20.1.09

KONTRGERİLLA, SUSURLUK, SARIKIZ, AYIŞIĞI VE ERGENEKON NOTLARI

Demokrasi ve hukuku katleden bir süreç...
Kontrgerilla, Susurluk, Sarıkız, Ayışığı ve Ergenekon notları (1)


Can Dündar geçen gün köşesinde bir zamanlar Bülent Ecevit’ten dinlediği bir kontrgerilla anısına yer verdi.
Ecevit, 1970’lerdeki Başbakanlığı döneminde ‘kontrgerilla’dan, resmi deyişle Özel Harp Dairesi’nden tesadüfen haberdar olur ve brifing ister. Brifingi o zaman Özel Harp Dairesi Başkanı Kemal Yamak Paşa verir.
Ve Ecevit’e anlatılır ki:
“Özel Harp Dairesi, bir yabancı işgalinde istilacılara karşı gerilla yöntemleri ve yeraltı etkinliğiyle mücadele etmek için kurulmuştu. Adları gizli tutulan bazı ‘vatansever gönüllüler’ bu örgütün sivil uzantısı olarak çalışmak üzere ömür boyu görevlendirilmişlerdi. Gerektiğinde bunları kullanması için de Türkiye’nin bazı yerlerinde gizli silah depoları oluşturulmuştu.”
Ecevit duyduklarından dehşete düşer.
Daha sonra da, bu kontrgerilla brifinginde sözü edilen ‘vatansever gönüllüler’den birinin bir Doğu ilçesindeki MHP İlçe Başkanı olduğunu öğrenir Ecevit. Bundan sonra da her kanlı olayda ‘kontrgerilla’ parmağından kuşkulanır. Ancak örgütü açığa çıkaramadan Başbakanlığa veda eder.(Milliyet, 10 Ocak 09, s.13)
Ecevit’in yerine kim gelir?
Süleyman Demirel.
Türkiye’nin kanlı bir cepheleşme tuzağına düşürüldüğü, siyasal cinayetler, suikastlar, 1 Mayıs, Çorum ve Kahramanmaraş gibi korkunç katliamlarla 12 Eylül darbesine doğru çekildiği 1970’lerin Başbakan Demirel’i... “Bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz!” diyen Adalet Partisi’nin lideri...
Bu gazetenin Genel Yayın Yönetmeni ve Başyazarı, büyük gazeteci Abdi İpekçi de bu kanlı süreçte siyasi cinayete kurban gitmiş, ‘ülkücü’ Mehmet Ali Ağca sahneye çıkmıştı.
Yine Can Dündar’ın yazısından:
“1970’lerin en kanlı olaylarına imza atan ülkücülerin çoğu Nevşehir’den çıkmaydı. Abdullah Çatlı Nevşehir doğumluydu. Mehmet Ali Ağca cezaevinden çıktıktan sonra Nevşehir’e götürülmüştü.
İpekçi cinayetinde adı geçen 5 ülkücüden 4’ünün sahte pasaportlarında Nevşehir emniyetinin damgası vardı.
Papa suikastından sonra bu pasaportların sırrı merak edilmiş, Emniyet’e gidilince o birimde bir yangın çıktığı, kayıtların yok olduğu ortaya çıkmıştı. Kim vardı o dönem Nevşehir Emniyet Müdürlüğü’nde?
İbrahim Şahin!”
Şimdi çekin çizgiyi bugüne...
Düşünün.
Darbe ortamı oluşturmanın anlamı üzerinde biraz kafa yorun.
