım çevreler var. Bu da sosyolojik bir oluşum. Türkiye’de çok aşına olduğumuz hemşericilik kültürüne yakın bir şey. O yüzden de zaten bazen Sabataycı kökenli insanlara Selanikliler denir. Pek çoğu şehirli olduğundan, iyi eğitim aldığından, benzeri çevrelere takılıp benzeri işleri yaptıklarından dolayı bir birlerini tanıyan geniş bir “hemşehri” networkü oluşmuş tabii. Ancak bu oluşum planlı bir yapılanmanın sonucu değil doğal bir süreçte ortaya çıkan bir şey ve bütün Sabataycı kökenli insanları da kapsamıyor. Ekonomik durumu iyi olmayan ya da çok kimseyi tanımayan Sabatayist kökenli insanlar da var.

"Çoğu ataist"
Şurası bir gerçektir ki, Sabataycılık ilk başında oldukça yoğun Yahudilik unsurları barındırmış, ama zamanla bu azalmış ve yukarıda bahsettiğim gibi özellikle modernite ile tanıştıktan sonra bir kısmı agnostik ya da ateist olmuşlardır.

Sabatay Sevi, muhtemelen
İspanyol kökenli Yahudi bir ailenin
üç oğlundan biri olarak 1626 yılında
İzmir’de doğdu. 1648 yılında, daha
22 yaşındayken kendisinin
Yahudilerin yüzyıllardır beklediği
“Mesih” olarak ilan etti. Dünyanın
dört bir tarafında çok sayıda kişi
ona inandı. Fakat Osmanlı Yahudi
cemaatinin bu durumdan rahatsız
olması üzerine Sevi bir dizi sorunla
karşılaştı. Sürgünler ve hapislerden
sonra 1666 yılında İslamiyet’i seçti
ve Aziz Mehmet Efendi adını aldı.
Onun bu tercihi üzerine takipçilerinin
bir bölümü de Müslüman oldu.
Fakat “Sabataycı” ya da “Dönme”
olarak tanımlanan bu kişilerin İslam’a
geçmedikleri, takiyye yaptıkları,
gizli gizli kendi dini ritüellerini
sürdürdükleri ileri sürüldü.
internethaber

Devamını BURADAN okuyun...>>>

ÖZAL'IN HAKKINI HELAL ETMEDİĞİ 3 KİŞİ

Eski Adalet bakanı ve Milli Gazete yazarı İsmail Müftüoğlu bugünkü yazısında çok tartışılacak anılarını yazdı.

Mesut Yılmaz ve tarihe not düşmek

Sayın Hasan Celal Güzel, Radikal gazetesinde yayınlanan makalesinin başlığını “Zavallı Mesut Onbaşı” olarak koymuş ve sayın Mesut Yılmaz’ın aleyhine Anayasa Mahkemesinde açılan davadan bayan Rahşan Ecevit affı diye bilinen aftan yararlanarak paçasını kurtardığını yazmıştır.

Diğer taraftan, sayın Mesut Yılmaz’ın bayan Semra Özal’ın elini öperek ANAP genel başkanlığına seçildiğini, kumar oynamayı sevdiğini, 28 Şubat’ta da adını Mesut Onbaşı olarak koyduğunu, darbeci generaller karşısında bir onbaşı kadar hükmü bulunmadığını, geldiği her yere birilerinin himayesinde geldiğini, darbecilerle iyi geçindiğini, ordunun kışlaya dönemez dediğini… vs yazmış ve bize bir Mesut Yılmaz tarifi yapmıştır.
Biz de, dahil olduğumuz iki hadiseyi izahla sayın Mesut Yılmaz’ın biraz daha tanınmasına yardımcı olalım dedik. Malum, merhum Turgut Özal Cumhurbaşkanı seçilince ANAP’ın başına sayın Yıldırım Akbulut getirilmişti. Arkasından ANAP’ta genel başkanlık yarışı başlamıştı. İşte o dönemin genel başkan adaylarından birisi de, sayın Mesut Yılmaz’dı.

Bazı arkadaşların ısrarı ve sayın Mesut Yılmaz’ın daveti üzerine, İstanbul Tarabya Oteli’nde bir görüşmemiz olmuştu. Bu görüşmenin halen yaşayan şahitleri vardır. Mücahit Gülen ve İstanbul ANAP milletvekili, Fatin Rüştü Zorlu’nun damadı, Hilmi Özen.

Sayın Mesut Yılmaz’la otelde masaya oturunca, diğer arkadaşlar yanımızdan ayrıldılar. Konuşma şu şekilde gelişti:

- Davetinize teşekkür ediyoruz, buyrunuz.

- Biliyorsunuz, ANAP’ta genel başkanlık yarışına girdik. Sizin tecrübelerinizden istifade etmek istedik. Bizim lehimize çalışmanızı bekliyoruz.

- Mesut bey, biliyorsunuz ki siz muhafazakar görünen bir partinin genel başkanlık yarışına giriyorsunuz. Sormak istiyorum. Namaz kılıyor musunuz?

- Günlük kılmam ama bazen Cuma namazı kılarım.

- Millet bu yönünüzü öğrenirse oy alamazsınız.

- Milletten ziyade delege önemlidir.

- Mesut bey, geçenlerde gazetelerde eşiniz bikinili mayo ile görüntülendi. ANAP’ın başına geçecek bir insanın hanımı çok dikkatli olmalıdır, değil mi? Zira, millet sizi beyaz bir çarşaf olarak görmek ister. Oysa, hanımınızın bu resimleri beyaz çarşaf üzerinde siyah leke olarak görülmektedir.

