22.7.08

TARİHTEN DERS ALINSAYDI

Tarihten ders alınsaydı...

Ülkemizde milattan sonra 2008 yılının 15 Temmuz günü itibariyle halen yaşamakta olduğumuz demokrasinin özüyle ilgili tartışmanın bundan tam 210 yıl önce dünyanın ilk cumhuriyetinde, o cumhuriyetin demokratik özünün oluşturulma çabaları sırasında yaşandığını söylesem bana kızar mısınız?
Tarihe ‘Amerikan Devrimi’ adıyla yansıyan olay, 1776 yılının 4 Temmuz günü Amerika’ya yerleşmiş, bazıları birkaç kuşaktır orada yaşayan kolonistlerin anayurtları olan Birleşik Krallık’tan bağımsızlıklarını ilan etmesiyle yaşandı.
1787 yılında Anayasa Konvansiyonu toplandı ve Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’nın yazımı o yılın ekim ayında tamamlandı, onay prosedürü başladı. 1789 yılında da Amerikan bağımsızlık savaşının komutanı ve kahramanı George Washington ilk ABD Başkanı olarak göreve başladı.
Uzun uzun ABD tarihinin detaylarına girmeyeceğim ama bazı noktaları anlatmam bu yazının devamının anlaşılabilmesi için şart.Bağımsızlık savaşının, ortada merkezi bir hükümet, özellikle de vergi toplayabilen bir merkezi otorite olmadığı için güçbela kazanılabilmiş olması, hepsi de tarihin ilk cumhuriyetçileri olan Amerikan ‘kurucu babalar’ı arasında bazı önemli detaylarda görüş farklılıklarına yol açtı. Örneğin, Washington’un yakınlarından ve Amerika’nın ilk Hazine Bakanı olan Alexander Hamilton ve iki dönem Washington’un başkan yardımcılığını yapacak ve sonra da onun ardından ABD’nin 2. Başkanı seçilecek olan John Adams, güçlü bir ‘başkan’ ve güçlü bir merkezi otorite istiyorlardı.
Buna karşılık başını Thomas Jefferson ve John Madison’un çektiği grup, güçlü başkana da, güçlü federal yönetime de şüpheyle bakıyorlardı. Bu sayede anayasaya kuvvetler ayrılığı ilkesi girdi, üstelik bu ayrılık mutlak bir ayrılık olarak, başkanların ‘kral’ yetkileri kullanmasını engellemek amacıyla kondu.
Dolayısıyla işin adı da kondu aslında. İlk grup, yani Hamilton ve Adams’ın grubu kendisini Hamilton’un kitabının adından hareketle ‘Federalistler’ diye adlandırıyordu. İkinci grup ise Federalistlerin gerçek bir cumhuriyet değil bir çeşit monarşi önerdiklerini, yani yeterince demokrat olmadıklarını öne sürüp kendilerine ‘Cumhuriyetçiler’ adını veriyordu.
Örneğin John Adams, insanların HÜKÜMET-
LERİ YOLUYLA daha iyiye ulaşacağına inanıyordu. Buna karşılık Jefferson, bireylerin HÜKÜMETTEN BAĞIMSIZLAŞMALARI yoluyla daha iyinin bulunacağını düşünüyordu.
Dikkat edin, bu iki görüş arasındaki fark çok ama çok derin. Birincisi, bizim daha yakından tanıdığımız, ülkemizde de 1923’ten beri bir türünü yaşadığımız devlet merkezli yönetim anlayışı, diğeri ise Amerika’yı Amerika yapan birey merkezli, bireyi devletten bağımsızlaştırma merkezli anlayış.
Amerika’nın ‘kurtarıcısı’ ve ilk başkanı Washington hiç de eleştirilere karşı bağışıklığı olan bir insan değildi. ‘Kurtarıcı’lığı döneminde de, başkanlığı döneminde de kıyasıya eleştirildi. Ona ve diğer ‘Federalist’lere yönelik eleştirilerin başında, ‘Anglofil’liği, yani İngiliz severliği geliyordu. Amerika’daki devrimci ruh, kendini taze devrimci Fransa ile özdeş görmek isterken Washington ve Federalistler ‘anavatan’dan çok kopamıyordu. Hatta bir dönem kendisine ‘Kral’ diye mi, yoksa ‘Başkan’ diye mi hitap edileceği bile tartışılmış, bu sebeple Cumhuriyetçiler onu ‘krallığa özenmek’le suçlamıştı.