Abdi İpekçi’ler öldürülerek, Çorum’da, Kahramanmaraş’ta katliamlar yapılarak, Bahçelievler gibi tüyler ürpertici cinayetler işlenerek, Türkiye cepheleştirilerek 12 Eylül darbesine ortam hazırlanmıştı.
Bugün de yapılmak istenen buydu.
Ergenekon’a bu pencereden bakın.
Ve bu günlerde toprak altından çıkan suikast silahlarına, bombalara, patlayıcılara dudak bükmeyin lütfen.
Bunlar eğer toprak altından gün ışığına çıkarılmasaydı, kim bilir bu ülkede Danıştay baskınına benzer daha hangi cinayetler işlenecek, daha kaç kişi öldürülecek ve sağa sola atılacak bombalarla Türkiye yeni bir darbe ortamına nasıl sürüklenecekti diye de düşünün bir an...
Tekrar geçmişe dönelim.
Ecevit, 1970’lerin Başbakanlık dönemindeki kontrgerilla brifinginde duyduklarından dehşete kapılır. Toprak altına gömülü silahların siyasi cinayetlerde kullanıldığı kuşkusuna düşer çünkü...
Ama bir şey yapamaz.
Kontrgerilla konusunda hukuk dışılığı önleyecek bir yapıyı kuramadan Başbakanlığa veda eder Ecevit.
Yerine gelen Demirel ise kendi başbakanlık yıllarında oluşturulan ‘darbe ortamı‘ndan yakınmaya ancak 12 Eylül’de devrildikten sonra başlar.
Bu konuda askeri de suçlar!
Önce kapalı kapılar arkasında, “Sıkıyönetim dahil her türlü yetkileri vardı ama durdurmadılar terör ve anarşiyi” demeye başlar. “12 Eylül sabahı birden her şey durdu, anarşi bitiverdi, neden?..” diye sorar.
Amerika’yı da suçlar.
Demirel’in, ‘Tank Sesiyle Uyanmak’ ve ‘Demokrasi Korkusu’ isimli kitaplarımda bolca yer alan bu yakınma ve eleştirilerinde elbet gerçek payı vardı.
Ancak, Soğuk Savaş koşullarının siyasetteki acımasızlığını Demirel’in daha 12 Mart’tan bilmesi ve 1960’lar tecrübesinden ders çıkarmış olması gerekiyordu.
O yıllarda da ‘asker’in emeklisi, muvazzafı, ‘sivil’in hukukçusu, profesörü, işadamı, yazarı, gazetecisi ele ele vermiş, gençliğin de heyecanını istismar ederek, sağa sola bomba attırarak Türkiye’de ‘darbe ortamı’ oluşturmaya çalışıyordu.
12 Mart darbesi böyle geldi.
Demirel 1971’de böyle düşürüldü.
Ama on yıl sonra bu kez 12 Eylül’de bir darbe daha yedi Demirel.
Neden ders çıkarmadı?
Çıkarması gereken dersler neydi?
Hem Ecevit, hem Demirel daha sonraki yıllarda da Başbakanlık koltuğuna yine oturdular. Oturdular da ne oldu?
Geçmişin dersleri ışığında Türkiye’yi ‘darbe ortamları‘na sürükleyen zihniyet ve yapıyı elele verip demokrasi ve hukuk yolunda değiştirdiler mi? Hayır.
Peki neden değiştirmediler?..
Ya da değiştiremediler?
Yarın ikinci yazı... 14,01,2009Demokrasi ve hukuku katleden süreç...
Kontrgerilla, Susurluk, Sarıkız, Ayışığı ve Ergenekon notları(2)