- Önemli olan şekil değil, kalp temizliğidir.

- Bu izah, inanan insanları tatmin etmez.

- Önemli değil, alışırlar.

- Mason olduğunuz söyleniyor, ne dersiniz?

- Eskiden milliyetçiydim, şimdi ise liberalim.

- Bilderberg toplantılarına katıldığınız yazılmaktadır. Yoksa Bilderbergçi misiniz?

- Evet, Bilderbergçilerin davetine icabet ediyorum. Onlarla müşterekliğimiz var. Bir katılmamızda TCK’nın 163. maddesinin kaldırılması noktasında mutabakat sağladık. İyi de oldu. Onların desteği olmasaydı, bu maddeyi hiçbir kuvvet kaldıramazdı. Bilderberg yabancı menşeli bir kuruluştur ama faydalı hizmetler görür. Benden önce Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit de Bilderberg toplantılarına katılmışlardır. Ben Bilderberg toplantılarına katılmaktan memnunum.

- Peki, Mason musunuz?

- Yok.

- Sizi destekleyen olmazsa genel başkan olamazsınız. İçten ve dıştan destekçileriniz var mı?

- İçten bayan Semra Özal, dıştan da dostlarımız vardır.

- Hedefiniz milliyetçi, muhafazakar bir Türkiye midir?

- Zaman gösterir ama ben liberalim. Bu sözcüğün içinde her şey vardır.

- Bu düşünceler ve destekçileriniz sayesinde genel başkan olursunuz, ama sizden lider olmaz.

***

"Rahmetli Turgut Özal, bizimle görüşmeyi arzulamış, biz de sayın Ömer Öztürkmen’le birlikte, İstanbul Harbiye Orduevi’nde davetine icabet etmiştik. Bizi son derece nazik bir şekilde karşıladı. Odasına aldı. Hoşbeşten sonra bize dönerek; “İsmail bey, nerelerdesiniz, politika sahnesinde görünmüyorsunuz, siz son derece hareketli bir insansınız, aklımdan hep geçtiniz ama görüşme bugüne nasip oldu” dedi. Biz de kendisine milli görüş çizgisinde siyasetimizin devam ettiğini ama parti içinde bazı sebeplerden dolayı aktif olmadığımızı söyledik. Merhum Özal “öyle ise benim yeni kuracağım partide beraber olalım inşaallah” dedi.

“Türkiye’nin durumundan memnun musunuz” diye sordu. Cevabımız hayır oldu. Neden diye sordu. Biz de, büyük bir manevi tahribat var, vurgun, soygun alabildiğine, borçlanma hızla artıyor, manevi coğrafya hızla çoraklaşıyor dedik ve Türkiye’nin manevi coğrafyasını çizdikten sonra, bana cevaben “İsmail bey, ben bunları bilmiyordum” dedi. Anladım ki, manevi coğrafya ile ilgilenecek zaman bulamamıştı.

Daha sonra kendisine bazı sualler sorduk. “Niçin YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’yı görevden almıyorsunuz?” sorumuza cevabı netti: “Gücümüz yetmez.”

Bu meydanda, benzer bir görüşme de, Sayın Süleyman Demirel’le gerçekleşmişti. 1. Cephe hükümeti kurulurken İhsan Sabri Çağlayangil’i Dışişleri Bakanı yapmayınız dediğimizde, “o zaman bu hükümet kurulamaz” cevabını almıştık. Demek ki, bazı güçleri ve uzantılarını aşmak mümkün olmuyor.

Daha sonra sözü alan merhum Özal, üç insan tipine hakkını hiç helal etmeyeceğini ifade ile onları şöylece sıraladı: 1- Benim inançlı olduğumu bildikleri halde, beni tekfirleyenler. 2- Mesut Yılmaz. 3- Çok iyiliğim dokunduğu halde aile efradıma sövenler.

Mesut Yılmaz’a niçin hakkını helal etmediğini sorduğumuzda, “vefasızdır da ondan” dedi, “peki niçin seçtirdiniz” dedim, cevaben “ben değil, Semra seçtirdi”, “Semra hanım sizin eşiniz” deyince, “orasını karıştırmayınız” dedi.

Aile efradına sövenler meselesine gelince; “kim bunlar” dedik. Cevaben “onlardan birisi eski ANAP Ordu milletvekili Şadi Pehlivan’dır” dedi. “Niçin” deyince, cevaben “Ordu ili onu milletvekili istemedi, ben de listeye koyamadım ama Türk Ticaret Bankası Yönetim Kurulu Başkanı yaptım. Daha çok kazandırdım. Buna rağmen arkamızdan küfür edip, durmaktadır. İşte bunun gibi olanlar.”

Merhum Turgut Özal çok dertli idi. Bizimle uzun bir sohbet yaptı. Gözünde hizmetin pırıltıları vardı. ANAP’ın Genel Başkanı Mesut Yılmaz ve ekibine de itimadı kalmamış, yeni parti kurma çalışmalarını başlatmıştı. Ama ömrü vefa etmedi.