Bütün bu eleştirilerden, hücumlardan yılan Washington, 1796’da başkanlığı bıraktı, evine çekildi, yerine de John Adams Başkan oldu.
Dört yıl sonra, 1800 yılında yapılan seçim ise Amerika için tam bir dönüm noktası oluşturdu. Çünkü bu seçimin özü demokrasiydi.
Ve 1800’ün Amerikası’nın tartışmasını biz 2008’de kendi ülkemizde yapmaya devam ediyoruz.
Meraklı kısmını da yarın yazayım...16/07/2008
ismet.berkan@radikal.com.tr

Tarihten ders alınsaydı (2)
Bu köşede dün çıkan yazı şu cümleyle başlıyordu: “Ülkemizde milattan sonra 2008 yılının 15 Temmuz günü itibariyle halen yaşamakta olduğumuz demokrasinin özüyle ilgili tartışmanın bundan tam 210 yıl önce dünyanın ilk cumhuriyetinde, o cumhuriyetin demokratik özünün oluşturulma çabaları sırasında yaşandığını söylesem bana kızar mısınız?”
Evet kaldığımız yerden devam edelim...
Daha 1797 yılında Thomas Jefferson, “Amerika’da iki parti var” demişti, “Halktan korkanlar partisi ve korkmayanlar partisi. Başka bir deyişle, bir elit azınlığın ülkeyi yönetmesini isteyenler partisi ile halkın yönetmesini isteyenler partisi.”
Ve Jefferson büyük bir öngörüyle eklemişti: “Cumhuriyetçilik ve demokrasi dünyaya yayıldıkça her yerde bu iki partinin belirdiğini göreceğiz.”
Bu sözlerdeki derin anlamı kavramamız gerek. Şunu unutmayın, yıl 1797. Dünyada ne bir demokrasi tecrübesi var doğru dürüst ne de cumhuriyet, yani halk egemenliği tecrübesi.
Nitekim, dün bu köşede anlatmaya çalıştığım Federalist-Cumhuriyetçi ayrışmasının mucidi, yani bir anlamda siyasi partilerin mucidi de zaten Thomas Jefferson ve James Madison gibi isimler.
İşte o yüzden, Jefferson’ın tanımlaması çok önemli. Bizde benzer bir partinin, yani ‘halktan korkmayanlar partisi’nin 1950 seçimi öncesinde Demokrat Parti tarafından ‘Yeter Söz Milletin’ sloganıyla dile getirildiği öne sürülebilir belki ama bu görüşü de tartışmamız gerek.
Amerikan devrimi tarihiyle ilgili birkaç küçük hatırlatma daha yapıp günümüz Türkiyesine dönme arzusundayım...
1796’da Federalistlerin önde gelenlerinden John Adams Başkan seçilmiş, o zaman geçerli olan anayasa kuralına göre yarışta ikinci olan Jefferson ise Başkan Yardımcısı olmuştu.
Adams’ın Başkan olmasıyla birlikte Amerika için zor günler de başladı. Zorluk esas olarak iç politikada değil dış politikadaydı. Fransa ile savaş olasılığı kapıya dayanmıştı ve Federalistler, özellikle de ordunun başına geçmek isteyen Alexander Hamilton savaş istiyordu ama Başkan Adams’ın tereddütleri vardı.
Savaşa karşı çıkan Cumhuriyetçilere göreyse, Fransa ile savaşmak demek İngiltere ile yakınlaşmak demekti ve Federalistler yeni kurulan ABD’nin bu yolla yeniden İngiltere’nin rotasına girmesini, hatta onun uydusu olmasını hedefliyordu.