Demirel ve Ecevit’le noktalanmıştı dünkü yazım. 12 Mart(1971) ve 12 Eylül’de(1980) iki kez askeri darbe yemiş Demirel’le Ecevit’in, daha sonraki başbakanlık dönemlerinde siyasal rejimi demokrasi rayına neden oturtamadıklarını sormuştum.
Ecevit, 1970’lerdeki ilk başbakanlık döneminde askerin içinde örgütlü ‘kontrgerilla‘dan duyduğu rahatsızlık ve kuşkulara rağmen bir şey yapamamıştı.
Demirel, 12 Mart’tan sonra bir defa da 12 Eylül öncesinde, Türkiye’nin kanlı bir ‘darbe ortamı‘na sürüklenişini eli kolu bağlı seyretmiş, ancak darbe sonrası ayılmaya ve askeri eleştirmeye başlamıştı.
Hem Demirel hem Ecevit özellikle ‘siyasal yasaklı’ oldukları 1980’lerde askerin ‘seçilmiş siyasi otorite‘ye tabi olmasının önemi üstünde durmuşlardı.
Arada bir, “Rejimi kurtarıcılardan kurtarmak lazım!” diye demeçler de vermişler ama daha çok kapalı kapılar arkasında yakınmakla yetinip, herhangi bir siyasal eylem planı geliştirmemişlerdi.
Neden?
Birbirlerine hiç güvenmediler.
Adeta siyah ve beyazdılar.
Hayata bakışları çok farklıydı.
Demirel’le Ecevit, ortak bir ‘demokrasi platformu‘nda buluşup bu ülkenin ‘kontrgerillası‘nı, ‘derin devleti‘ni hukukla bağlayarak, askerini ‘seçilmiş hükümet‘e tabi kılacak bir demokrasi kültürü ya da derinliğine de sahip değildiler.
Bu açıdan, Demirel’in kendisini deviren 12 Mart askeri darbesinin idamlarına Mecliste yeşil ışık yakması ibret vericidir.
Kısacası:
Yıllar geçti, Türkiye’yi birinci sınıf demokrasi yapma yolundaki vaatleri lafta kaldı Demirel’le Ecevit’in.
Türkiye eğer bugüne kadar birinci sınıf demokrasi olabilseydi, bu ülkede biz hâlâ siyasal cinayet ve suikastlerden, faili meçhullerden, asker içinde darbe tertiplerinden, gizli cephaneliklerden, darbe ortamlarından söz etmiyor olurduk.
* * *
Yalnız Demirel’le Ecevit mi?..
Elbette değil.
Önceki akşam NTV’de Can Dündar’ın programında Mesut Yılmaz’ı izliyorum.
Susurluk’u anlatıyor.
Gayet iyi özetliyor:
“Terörle mücadelede hukuk bizde bir yana bırakıldı. 12 Eylül döneminde ASALA’ya karşı Emniyet’te kırk elli kişilik bir takım oluşturulmuştu. Onlar görevlerini yaptılar. Sonra PKK terörü başladı. Önce doğru teşhis konulamadı olaya... Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminde, ASALA’ya karşı kurulmuş olan grup 1993-94 yıllarında yeniden örgütlendi, Özel Harekat Dairesi adıyla... Hukuk dışına taşıldı burada. Faili meçhuller yaşandı. Hukuksuzluğa göz yumdu bazı devlet kurumları...”
Hangi devlet kurumları?
Bakışları sabitleniyor Yılmaz’ın. Yüz hatlarına o belli belirsiz bir gülümseme gelip oturuyor. Hangi devlet kurumları? Polis mi, jandarma mı, asker mi, MİT mi, devletin hangi kurumu hukuksuzluğa göz yumuyor?