26.Haziran.2008 ismail Müftüoğlu

Zavallı Mesut Onbaşı!
Mesut Yılmaz’ı 1967 yılından beri tanırım. Demek ki aradan tam 41 yıl geçmiş. Rahmetli Veysel Atasoy, Mesut Yılmaz’ı bana getirip, “Mesut, Erol Yılmaz Akçal’ın yeğeni. Onu da Hür Düşünce Kulubü’ne üye yapalım” demişti. O sırada Hür Düşünce Kulübü Başkanıydım. A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Sosyalist Fikir Kulübü karşısındaki derneğimiz, daha çok AP paralelinde, mûtedil, liberal, milliyetçi ve muhafazakâr bir kuruluştu. Biz, o günlerde, ‘Vatan, millet’ diye koşturan, millî değerlerimizi savunan, burslarımızla geçinmeye çalışan idealist bir gençlik grubuyduk. Mesut Yılmaz, üyelik teklifimizi kabul etmedi; “Ben sempatizan olarak kalayım” dedi. O günlerde, uzun saçlı, siyah gözlüklü, altında arabası, cebinde bol parası olan bir zamane genciydi.
Başbakanlık Müsteşarlığım sırasında Devlet Bakanı ve Hükûmet Sözcüsü oldu. Bürokrasiyi bilmiyordu. Uzun yıllar Almanya’da yaşamış, daha sonra Türkiye’de bir şirketin satış müdürü olmuştu. Ona elimden gelen yardımda bulunmuştum. Ne de olsa Mülkiyeli’ydi... Rahmetli Özal, Mesut Yılmaz’dan şikâyet eder ve bana “Şuna yaptıklarımızı anlat, farkında bile değil” derdi. Sonrasını biliyorsunuz; Mesut Yılmaz, Semra Hanım’ın elini eteğini öperek ANAP Genel Başkanı ve Başbakan oldu. Özal, sekiz ay sonra yaptığı hatânın farkına varıp sırtından hançerlendiğini söyledi ama iş işten geçmiş, siyasetin en büyük mirasyedisi olarak Özal’ın koltuğuna oturmuştu. Artık bundan böyle sabaha kadar oyun oynayacak, öğleden sonra da devlet ve parti yönetmeye çalışacaktı... Sonunda olan oldu. ANAP, Özal’ın yenilikçi, hamleci yörüngesinden statükocu bir çizgiye kaydı ve koskoca yüzde 40’lık parti, yüzde 5’lere kadar indi.
Mesut Yılmaz, ne yazık ki bir eski Başbakan olarak yolsuzluk iddiasıyla Yüce Divan’da yargılandı. Bazılarının zannettiği gibi aklanmadı; sadece Rahşan Hanım’ın çıkardığı kanun sayesinde paçayı kurtardı. Eğer Rize’lilerin hemşehrilik bağı kuvvetli olmasaydı, şu andaki bağımsız milletvekili payesine de erişemezdi.
***
Mesut Yılmaz, 28 Şubat Dönemi’nde darbecilerin, Demirel’den ve Baykal’dan sonra en mutemet adamıydı. Bir ara, eliyle garip işaretler yaparak ‘Çevik Bir’ demeye kalktı ve darbe çetesi Batı Çalışma Grubu’nu tenkide yeltendi ama hemen arkasından tükürdüğünü yalamaktan kendini alamadı. Zira, darbeciler ağzına biber sürerek onu yola getirmişlerdi.
28 Şubat’ta adını ‘Mesut Onbaşı’ koymuştum. Darbeci generaller karşısında bir onbaşı kadar hükmün var, demek istemiştim. Anadolu’nun ârif insanları beni anladılar ve bu lâkabı benimsediler. Onbaşıları aşağılamak aklımdan bile geçmemişti. Lâkin, Türkçe özürlü Tansu Çiler, ‘şerefsiz onbaşı’ deyince ortalık karışıverdi.
Mesut Yılmaz, geldiği her yere birilerinin himayesinde gelmiştir. Önce Semra Hanım’a sığındı; daha sonra da darbecilere... Aralık 1995 Genel Seçimleri’nden sonra darbeci odaklar Mesut Yılmaz ile Tansu Çiler’i, Yılmaz’ın Başbakanlığında ‘ANAYOL Koalisyonu’na zorladılar. Ancak, Yılmaz bu koalisyonu devam ettiremedi. 28 Şubat Dönemi’nde Demirel’in DYP’yi parçalaması sonucunda, gene darbecilerin desteğiyle tekrar Başbakanlığa getirildi. En büyük marifeti, kurulu düzenin kokusunu alması ve darbecilerle iyi geçinmesiydi...
***
İşte bu bizim Mesut Onbaşı, Avrupa Parlamentosu’nda konuşma yaparak AK Parti’nin kapatılmasını savunmuş ve “Ordu kışlasına dönemez” demiş. Düşünebiliyor musunuz? Sen milletin oyuyla seçil, sonra da kalkıp milletini AP’de şikâyet edip demokrasiye lâyık olmadığını, siyasal İslâm’dan ve İran’daki gelişmelerden etkilendiğini söyle... Kaderin şu garip cilvesine bakınız ki, ona gereken cevabı sosyalist fakat ondan çok daha demokrat Ufuk Uras veriyor...
Mesut Yılmaz, bir de ‘Merkez sağı Japon modeliyle toplayacağım’ diyor. Halbuki kafasının ardında, muhtemel bir darbeden sonra yeniden bedavadan Başbakanlık yatıyor. Demirel’in de yeniden Cumhurbaşkanlığı beklediği gibi...
İlahi Mesut Yılmaz !.. Sabih Kanadoğlu ile Osman Paksüt varken sizi kim Cumhurbaşkanı, Başbakan yapar?.. En iyisi, CHP’ye girip birer milletvekilliği kapmanızdır. Tabiî, CHP yüzde 10’luk barajı geçebilirse...
Zavallı Mesut Onbaşı !..

H.Celal Güzel, Radikal 20/06/2008

Devamını BURADAN okuyun...>>>

26.6.08

LAHİKA-1, LAHİKA-2, LAHİKA-3

Láhika - 1 elde var bir

MALÛM, "Taraf" Gazetesi gerçekten çok büyük bir mesleki başarıya imza attı.