1800 yılının aralık ayında yapılan seçime kadar bu tartışma böyle devam etti. Ve seçimin sonucu, Amerika’nın kaderini değiştirdi. Amerikan tarihinin o dönemiyle yakından ilgili pek çok akademisyene göre 1800’deki seçim, hepsi de cumhuriyetçi olan üç fikir arasındaki çatışmanın seçimiydi. Birinci fikir, Alexander Hamilton ve arkadaşlarının savunduğu ‘oligarşik cumhuriyet’ti. İkinci fikir, daha ılımlı bir Federalist olan John Adams ve çevresinin savunduğu elitlerle halk arasında bir denge kurmayı hedefleyen ‘dengeci cumhuriyet’ti ve son olarak da Thomas Jefferson’un ve James Madison’ın savundukları temsili cumhuriyetti.
Tartışmamızın Türkiye bölümünde özellikle değineceğim, Jefferson seçilir seçilmez demokrasiyle ilgili vaat ettiği her şeyi uyguladı. Bu sayede ilk başta elitizmin kurumsallaşması demek olan sadece arazi sahiplerinin oy kullanma hakkına sahip olması gibi uygulamaları tamamen kaldırdı. Milletin vekili ile onun seçmenini birbirine yakınlaştırıcı, böylece siyasi temsili anlamlı kılacak değişiklikler yaptı. Ve siyasi parti organizasyonunu siyasetin, demokrasinin ayrılmaz parçası haline getirdi.
1800 seçimi ve hemen sonrasında yaşananlar, tarafların ayrılıkları ne olursa olsun, zamanında müthiş bir katılımcılıkla hazırlanmış olan Amerikan Anayasası’nın meşruiyeti konusunda aynı fikirde olduklarını gösterdi. Ki, yürürlükte olduğu 200 yılı aşkın sürede sadece bir kez, o da köleliğin kaldırılmasıyla ilgili kriz ve iç savaş döneminde Amerika’da anayasal kriz çıktığını söyleyebiliriz. (Biz halen bir anayasal krizin içinde yaşıyoruz, 1786’dan beri tam altı kez sil baştan anayasa yaptık, anayasalarımızda kaç kez ‘kapsamlı değişiklik’ yaptığımızı saymadım, bilmiyorum. Benzer şekilde bir Güney Amerika ülkesinin son 170 yılda 170 tane darbe ve devrim yaşadığını da eklemeliyim.)
Thomas Jefferson ve James Madison gibi isimlerin kurduğu Cumhuriyetçi parti, tam çeyrek yüzyıl, 1801’den 1825’e kadar iktidarda kaldı. Daha da önemlisi, Jefferson’un öngörüsü, dünyanın demokrasiyle yönetilen her ülkesinde hâlâ daha geçerliğini koruyor.
Gerçekten de iki parti var, halktan korkanlar partisi ve korkmayanlar partisi.
Yarın Türkiye ile devam edelim...17/07/2008

Tarihten ders alınsaydı (3)
Amerikan tarihinden artık Türkiye’ye dönmenin zamanıdır. Ama önce kısaca Thomas Jefferson’un taa 1797 yılındaki sözlerini hatırlayalım:
“Amerika’da iki parti var. Halktan korkanlar partisi ile korkmayanlar partisi. Başka bir deyişle, bir elit azınlığın ülkeyi yönetmesini isteyenler partisi ile halkın yönetmesini isteyenler partisi.”
Cumhuriyet ve demokrasi fikrinin uygulamaya geçmesinden kısa bir süre sonra demokrasinin özüyle ilgili bu denli isabetli bir yorumda bulunmak herkese nasip olan bir şey değil. Üstelik, Jefferson’un sözlerinin aynı zamanda bir ‘sınıfsal analiz’ içerdiğini de gözden uzak tutmamak lazım.
Evet, bence de, dünyanın demokrasiyle yönetilen bütün ülkelerinde ana siyasi bölünme bu temele dayanıyor: Ülkeyi bir azınlığın çıkarları yönünde yönetmek gerektiğini söyleyenler ile halkın çıkarları doğrultusunda ve halkın isteğine göre yönetmek isteyenler.
Dün kısaca yazdım, 1950’de Demokrat Parti’nin ‘Yeter Söz Milletindir’ şeklindeki seçim sloganı, bu bakımdan çok doğru ifade edilmiş bir slogan. İktidardaki CHP’nin ‘halktan korkanlar partisi’ olduğuna kuşku yok. Bu bugün de böyle. DP ise ‘halktan korkmayanlar partisi’ olmak istiyordu.