Asker, JİTEM’i kabul etti mi? MİT yeterli bilgi verdi mi? Genelkurmay, asker kişilere dönük suç duyurularını karşılıksız mı bıraktı? Yılmaz bu konularda üstü örtülü bir havada...
Çiller’i eleştiriyor daha çok:
“Zamanın Çiller hükümeti de faili meçhul cinayetlerin üzerine gitmedi. İşte Susurluk böyle doğdu.”
Yılmaz, Çiller’den sonraki kendisinin bir buçuk yıllık başbakanlık dönemini anlatırken şöyle diyor:
“Başbakan olduktan sonra Başbakanlık Teftiş Kurulu’nu harekete geçirdim. Susurluk Raporu böyle ortaya çıktı. Yargı mekanizması harekete geçti. Faili meçhuller de birden bire durdu.”
Faili meçhul cinayet bir süre için durmuş olabilir.
Ama Susurluk aydınlandı mı?
Hayır, karanlıkta kaldı.
Karanlıkta kaldığı içindir ki, bugün Ergenekon yaşanıyor. Karanlıkta kaldığı içindir ki, bu ülkede siyasi cinayetlerin, suikastların, darbe tertiplerinin sonu alınamıyor.
Yılmaz keşke başbakanlığı döneminde, kendi deyişiyle ‘hukuksuzluğa göz yuman devlet kurumları‘ndan da hesap sorabilseydi.
Yılmaz, hesabı sadece Çiller’e kesmek yerine, keşke o devlet kurumlarının kendi içlerinde ‘temizlik’ yapmalarını sağlayacak siyasal kararlılığı da gösterebilse, TBMM’nin kendi hukukuna sahip çıkması için siyasal inisyatifler geliştirseydi.
Bunlar olamadığı içindir ki, Yılmaz da o tarihlerde, 28 Şubat’ta kendi siyasal hesapları için askerle uzlaştığı içindir ki, bu ülkede ‘asker sorunu’ bir türlü çözülemiyor, siyasal rejim bir türlü sivilleşemiyor, demokratikleşemiyor.
* * *
Programda izliyorum Mesut Yılmaz’ı. Aradan 12-13 yıl geçmiş, daha hâlâ “Hukuksuzluğa hangi devlet kurumu göz yumdu, faili meçhulleri hangi devlet kurumu görmezlikten geldi?” sorularına damardan girip pat diye yanıt vermiyor.
Geçiştiriyor bu konuyu.
Neden?..
Yine bakıyorum Yılmaz’a, Susurluk’u gayet iyi anlatıyor ama Ergenekon’a gelince fren yapıyor.
Neden?..
‘Eskiler’ hep böyledir.
Bu ülkede ‘asker sorunu’ nedir bal gibi bilirler, ama bu sorunu parmaklarının ucuyla bile tutmaktan kaçınırlar.
Bunun yerine Demirel’le Ecevit, Demirel’le Özal, Çiller’le Yılmaz örneklerinde olduğu gibi kendi kendileriyle didişmeyi, kavgayı tercih ederler ve bunu demokrasi zannederler.
Susurluk’u bilirler ama sonuna kadar gitmezler. Ergenekon’u bilirler ama fren koyarlar, ‘siyaset yapma ayağı’na...
Aklıma takılıyor soru:
Devletin tepelerindeki ‘sivil-asker uzlaşmaları‘yla veya ‘teslimiyetçilik’le, Ergenekon’da da perde tıpkı Susurluk’ta olduğu gibi kapanacak mı?
Yarın üçüncü yazı... 15,01,2009