TSK’nın sivil Türkiye’yi susta durdurmak için hazırladığı "Eylem Planı"nı teşhir etti.

Ordu’nun nasıl bir "kışla mühendisliği" peşinde koştuğunu belgeleriyle ispatladı.

ASLINDA, yukarıdaki "plan" malûmu bir defa daha ilám ediyor. Tekrarlıyor.

Yani, 27 Mayıs darbesinden beri kendisine "kurtarıcılık" (!) ve "bekçilik" (!) misyonu vehmeden cihet-i askeriyenin "garnizon ideolojisi"ni ortaya koyuyor.

Belli ki, bundan bir milim vazgeçmemiş ve de vazgeçmeye niyetli gözükmüyor.

Nitekim, Genelkurmay’ın "hiyerarşik kademenin onayını almamıştır" diye yaptığı o çevir kazı yanmasın "yalanlama" (!), aklı bir nebze çalışan hiç kimseyi tatmin etmedi.

Bendeniz de dahil hepimiz, "ya, öyle mii?" diye bıyık altından müstehzi gülümsedik.

Biliyoruz ki, fesádı açıklayanlara karşı hakaretamiz iftira ve ifadelerle de dolup taşan bu "yalanlama" (!), zevahiri kurtarabilmek ve minareye kılıf uydurmak için yapılmıştır.

***

ÖYLE, zira bunun aksi bir durum tahayyül edilebilir mi? Tersi olabilir mi?

Ancak, cevabı aramadan önce kısa bir parantez açmak istiyorum.

TSK yukarıdaki planını "Láhika - 1" diye adlandırmış ki, işte buna çok şaşırdım.

Demek bir ikincisi de var veya yolda ama, "ek" anlamına gelen o "láhika" Arapçadır.

Oysa malûm, zaten "andıç" kelimesinin de mucidi olan o TSK "arı dil" avukatıdır.

Nitekim, sanki karşılıklar Türkçeymiş gibi, Fransızcanın "restaurant" ve "mönü" kelimeleri orduevlerinde bundan böyle, İtalyancanın "lokanta" ve "liste"siyle değiştirilmiş

Ve bu defa da "ek" yerine "láhika" demişler ki, sırrını hiç mi hiç keşfedemedim.

***

NEYSE, tekrar soruya dönüyorum. İşte, siz şimdi böyle bir "Láhika - 1" düşünün!

Ve bilin ki, kendi dümen sularında gitsinler diye gazetecileri "kafakola almaktan", Güneydoğu’da tansiyonu hep yüksek tutmak amacıyla Irak Kürtlerini kasten táciz etmeye; artı, adaleti etkileyebilmek için yargıçları "apoletlileştirmekten", toplumu ajitasyon ve propagandayla yönlendirmeye, o plandaki her bir madde ayrı bir anayasal suç ihtiva ediyor!

Üstelik bu defa, zaten adı üzerinde "Eylem Planı", geçmişte yine muhalif gazeteci fişleyen veya mahallede "Ku Klux Klan" üyesi arayan zeká kıtı biçáreliklere düşmüyor

Askerlik sanatına uygun biçimde önce genel ve ana bir "stratejik" hedef belirliyor.

Sonra da, yukarıda sıraladığım gibi, hin ve belden aşağı "taktik" ayrıntılara iniyor.

Başka bir deyişle, "Láhika - 1"deki k-u-r-m-a-y düzey üstünlüğü göz çıkartıyor.

Ancak tüm bunlara rağmen ve gözünüzün içine baka baka, sizin önünüze "komuta kademesi tarafından onaylanmamıştır" diye bir "yalanlama" konuluyor.

***

OLABİLİR. Evet, belki gerçekten de doğrudur ve onaylanmamıştır. Ne değişir ki?

Çünkü, TSK yüksek kademesinin önünde her zaman ve her an, o-n-u-n talimatıyla hazırlanan ve onay bekleyen sayısız proje, plan ve tasarım vardır. Bu, sonsuz sıradandır.

Ancaaak, "emir demiri, emir emiri keser" ilkesinin hüküm sürdüğü bir kurumda, askeri ve sivil bir suç oluşturan "láhika"ları genç üsteğmenler eğlence olsun diye yazmaz.

Yok eğer yazıyorlarsa da, hem onların, hem de komutanlarının "anayasal rejime karşı kumpas kurmak" suçundan derhal diván-ı harbe sevk edilmeleri gerekir.

O halde demek ki, "Eylem Planı"nı reddedemediği için "komutadan onay almadı" diye láfı döndüren "mazeret"leri ne küláh, ne miğfer, ne kasket, ne de kukuleta yutar.

Ve her halükárda, o "eylem planı" asla ve asla "stratejik hedef"ine ulaşmayacaktır!

Bunun gerekçelerini ben de yarınki kendi "Láhika - 2"mle açıklayacağım. Hadi ULUENGİN Hürriyet

Láhika-2, elde var iki

CUMARTESİ günü gerçekleşen ve benim Galatasaray’da iltihak ettiğim "Darbeye Dur De" yürüşüne yaklaşık yedi bin kişi katıldı.

Hadi taş çatlasa sekizbin diyelim ama fazlası şişirme olur. İnatçı gerçeği yansıtmaz.

Ve tabii ilk bakışta, yukarıdaki sayı hiç de ahım şahım gözükmüyor.

Hele hele, geçen sene bu vakitler düzenlenen ve büyük patırtı kopartan "Cumhuriyet Mitingleri"yle kıyaslandığı takdirde deve kulak kalıyor.

Olsun, buradaki sayısal miktar zahiridir! Bu aşamada son derece ikincildir!