İstiyordu ama galiba seçim zaferini elde ettikten hemen sonra bu isteğinden çark etti. Çünkü, DP bir dizi demokratikleşme vaadiyle gelmişti iktidara, bunların hiçbirini yapmadığı gibi, basına sansür vs. pek çok kötülüğü de kurumsallaştırdı. Kuvvetler ayrılığı içermeyen anayasayı ‘demokratikleştirmek’ aklından bile geçmedi. Çünkü onlar açısından demokrasi, halkın demokrasiden elde ettiği çıkarlar vs. önemli değildi, önemli olan kendilerinin iktidara gelmesiydi. Yani bir anlamda DP’nin kendisi ‘halkı yöneten elit’e dönüştü.
Demokrat Parti 1950-60 arasında, Thomas Jefferson, James Madison gibi isimlerin 1780’lerde Amerika için önerdiği ve hayata geçirdiği kuvvetler ayrılığı ilkesi başta olmak üzere, Anayasa Mahkemesi, yargı bağımsızlığı, sınırsız ifade özgürlüğü, devleti dinden ayırıp laikleştiren ama sınırsız inanç özgürlüğü sağlayan anayasal güvenceler dahil hamleleri uzlaşmayla gerçekleştirmiş olsaydı, hiç kuşkunuz olmasın 27 Mayıs darbesi yaşanmazdı bu ülkede. Ama DP demokrasinin değil iktidarın peşindeydi. Tıpkı daha sonra gelecek ardılları gibi...
DP’nin takipçisi hiç kuşku yok Adalet Partisi idi. Bu parti 1965 ve 69’da ezici seçim zaferleri kazandı. Ekonomik başarı müthişti. Üstelik demokrasiyi ve demokratik hakları güvenceye alan bir anayasa, oldukça adil bir seçim sistemi vardı ve AP bu sistem içinde tek başına iktidar olmuştu.
Ama hayır, iktidar mutlak olmalıydı. Önce Danıştay’la, ardından Anayasa Mahkemesi ile didişme başladı. Seçim sisteminin adaleti sayesinde Meclis’e giren Türkiye İşçi Partisi’ni buradan atmak için tertiplere girişildi, seçim sistemiyle oynandı. ‘Halktan korkmayanlar partisi’ aslında halkın bir bölümünden korkuyordu, o yüzden de demokrasiye aykırı davranmaktan çekinmiyordu! Aslında amacı demokrasi değil iktidardı, tıpkı ardılları gibi...
12 Eylül askeri darbesinin bana göre tek sebebi demokrasinin yönetmeyi becerememiş olmasıydı. Yanlış yazdım, daha doğrusu darbeye bir çeşit meşruiyet sağlayan şey buydu. Darbeciler bu sebeple faturayı demokrasiye ve siyasetçiye kestiler. Hazırlanan yeni anayasanın özü siyasetçiye ve siyasi iktidara güvenilemeyeceği, o yüzden iktidarların mutlaka asker tarafından vesayet altında tutulması gerektiğiydi.
Hâlâ anayasamızın ruhu budur, unutmayın!
Kapatılan AP’nin devamı Anavatan Partisi idi. Darbeciler iktidarı henüz devretmeye hazır değilken iktidara geldi bu parti. İlk döneminin son zamanlarına kadar da iktidarı gerçek anlamda devralamadı. Ama gerek 1986’daki ara seçim yenilgisi ve gerekse siyasi yasakları referanduma sunma aculluğu bu parti ve liderinin de aslında ‘elit’ olduklarını, halktan korktuklarını gösterdi. Turgut Özal’ın demokrasiyle uzak yakın bir ilgisi yoktu!
O iktidar istiyordu, bunu da kendisi ve dar çevresi için istiyordu ve zaten ‘Ben muhalefet olmam’ diyordu!