Demokrasi ve hukuku katleden süreç...
Kontrgerilla, Susurluk, Sarıkız, Ayışığı ve Ergenekon notları(3)

Mesut Yılmaz vardı dünkü yazımda. PKK ve teröre karşı mücadelede hukukun çiğnendiğini, Susurluk’un böyle doğduğunu gayet iyi anlattı NTV’de.
Bağımsız Rize milletvekili Yılmaz, 1990’larda yaşanan faili meçhul cinayetleri ve karanlık olayları araştıran bir de rapor hazırlatmıştı Başbakanlığı döneminde, 1997 yılında.
Raporun adı Susurluk’tur.
Ergenekon’un önde gelen sanıklarından Veli Küçük Paşa da vardır Susurluk raporunda.
75 ve 76. sayfalar şöyledir:
“İtirafçılardan ve haraç paylaşımındaki silahlı eylemden mahkum İbrahim BABAT‘ın ifadesinin bir bölümü örnek ve ibretle okunmaya değer bir belge olarak, yorumsuz aşağıda sunulmaktadır:
‘1990 yılında JİTEM’de bazı köklü değişiklikler oldu. Asayiş Bölge Komutanlığına Hikmet KÖKSAL Paşa getirilmişti, gruplar oluşturulmuştu. JİTEM’in başına da Veli KÜÇÜK Paşa getirilmişti(o zaman albaydı).
1990 yılında yakalanıp serbest bırakılan bazı itirafçılar asker kimliğiyle JİTEM grup komutanlığına alınmışlardı. Bütün asker itirafçılarının bir araya toplanılması düşünülüyordu. JİTEM’de bu itirafçıların sevk ve idareleri için bana görev çağrısı yapıldı.
Diyarbakır’a gittim.
Bu arada JİTEM çatısı altında illegal bir oluşuma gidildi. Diyarbakır ve çevresinde PKK ile ilişkili olduğundan şüphelendiğimiz hemen herkesi infaz etme yetkimiz vardı.
Bu insanları bir şekilde öldürmeyi bir yöntem olarak benimsemiştik. Bizden istenen buydu, bu tarzda talimat alıyorduk.”
Uzun lafın kısası:
Susurluk budur.
Yılmaz’ın Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak 1990’ların sonuna doğru saptadığı ve rapora bağladığı ‘hukuk dışılık’ budur, devletin hukuku hiçe sayması budur.
Babat’ın ifadesi devam ediyor:
“Antalya’da örgüt(PKK) tarafından öldürülen Numan kod(Selahattin Görgülü) adındaki kişi bizim grubumuzun istihbaratçısıydı. Örgütle ilişkilidir tarzında bize gösterdiği kişilerin hepsini değişik dönem ve zamanlarda infaz ettik.
Bismil’de benzinci Talat... Diyarbakır-Bismil kavşağında bir vatandaşı aynı gerekçelerle infaz ettik. Batman’da iki kişiyi, birini evinden, diğerini evin önünden alarak Batman-Silvan arasında infaz ettik. Yine Hazro’da bir vatandaş infaz edildi.
Bu çalışmalar beş ay sürdü. Yine o dönemde Selahattin Görgülü’nün verdiği istihbarat doğrultusunda bir şahıs Celil kod Aytekin ÖZEL binbaşıyla Abdülkadir AYGAN birlikte gidip infaz ettiler.”
Susurluk raporunda diyor ki Babat:
“PKK ile ilişkili olduğundan şüphelendiğimiz hemen herkesi infaz etme yetkimiz vardı. Bu tarzda talimat alıyorduk.”
Kim veriyordu talimatları?
Nereden geliyordu talimatlar?