Çünkü "Darbeye Dur De" yürüyüşü, TSK’nın Türkiye toplumunu kışla nizamına sokmak için hazırladığı ve her bir maddesi anayasal suç ihtiva eden o "Láhika-1"deki stratejik hedefe u-l-a-ş-a-m-a-y-c-a-ğ-ı-n-ı-n ispatı ve delilidir!

* * *

BUNUN nedenine gelmeden önce, katılımcı sayısının nispi azlığını, Genelkurmay’ın yukarıdaki "Láhika-1"de yaptığı türden mazeretlerle açıklamaya çalışmayacağım.

Kılavuzumu kendim seçerim. Kopyacılık huyum da yoktur.

Dolayısıyla, cihet-i askeriye minareye kılıf uydurmaya kalkışıp "ama komuta kademesi onaylamamıştı" dedi diye, ben de şu gerekçeleri sıralayacak değilim:

Tamamen sivil inisyatifle gerçekleşen ve ancak ağızdan kulağa ve son anda duyurulan; háttá afişlemesi bile yapılmayan ’Darbeye Dur De’ yürüyüşünün arkasında, ’Cumhuriyet Mitingleri’ndeki gibi, öbek öbek otobüslerle değirmene su taşıyan emekli generaller yoktu.

Tabii ki bunların hepsi doğru ama, yine de biraz züğürt tesellisi olur.

Oysa, ne İstiklál Caddesi’nde yürüyenlerin; ne de, henüz silkinmemiş olsalar bile yine de yukarıdaki şiarına yürekten katılan sayısız milyonların böyle bir "teselliye" ihtiyacı var!

Zaten de, Cumartesi günkü sembolizmin ni-ce-lik önemi işte buradan kaynaklanıyor!

* * *

ÖYLE, çünkü sivil Türkiye insanları bundan böyle kendilerine kışlada postal adımı ve nizamiyede boy hizası dayatılamayacağını, Cumhuriyet tarihinde i-l-k kez ilán ettiler.

Yani, "Láhika-1"de öngörülen formata sığmayacaklarını, şablona uymayacaklarını, tuzağa düşmeyeceklerini ve emre itaat emeyeceklerini açıkladılar.

Daha doğrusu, bunları dobra dobra söylemeye nihayet c-e-s-a-r-e-t ettiler!

Üstelik de, hem hicáp giyimli genç kızlar ve "punk" saçlı delikanlılar olarak; hem şıkıdım sandaletli hanımlar ve sünnet sakallı müminler olarak; hem de mutaassıp cemaatli hocalar ve liberal öğrencili akademisyenler olarak hep bir ağızdan ve yürekten cesaret ettiler.

İstiklál Caddesi’nde, demokrasinin, çoğulculuğun ve laikliğin ortak yolunu katettiler.

Artı, o hicáp giyimli ama bileği halhallı ve burnu hızmalı genç kızlar, kolu dövmeli ve kaşı "piercing"li "rock" sevgilileriyle elele tutuşarak "Darbeye Dur De" diye haykırdılar.

Buradaki özgürlükçü ve ö-n-c-ü moderniteyi görmemek için de kör olmak gerekir.

Yahut da, "láhika"lardan medet ummak ve onlara bel bağlamak gerekir.

* * *

EH, kimsenin keyfine karışmak hakkım yok! İsteyen medet de umar, bel de bağlar.

Fakat tekrarlıyorum, yukarıdaki i-l-k yürüyüşün katılımcıları, aslında bugünkü Türkiye’nin en temel ve en geniş parametrelerini içeren mikrokozmosu yansıttılar.

Çünkü, "öncü"ler sayıca az ve angaje olsalar dahi, onların şahsında temsil edilen yelpaze "Cumhuriyet Mitingleri"nden çok daha geniş bir "sessiz çoğunluğu"nu kapsıyor.

Hep korkutulmuş olanlar artık "korkudan korkmamak" cesaretini gösteriyor.

Dolayısıyla, modern toplumumuzun sivil bedeni "Láhika-1"in, varsa "Láhika-2" nin, daha varsa da "Láhika-3"ün askeri üniformasına artık sığmaz. Asla da sığmayacaktır.

Neden sığamayacağını ise benim yarınki üçüncü "láhika"ma bırakıyorum.


Láhika-3, elde var sıfır

"İHTİMAL, bazı kelleler uçacaktır"!

Evet evet, TSK’ya "akıldáde" geçinen "Karanlıkçı Maocu" aynen böyle tehdit etti.

Anlaşılan, sivil Türkiye’yi susta durdurmak için aynı TSK tarafından hazırlanan "Láhika - 1" kendisini pek bir şevke getirmiş ve de "ulusalcı" biti kanlanmış.

Dolayısıyla da, Ergenekon Çetesi sanığı olarak yattığı kodesten bu keháneti müjdeledi.

* * *

HAYIR, uçmayacak!

Artık darağaçları kurulmayacak; cellat ip çekmeyecek ve manga tetiğe basmayacak.

Zira, yüzde doksandokuz virgül doksan ihtimalle, bizim ülkemizde artık ne klasik, ne modern, ne de postmodern darbe olacak!

Bunların hepsinin defteri bir defa daha açılmamak üzere kapandı. Öyle de biline!

Ama binde bir kapıyı kasten açık bırakıyorum. Çünkü, gafiller daima çıkabilir.

Ve, insaniyetçiyim ve onların kellelerinin dahi uçmasını istemem ama yine de tekrar biline ki, şayet böyle bir maceraya yeltenen olursa, onları bu kez tükürükle boğacağız, nokta!