Bugün, ‘halktan korkmayanlar partisi’ adına en layık parti Adalet ve Kalkınma Partisi. Ama acaba onlar sahiden ‘halktan korkmayanlar partisi’ mi? Demokrasiyi kurumsallaştırmak, demokrasimizin arızalarını gidermek, mesela kuvvetler ayrılığını pekiştirirken seçmen ile onun parlamentodaki temsilcisini birbirine yaklaştırmak gibi konularda ne yapıyor bu parti?
Ben bu partinin de, giderek en eleştirdiği şeye dö-nüştüğünü, bir ‘elit partisi’ veya dar bir grubun çıkarlarını savunan bir parti haline geldiğini düşünüyorum.
İzin verirseniz, neden böyle düşündüğümü yarın yazayım.

Tarihten ders alınsaydı (4)
Amerika Birleşik Devletleri’nin ‘kurucu babalar’ından, 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin, yani bir anlamda modern insan hakları beyannamesinin atasının yazarı, ABD’nin üçüncü başkanı Thomas Jefferson’un taa 1797 yılında söylediği bir sözünü aktarmıştım: “Amerika’da iki parti var. Halktan korkanlar partisi ile korkmayanlar partisi. Başka bir deyişle, bir elit azınlığın ülkeyi yönetmesini isteyenler partisi ile halkın yönetmesini isteyenler partisi.”
Bu bağlamda dün Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan Partisi’nin işe ‘halktan korkmayanların partisi’ olarak başlayıp sonunda nasıl ‘halktan korkanlar partisi’ haline geldiğini anlatmaya çalıştım. Bugün sıra Adalet ve Kalkınma Partisi’nde...
Daha önce bu köşede defalarca yazdığım bir merkez-çevre analizini hatırlatmam gerek önce. Ben iddia ediyorum ki, Türkiye’nin DP’den başlayarak AKP’ye kadar son 60 yıldır kısa fasılalar dışında iktidar koltuğunda oturan bütün partilerinin ana oy deposu toplumun ‘çevre’sinde yer alan insanlar. Bu partilerin ana siyasi fonksiyonu da, bu ‘çevre’den mümkün olduğunca çok sayıda insanı merkeze daha yakın noktalara taşımak. Bu fonksiyonu yerine getirebilen parti iktidarını sürdürüyor, getiremeyen veya getiremez hale gelen de silinip gidiyor.
DP-AP-ANAP-AKP çizgisindeki partilerin temel fonksiyonlarını yerine getiremez hale gelmesinin bana göre birinci nedeni, iktidarda uzun süre geçirmenin getirdiği körleşme.
Aynı şeyi Türkiye’nin dört bir yanında yapabiliriz belki ama bence en iyi örnek İstanbul.
Bu şehirde size günlük turlar düzenleyip Türkiye’nin siyasi tarihini anlatabilirim. Hangi mahallenin hangi dönemin zenginlerinin mahallesi olduğunu mesela söyleyebilirim. Çevreden merkeze gelenler veya merkeze yakınken merkezin de merkezine kadar gelenler...
Her partinin kendi yarattığı bir zengin kitlesi var. Partiler bir süre sonra bu zengin kitlenin veya grubun isteklerini yerine getirmekten başka bir şey yapamaz oluyorlar. O noktada yolsuzluklar, kayırmalar başlıyor ve parti fonksiyonunu tamamlamış, daha doğrusu varoluş nedenini gerçekleştiremez, çevreden merkeze daha fazla insan taşıyamaz hale geliyor.
Başka bir deyişle, halktan korkmayanlar partisi olmaktan çıkıp kendi elitinin istekleri doğrultusunda halkı yönetmeye çalışan bir partiye dönüşüyor.
Ve tabii sonra da tarih sahnesinden çekiliyor.
Bu işin ekonomik kısmı.
Bir de, bana göre bundan daha önemli bir kısım daha var: Halktan korkmamak demek demokrasiye inanmak, sadece inanmak da yetmez, ülkede demokrasinin neden ve nasıl eksik yaşandığını doğru saptayıp bu eksikleri gidermek için harekete geçmek, tutarlı bir demokrasi, yani halktan korkmama programı uygulamak demek.
Bunu ne DP, ne AP, ne de ANAP yaptı. Bırakın yapmayı, düşünmedi bile.
Peki ya AKP?