JİTEM...
Uzun adı, Jandarma İstihbarat Gruplar Komutanlığı... Ve bunu kendisinin kurduğunu söyleyen Veli Küçük Paşa’nın rolü neydi?..
Raporun 8. sayfasından:
“Susurluk olayının başlangıcı belki de zamanın Başbakanı Çiller’in bir cümlesinde gizlidir. ‘PKK’ya yardım eden işadamlarının listesi elimizde’ diyordu. Sonra da infazlar başladı...”
Raporda geçen bir başka konu:
“İnfaz grupları...”
Bir başka deyişle, ‘faili meçhulleri’ işleyen cinayet çeteleri...
Raporun 31. sayfasından:
“İnfaz grubu ibaresi kanaatimizce birçok olayın düğüm noktasıdır. ‘İnfaz grubu’na kim emir verebilir? Böyle bir grubu kimler kurabilir? Devlette bu yetki olacaksa sistem nasıl işleyecektir? Ve hangi amaçla bu sistem çalıştırılacaktır?
Şu husus bilinmektedir:
OHAL bölgesinde bu karar mercii, Başçavuşlara, Komiser yardımcılarına, çok daha önemlisi, bu yetki dünkü terörist, yarınki potansiyel suçlu itirafçılara kadar inmiştir. 1996 yılında Kolordu Komutanı’nın her türlü düzensizliğe son vermek için harekete geçmesi, bu adam öldürmedeki keyfiliği de bir noktaya kadar önlemiştir.”
Adam öldürmedeki keyfilik...
Susurluk raporu böyle diyor.
73. sayfadan:
“Devlet, Behçet Cantürk’le başedememiştir. Yasal yollar yetmemiş, neticede, Özgür Gündem gazetesi plastik patlayıcılarla havaya uçurulmuş, Cantürk’ün devlete biat etmesi beklenirken, adı geçenin yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi üzerine, Türk Emniyet Teşkilatı tarafından öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmiştir. Böylece 100 kişiye yakın olduğu tespit edilen ve zamanın Başbakan’ının ifade ettiği ‘PKK finansörü işadamlarının elde olan listesi’nden bir kişi eksilmiştir.”
Bir kez daha:
İşte Susurluk budur.
Başbakanlığı döneminde Susurluk Raporu’nu hazırlatan Mesut Yılmaz’ın “Devlet hukuk dışına çıkmıştır’ dediği olay budur.
Susurluk’ta JİTEM vardır.
Hesabı görülmemiştir.
Veli Küçük Paşa vardır.
Susurluk hesabını vermemiştir.
Ve JİTEM deyince, Ergenekon sanığı olarak dün Ankara’da yakalanan emekli Tuğgeneral Levent Ersöz vardır, Şırnak ve çevresinde korkuyla anılan...
Susurluk hesabını vermemiştir.
Susurluk’ta İbrahim Şahin vardır.
Affa uğramıştır.
Bugün her üçü de Ergenekon sanıkları arasında yer alıyorlar. Darbe tertiplerinde isimleri geçiyor.
Susurluk karartılmıştı.
Ergenekon’un akıbeti ne olacak?
Yılmaz’ın deyişiyle Susurluk’ta hukuk dışına çıkan ‘devlet kurumları’ bunun hesabını yargı önünde vermemişlerdi.
Ergenekon’da ne olacak?
Veya şöyle sorulabilir:
En nihayet bütün bu olayların dibinde yatan ‘asker sorunu‘nu görebilecek miyiz, yoksa körün fili tarif etmesi gibi davranmaya devam mı edeceğiz?
Dördüncü yazı yarın.