* * *

FAKAT darbe olmaz ve olamaz, çünkü bir; statüko "stratejik ricád" durumundadır.

Dünyanın, ülkenin ve tarihin konjonktürüne uygun olarak hızla gerilemektedir.

Dolayısıyla da iki; kendi emekli sandığı işletmelerini Fransız veya Hint sermayelerine satan ve kullandığı silahların bilişim teknolojisini dışarıdan almak zorunda olan bir ordunun, o dünyanın ve tarihin akışına zıt gidebileceğini düşünmek abesle iştigal eder.

Artı, aynı dünyayla eklemleşmiş ve bütünleşmiş devasa bir Türkiye ekonomisi ise ne kışla vekilharcı defteriyle, ne de bir lokma, bir hırka bürokratı ufuksuzluğuyla yönetilebilir.

Bundan böyle darbe olmayacağının en nesnel ve en temel gerekçeleri de bunlardır.

* * *

AMA üç; statüko tabii ki yelken mayna etmeyecektir. Eli armut toplamayacaktır.

Sahip olduğu ayrıcalığı korumak için "taktik taarruzlar" gerçekleştirecektir.

Zaten de, AKP’yi yargıyla kapatmak girişiminden toplumu "Láhika-1"le militarize etmek planına, son gelişmeler o "taktik taarruz"un birer parçasıdır.

Ancak dört; tüm bunlar dahi aslında o statükonun ne denli zorlandığının göstergesidir.

Yani, bırakın 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül gibi o "kelle uçuran" açık ve "modern" (!) darbeleri, artık 28 Şubat türü postmodern darbelere bile kolay cesaret edilememektedir.

Nitekim de beş; bu "modernite ötesi" müdahale 27 Nisan "internet muhtırası"yla tekrar denemiştir. Tamamen geri tepince de başka bir yöntem aranmak zorunda kalınmıştır

Ve altı; bu yeni yöntem de şimdi, gazeteci, yargıç veya sanatçıları "kafakola almak" hedefi güden "Láhika-1"in "taşeronlaştırma operasyonu" olarak karşımıza çıkmaktadır.

* * *

O halde yedi; düşünebiliyor musunuz, nereden nereye?

Daha düne kadar ikide bir "höt" diyen ve her deyişinde de bütün bir Türkiye’yi boy hizasına sokan statüko bugün o "höt"ün sökmeyeceğini bal gibi farkediyor.

Ve, "hop dedik ağam, hop dedik paşam" karşılığının geleceğini bildiği içindir ki de, "láhika láhika" (!) kendine taşeron aramak zorunda kalıyor. Aklınca "taktik" üretiyor.

Zaten, "stratejik ricád" derken de işte bunu kastediyorum.

Bu taktiklerin "kelle götüren" darbelere varamayacağını ve AKP kapatılsa bile aynı statükonun eski hakimiyetini kuramayacağını söylerken, iyimser değil gerçekçi davranıyorum

Yeter ki, "kelle uçacak" tehditlerinden korkmayalım ve kof çıkışlara göğüs gerelim.

Dolayısıyla da, dünkü ve önceki günkü sıralamadan farklı olarak bugünkü yazıma, "Láhika-3, elde var üç" başlığını değil, "Láhika-3, elde var S-I-F-I-R" başlığını atıyorum.
Hadi ULUENGİN Hürriyet

Devamını BURADAN okuyun...>>>

25.6.08

TRAVMA

Travma...