16,01,2009

Demokrasi ve hukuku katleden süreç...
Kontrgerilla, Susurluk, Sarıkız, Ayışığı ve Ergenekon notları(4)

Ergenekon sanığı olarak yakalandı emekli Tuğgeneral Levent Ersöz... Ergenekon’da kilit isimlerden biri...
Susurluk’ta da vardı.
1995 ve 1996’da Şırnak Jandarma Alay Komutanı olarak görev yaptığı dönemdeki Silopi Kayıpları Davası’nda da geçer adı. Sarı Levent lakabıyla yörede korku salan bir asker olarak bilinir.
Levent Ersöz Paşa adı 2003 ve 2004 yıllarındaki darbe tertiplerinde de vardır.
Üstelik rolü önemlidir.
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek’in günlüklerinde anlatılan Sarıkız ve Ayışığı isimli darbe planlarının hazırlanmasına çok emek verdiği söylenir.
Levent Ersöz Paşa, 2002-2004 arasında, Jandarma Genel Komutanlığı’nda İstihbarat Başkanlığı yaptı. O yıllardaki komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur da halen onun gibi bir Ergenekon sanığı...
Sarıkız gerçekleşmedi.
Ayışığı ile yola devam edilmek istendi.
Belki de böylece Ergenekon’a gelindi.
Ya da yollar bir yerde kesişti.
Türkiye’yi karıştırmak, istikrarsızlaştırmak ve bir darbe ortamı oluşturmak için planlar yapıldığı, bunların bir kısmının uygulandığı anlaşılıyor.
Cumhuriyet’e atılan bombalar...
Kanlı Danıştay baskını...
Bombalar, patlayıcılar...
Yer altından çıkan cephaneler...
Ecevit’i başbakanlığı döneminde dehşete düşüren ‘Kontrgerilla’dan bugüne çekin bir çizgi.
Düşünün, yaşadığımız askeri darbeleri...
12 Mart öncesinde, 12 Eylül öncesinde ‘darbe ortamları’nın nasıl oluşturulduğunu anımsamaya çalışın.
Çekin bir çizgi daha!
Susurluk’u düşünün.
Devlet nasıl hukuk dışına çıktı, hukuku nasıl hiçe saydı 1990’lı yılların Güneydoğu’sunda sorusunun kanlı yanıtlarını, örneğin Susurluk Raporu’ndan okuyun.
Çekin bir çizgi daha!
Sarıkız’ı okuyun darbe günlüklerinden.
Ayışığı’nı öğrenmeye çalışın.
Bir çizgi daha çekin!
Şimdi Ergenekon’a gelin.
Sarıkız nedir, Ayışığı nedir biraz öğrenmeden Ergenekon’u anlamak, yerli yerine oturtmak güçtür.
Çünkü aynı zincirin halkaları gibidir bunların tümü...
Hepsinin gerekçeleri vardır.
Kontrgerilla’nınki ‘Komünizm’di.
Susurluk’unki ‘Kürtçülük’tü.
Sarıkız’ınki ‘Şeriatçılık‘tır.
Ayışığı’nın, Ergenekon’un da öyledir, Türkiye’yi ‘irtica tehlikesi’ne karşı korumaktır.
Bu ülkede demokrasinin kolu kanadı hep bu gerekçelerle kırıldı. Hukuk ve hukukun üstünlüğü hep bu gerekçelerle hiçe sayıldı. İnsan hakları hep bu gerekçelerle ihlal edildi.
Bunca yıldır Türkiye’yi birinci sınıf demokrasi olmaktan alıkoyan bunlardı.
Hukukun, özgürlüklerin, insan haklarının köküne kibrit suyu eken acılar yaşandı, gözyaşları döküldü ‘Komünizm’le, ‘bölücülük’le, ‘irtica’yla mücadele derken bu ülkede...
Kimin ‘kırmızı çizgileri’ydi bunlar?
Öncelikli yanıt:
‘Asker’in kırmızı çizgileri!
Bundan da bir çizgi çekince, Türkiye’nin ‘asker sorunu’na gelirsiniz.
Kontrgerillayı da, bugüne kadar yaşadığımız darbeleri de, 2003-2004’ün darbe tertiplerini de, yani Sarıkız’ı da, Ayışığı’nı da, son olarak Ergenekon’u da anlamak istiyorsak, bu ülkenin ‘asker sorunu’nu anlamak zorundayız.
Bakın, bugüne kadar darbelerin hesabı bu ülkede sorulmadı.
Kontrgerilla’nın hesabı sorulmadı.
Susurluk’un hesabı sorulmadı.
Sarıkız’ın hesabı sorulmuyor.
Ayışığı’nın hesabı sorulmuyor.
Ergenekon da karartılabilir.
Bu hesaplar sorulmadan, gerçekler aydınlanmadan, Türkiye’de demokratik hukuk devletinin tüm kural ve kurumlarıyla yerleşmesi hayaldir.
Bu hesapların sorulması için de bu ülkede ‘asker sorunu’nun çözülmesi şarttır.
Bu sorunu çözmek demek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ‘devlet içinde bir devlet’ gibi, bir ‘siyasal parti’ gibi davranmasına son vermek demektir.
Bu sorunu çözmek demek, Türkiye’de sivil-asker ilişkilerini birinci sınıf demokrasilerdeki yapı ve zihniyete kavuşturmak demektir.
‘Asker sorunu’nun çözülmesi için de, bu ülkede iktidarla muhalefetin yeni, sivil bir anayasa yapmak amacıyla ortak bir demokrasi platformunda buluşmaları ve bu açıdan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de işbirliğini sağlamaları gerekir.
Beşinci yazı yarın.
17,01,2009

Demokrasi ve hukuku katleden süreç
Kontrgerilla, Susurluk, Sarıkız, Ayışığı ve Ergenekon notları (5)

Bir soru: Ergenekon soruşturması, ilk duyumlar devlet kurumları tarafından zamanında değerlendirilip daha önce başlatılsaydı, Hrant Dink bugün aramızda olabilir miydi?
Bir soru daha:
Hrant Dink’in öldürüleceğine dair ihbarlar devlet kurumlarınca ciddiye alınsaydı ve sevgili meslektaşımız devlet tarafından gereği gibi korunsaydı, bugün aramızda olabilir miydi?
Boş sorular değil bunlar.
“Evet, Hrant Dink yaşayabilirdi” diye düşünenler var, üstelik devletin güvenlik güçlerinin içinde de...
Cinayete dair ihbarlar, ilki 2005’in Ekim ayı olarak üzere bir değil, iki değil, tam üç kez yapılıyor Trabzon emniyetine, İstanbul’a da iletiliyor.
Ama ne Hrant Dink korumaya alınıyor, ne de harekete geçiyor güvenlik güçleri...
Yine Trabzon’da Jandarma’ya cinayetten altı ay önce ilk ihbar yapılıyor. Bunun üstünü de Jandarma İl Alay Komutanı Albay Ali Öz örtüyor.
Cinayet duyumları böylece ortada kalıyor, devlet harekete geçmiyor.
Emniyet biliyor.
Jandarma biliyor.
Ama cinayet işleniyor.
Cinayetten sonra da bir süre Emniyet’te bu ihmallerin soruşturması yapılmıyor, geciktiriliyor. Jandarma’daysa sahte belgeler düzenleniyor cinayet öncesiyle ilgili olarak.
Neden?..
Avukat Fethiye Çetin’in şu sözleri düşündürücü:
“Hrant Dink cinayeti çok planlı bir cinayettir. Cinayet inanılmaz bir hazırlık sürecinden sonra işlenmiştir. Hrant Dink adım adım hedef gösterilmiştir, nefret nesnesi haline getirilmiş, yalnızlaştırılmıştır. Ondan sonra da tetikçi tarafından öldürülmüştür. Biz, bütün bu sürecin bir arada incelenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Eğer devlet bu konuda kendini temize çıkarmak istiyorsa, bu cinayeti aydınlatmak zorundadır.”(Sabah’ta Şirin Sever’in röportajı, 11 Ocak 09)
Bir yanda Dink cinayeti...
Diğer yanda Ergenekon...
Var mı ilgisi?..
Bu soru gündemde.
Ve pek öyle yabana atılamayacak bir soru... Türkiye’de hukuk diyorsak, demokrasi diyorsak, Dink cinayetini tüm boyutlarıyla aydınlatmak zorundayız.
Bu da yetmez.
Ergenekon’u da ciddiye almak zorundayız, sonuna kadar götürmek ve karartılmasını önlemek zorundayız, eğer demokrasi ve hukuk konusunda gerçekten samimiysek...
Ergenekon’a burun kıvrılmasın, usul ile esas da karıştırılmasın. Usul ile ilgili bazı haklı eleştiriler, adil yargı açısından bazı haklı şikâyetler, ‘öz’ün dikkatlerden kaçırılmasına neden olmasın lütfen.
Bu arada, Ümit Kıvanç’ın geçen gün Taraf gazetesinde Ergenekon cephanelikleriyle ilgili yazdığı şu satırları yalnız okumakla kalmayın, aynı zamanda biraz hissetmeye çalışın:
“Zorundan başlayalım: O silahları kim, niye gömdü? Ne yapılacaktı onlarla? Haydi, ‘anlamıyoruz’cular, lütfen mâkûl bir cevap. PKK Ankara’da karakol basarsa bunlarla karşı saldırı yapılacaktı, falan deyin.
Ya da işi büyütüp, işgalci ABD ordusuna karşı gerilla savaşı örgütlenecekti gibi birşeyler..? Metal Fırtına olayı? Ha? Ben hemen cevap vereyim, zahmet olmasın:
Bizi öldüreceklerdi.
O halde şimdi ‘anlamıyorum’ diyen, bizi öldürmelerini de umursamayacaktır.
Bu kadar.
Başka soru:
O silahları Teknosa’dan mı, Carrefour’dan mı alıyorlar? Akmerkez’de var mı? Ben nadiren de olsa gidiyorum buralara, hiç gözüme ilişmiyor. Niye?
Yine girmeyin zahmete.
Buyurun:
O silahların, bombaların falan çoğu düpedüz Türkiye Cumhuriyeti ordusuna ait. Ya da bilmediğimiz birtakım resmî kurumlara. Bunlar kayıtsızsa başka rezalet, kayıtlı ve yokluğu fark edilmemişse başka rezalet.
Yarbay cephaneliğe giriyor, ‘Koçum, şuradan on iki el bombası sarsana, akşama misafir gelecek,’ diyor. (Adede takılmayın, takım olsun diye on iki.) Üçüncü bir ihtimal daha var: Bunlar birilerinin bilgisi dahilinde birilerine verilmiştir. Nasıl? Şimdi hiç anlamıyorlardır herhalde...”
İyi pazarlar!

18,01,2009

0 yorum:

Yorum Gönder | Feed



Snap Shots

Get Free Shots from Snap.com
 
^

Powered by BloggerAK Medya Haber Yorum Analiz by UsuárioCompulsivo
original Washed Denim by Darren Delaye
Creative Commons License