Bir ülkede tabularla klişeler ne kadar çoksa entelektüel düzey de o kadar düşüktür.
Çünkü “yasaklar ve ezberler”, düşüncenin sınırlarını daraltır.
Düşünce, tabuların duvarlarına çarpa çarpa hep kendi ezberlerini tekrarlar.
Hâlbuki entelektüel olabilmenin birinci şartı, ezberden, tekrardan kurtulmak, sormak, sorgulamak, sınırsız bir alanda sürekli olarak araştırmak, yeni çözümler, yeni anlayışlar, yeni düşünceler yaratabilmektir.
En azından, yaratılmış olanların farkına varabilmektir.
Türkiye’de entelektüellik havuzu çok sığ.
Bunun da çok temel bir nedeni var.
Sistemimizin neredeyse tümü “yalana” dayanıyor.
Gerçeklerin önünden “tabularla klişeleri” kaldırırsanız ardındaki “yalanlar” çırılçıplak ortaya çıkacak.
O yalanları saklayabilmek için çocukları daha ufacık yaştan alıp beyinlerini iğdiş ediyorlar, onlara “vatanseverliğin”, sorgulamamak, asla soru sormamak olduğunu söylüyorlar, entelektüel her merakı “ihanetle” damgalıyorlar.
Kürt meselesinin geçmişini, Ermeni soykırımının aslını, Atatürk’ün siyasal kimliğini, siyasi yapımızın gerçek iskeletini, Lozan’ın maddelerini, Ali Şükrü Bey’i kimin vurdurduğunu, İzmir suikastının içyüzünü merak edin de bakın neler oluyor.
Sadece bu Cumhuriyet’in geçmişini değil İttihatçıların yaptıklarını bile sorgulamak yasak bu ülkede.
Ermeni meselesiyle Cumhuriyet’in bir ilgisi yok ama İttihatçıların bu günahını tartışabilmek bile mümkün değil.
Faili meçhul cinayetleri, siyasi suikastları, katliamları, soykırımları tarihimize yazan, koskoca bir imparatorluğu yabancı bir ülkeyle işbirliği yaparak yıkan bu adamları biz neden hiç olmazsa entelektüel düzeyde yargılayamıyoruz?
Bunu merak etmiyor musunuz?
Niye İttihatçılar ve onların günahları böyle “kutsal”, neden onların yaptıkları asla konuşulamaz tabular?
İki nedeni var bunun
Birincisi, Cumhuriyet’in kuruluşunda, daha sonra bizzat o Cumhuriyet tarafından tasfiye edilen İttihatçı kadrolardan yararlanıldı.
İkincisi ve daha önemlisi, halkın “düşman ilan edilen padişahlar” dışında hiçbir yöneticiyi “yargılamaya ve sorgulamaya” alışması istenmedi.
Mustafa Kemal’in hiç hoşlanmadığı ve ülkeye sokmadığı Enver Paşa bile eleştirilmedi.
Ermeni katliamını Mustafa Kemal kendisi lanetledi ama halkın bunu konuşmasına izin vermedi.
Bu olay bizim tarih kitaplarımızda yer almadı.
Tabuların o demir kozasının ilk çekirdeğini İttihatçılar oluşturdu.
Bu yazdıklarım içinde sizi en fazla “soykırım” kelimesinin sarstığına eminim.
Düşüncelerimiz o kadar dar bir yere hapsolmuş, öylesine sığ bırakılmış ki tek bir kelime bile o düşünceleri depreme uğratmaya yetiyor.
Tek bir kelimeden bile korkan bir zihin yapısına sahibiz.
Ve bundan rahatsız olmak aklımıza gelmiyor.
Ezberimize almadığımız her düşünceyle, hatta her kelimeyle karşılaştığımızda, ruhumuz dipten doruğa titriyor.
Düşüncelerden vazgeçtim, kelimelerden korkar hale gelmişiz.
“Ben senin gibi düşünmüyorum,” demeyi beceremiyoruz, onun yerine, “sen düşüncelerini söyleme” diyoruz.
Nasıl çaresiz ve zavallı bir görüntü verdiğimizin bile farkında değiliz.
Karanlık bir hücreye hapsedilmiş bu zihinsel esaretten nasıl yeni düşünceler, yeni tartışmalar çıkacak, bu ülke geleceğini bu hadım edilmiş zihinsel yapısıyla nasıl inşa edecek.
Bizim yeni görüşlere, yeni fikirlere, yeni tartışmalara ihtiyacımız var.
Bunun için de geniş bir zihinsel alan yaratmak zorundayız.
Türkiye’nin belki de asıl büyük devrimi bu olacak.
Sartre, “Düşünce özgürlüğünün olmaması, düşündüğünü söylememek değildir, düşünememektir,” diyor.
Bizi düşünmemeye mahkûm ettiler.
Biz bu mahkûmiyeti nedense büyük bir iştiyakla taşıyoruz.
Bugünkü sistemi sürdürmek isteyenler, yalanların üstüne kurdukları egemenlik çadırının direği sallanmasın diye “tabuları” her gün biraz daha güçlendirmeye çalışıyorlar.
Ermeni meselesini bile konuşturmamalarının nedeni, bunun Türkiye’ye bir maliyeti olmasından değil, sizin içine hapsolduğunuz o zihniyet hücresinde bir küçük delik açılmasından korktuklarından.
Bu yasaklar o hale geldi ki, geçen gün “devrimlerin bir travma yarattığını” söyleyen bir politikacı, meslektaşları ve gazeteciler tarafından yaylım ateşine tutuldu.
Oysa, bütün devrimler gibi o devrimler de bir travma yani bir sarsıntı yaratmıştı.
Zaten bir “travma yaratmamış” olsa, aradan seksen yıl geçtikten sonra bile o olaylar konuşulduğunda toplum yeni bir “travma” geçirip, “hayır, hayır böyle şeyleri konuşamayız” diye bağırır mı?
O travmanın nasıl bir şey olduğu, bugün “travma” sözcüğüne gösterilen tepkiden belli.
Tutun ki söylediği yanlış, bir adamın bir fikir söylemesinden bu kadar ürkecek ne var?
Korkan bir çocuk gibi elimizi yüzümüze kapayıp görmemeye, duymamaya çalışıyoruz.
Yeni bir düşünceyle karşılaştığında, zihnimiz zonkluyor.
Artık bu zihinsel hapishaneden kurtulmalıyız.
Düşüncelerden, tartışmalardan, kelimelerden korkacak bir şey yok.
Her yeni fikir, her yeni tartışma, her yeni kelime, düşüncelerimizin ve geleceğimizin önünü açacak.
Bugün varlıklarını ve iktidarlarını yalanlara dayamış olanların haksız egemenliklerini sarsıp yıkarak, kurtuluşumuzu sağlayacak.

25.06.2008 AHMET ALTAN Taraf

Devamını BURADAN okuyun...>>>

"TEK TARİH" İLE... KÜRŞAT BUMİN

'Tek tarih' ile iki adım ilerleyemezsiniz

Dengir Mir Fırat'ı tahmin edilen tepkiler karşısında geri adım atmadığı için kutlamak gerekir. Hasretini çektiğimiz bir tutumdu doğrusu. Bunu söylerken olayı gözümde büyütüyor değilim. Fırat, yapılması gerekeni yapmıştır sadece. Mehter ayağına o kadar alışmışız ki, “Evet aynen öyle söyledim, ne var?” türünde bir açıklamayı alkışla karşılıyoruz.

“Her devrim sosyal bir travma yaratır. Evrim ile devrimin arasındaki fark budur” diyor Fırat. Yeri gelmişken aynı zamanda Fransız Devrimi'nin büyüt tarihçilerinden biri olan Jaures'in şu ünlü sözünü de biz araya sokalım: “Devrimler evrimin barbar formlarıdır.”

Fırat bir siyasetçi olarak büyük bir “hakikat”i açıklamıyor. O sadece, siyasetin olgulara sırtını dönemeyeceğine inanmış birisi olarak, ertesi gün demeç verme yarışına giren “siyasetçiler”den farklı biçimde, siyasetin “tek tarih” ile yetinemeyeceğine işaret ediyor. Çok yerinde olarak tabii ki; çünkü sadece Türkiye değil, hiçbir ülke-toplum “tek tarih” ile baş başa kalarak aydınlığa ulaşamaz.

Fırat, bugüne kadar bilinmeyen bir sayfayı da açmıyor. Çünkü Türkiye de -çok şükür- hiç değilse belli bir süredir “tek tarih”ten sıkılan insanların yazıp-çizip-konuştuğu bir ülke haline geldi. Büyük rötarımıza rağmen yine de ne mutlu bize...

Siz bakmayın “Bir yalandan daha kurtulduk” diyerek önlerine açtıkları “tek tarih”in yalan-yanlışlarıyla ile yaşamayı seçenlere. “Tek tarihin yalan-yanlışları” diyorum, çünkü dünyada önünüze çıkan her “tek tarih” zorunlu olarak yalan-yanlışlar içerir. Tarihte “hakikat” var mıdır, o başka mesele. Ama olması gereken toplumların -eğer büyük bir suskunluğa girmeleri özlenmiyorsa- tek değil çok tarihle geçmişlerini (ve bugünlerini) anlamaya çalışmalarıdır.

Aksi takdirde toplumun sığındığı büyük suskunluk onu tabii olarak kurutur, körletir ve her türlü yaratıcılıktan yoksun kılar... Toplumsal bilinci ve bilinç altının üzerine çökmüş olan “tek hafıza” onu yoksul, mutsuz ve sonuç olarak hafızasız kılar.

Fırat'ın sözlerinden “Demek ki bugüne kadar söyledikleri, yaptıkları takiyeden başka bir şey değilmiş” sonucunu çıkartmak, şu kadar yüzyıllık bir ülke tarihini “Cumhuriyetin el kitabı” ile anlamaya çalışmak gibi imkansız bir çabadan başka bir şey değildir.

“Tek değil çok tarih” diyordum.

En başta da “devrim tarihleri” söz konusu olduğunda tabii.

Bu konuyu geçen on yıl içinde birkaç kere işlemeye çalışmıştım. Günü geldiği için kısaca tekrar hatırlatayım.

Tarihçi François Furet, Fransız Devrimi'nin 200. yıldönümünü karşılamak üzere kaleme aldığı önemli eserinde (“Fransız Devrimi'ni düşünmek”) Devrim'in 200 yıldır hangi bakış açılarından anlaşıldığını-yazıldığını şöyle sıralıyordu: “Kralcı tarihler”, “liberal tarihler”, “Jakoben tarihler”, “anarşist ve liberter tarihler”.

Başka türlüsü mümkün müydu? Bir büyük devrimi “tek bir tarihle” anlatmak-yazmak mümkün müydü? Thiers ve Guizot başka, romantik Michelet başka, Aulard başka, ve tabii ki Jaures başka bir tarih anlatıyordu. Josef de Maistre ve Britanyalı Burke'ün Devrim'i topa tutan tarihlerini saymıyorum bile. 1917 Bolşevik Devrimi'nin etkisiyle Mathiez'in Robespierre'i merkeze alarak okurlarının kanını kaynatan tarihini ya da Daniel Guerin'in Devrim'in anarşist okumasını yaptığı o güzel kitabına da hatırlayalım.

Benim bir zamanlar çok tuttuğum bir kitabın yazarı olan tarihçi Jacgues Sole ise, uzun zaman ideolojilerin esareti altında tutulan Devrim'in anlaşılması için büyük katkının İngiliz ve Amerikalı tarihçilerden geldiğini söylüyordu.

Neyse uzatmaya gerek yok, ana fikrimizi söyleyebiliriz:

Bir tarih, bir devrim tarihi tabii ki böyle “çoğul” olmak zorundadır.

Bir kralcı ya da liberal tarihçinin Devrim'in uygulamaya koyduğu “yeni takvim”i (çünkü Devrim kendi zamanını-takvimini istiyordu), 1792'den itibaren sahne koyduğu “Akıl kültü”, “Akıl tapınağı”, ya da deist Röbespierre'in eseri olan “Yüce varlık kültü”nü, bu çerçevede Katolikliğe getirilen yasakları, kiliselerde düzenlenip sokağa taşan karnaval kortejlerini vs aynı açıdan, aynı “tarih” içinde değerlendirmesi-anlatması mümkün mü?

Ama siz sonuca bakın: Devrim'in nedenleri meselesini de araya sokunca ortaya çıkan bu onlarca farklı tarih yazımı tabii ki bir toplumun tarihinin zenginliğine işaret eder.

Ama bir de “tek tarih” ile tarihlerini öğrenmeye, ondan bugün için sonuçlar çıkarmaya çalışan toplumların içine düştükleri en başta entelektüel yoksulluğu hayal edin...

Ve de öyle bir medya ki, halinden son derece memnun bir biçimde “Tek tarihte kalalım, böylesi çok daha konforlu” diyerek var gücüyle (nihayet) açılan ağızları kapatmaya uğraşıyor. KÜRŞAT BUMİN 25 haziran 2008 yesişafak

Devamını BURADAN okuyun...>>>



Snap Shots

Get Free Shots from Snap.com
 
^

Powered by BloggerAK Medya Haber Yorum Analiz by UsuárioCompulsivo
original Washed Denim by Darren Delaye
Creative Commons License