AKP bu işin bir bölümünü, Avrupa Birliği zoruyla ve AB tarafından önüne konan program kadarıyla gerçekleştirdi.
Peki bizim demokrasi konusundaki başlıca eksiklerimiz AB’nin söyledikleri kadar mıydı?
Hayır, kuşkusuz hayır.
Mesela, bütün siyasi partilerimizi ‘halktan korkan elit partisi’ haline getiren siyasi partiler kanunu ve seçim kanunu hiçbir zaman gündeme gelmedi.
AB söylemeyince de yapılmadı. Oysa samimi demokrat bir parti bu konuya el atmalıydı. (Thomas Jefferson ve arkadaşlarının 1800 yılında iktidara gelir gelmez ilk yaptıkları işler bunlardı.)
Şimdi gerek Ergenekon soruşturmasıyla defalarca darbe tehdidiyle karşılaştığını öğrendiğimiz için ve gerekse hakkında bir de kapatma davası bulunduğu için AKP’yi ‘demokrasi mücahidi’ yerine koyan çok kişi var ama gerçek de bu: AKP demokrasiyi hiçbir zaman tam olarak içselleştiremedi, iktidarda olmayı demokrasinin kendisinden çok istedi. Tıpkı öncülü partiler gibi!
AKP’nin demokrasi âşığı olmaması, ona yönelik darbe girişimlerini veya kapatma davasını tabii ki meşru kılmaz ama bu gerçeği de unutmamalıyız: AKP, ‘halktan korkmayanlar
partisi’ olmaktan korkuyor!
Yarın devam edelim...

Tarihten ders alınsaydı (5)

Bilmiyorum takip ettiniz mi, 2. Meşrutiyet’in ilanının, başka bir deyişle 1908 Devrimi’nin yüzüncü yılı sebebiyle yayımladığımız yazı dizisi benim açımdan çok öğretici ve ufuk açıcıydı.
Demokrasi veya halkın yönetime katılma talebi öyle durduk yerde gökten düşer gibi ortaya çıkmış bir şey değil. Tarihe baktığımızda, her zaman bu talebin arkasında çok güçlü ekonomik gerekçeler olduğunu görüyoruz.
Tarihin ilk yazılı anayasası sayılan ve kralın egemenliğini sınırlayan belge olarak bilinen belge Magna Carta, neredeyse tamamen vergi meselesine odaklıdır. Kral vergi ister, derebeyleri ise ‘Bundan sonra bize sormadan vergi koyamazsın’ derler.
1776 Amerikan Devrimi’nin nedeni de, İngiliz kralının Amerika’daki kolonilerin ihraç ettiği mallara, onlara sormadan vergi koyması sonrası başlayan olayların sonucudur. Tarihe ‘Boston Çay Partisi’ diye geçen olay, tamamen bir vergi isyanıdır.
1789 Fransız Devrimi’ne giden yol da kralın insafsız vergileri yüzünden açılmıştır.
Ve 1908 Devrimi’nin arkasında da, 1906’da başlatılan ‘kelle vergisi’ vardır.
Ama bizde siyaset nedense salt siyasettir. O yüzden pek çoğumuz 1906’da Osmanlı’nın dört bir yanında çıkan vergi ayaklanmalarını, nümayişlerini vs. bilmeyiz, onun yerine ‘Resneli Niyazi ve arkadaşlarının ceberrut padişaha karşı ayaklanıp dağa çıkması’ sonrası aynı padişahın yeniden meşrutiyet ilan etmek zorunda kaldığına inanırız.
1908 Devrimi, gerçekten devrim adını hak eden bir deneyimdir ve ne yazık ki 1913’te bugünkü Ergenekoncuların erken dönem atası sayabileceğimiz ‘halaskar zabitan’ takımı İttihatçıların Enver Paşa önderliğinde gerçekleştirdiği darbeyle fiilen sona ermiştir.
1908-1913 arasında yaşanan temsili demokrasi deneyiminin seviyesini ise esasen bir daha bu topraklarda yaşayamadık.
Bu cumhuriyet, 1923 yılında ilk günden itibaren bir ‘halktan korkanlar partisi’ tarafından kuruldu. Aslında bu ‘halktan korkma’nın tarihini Mustafa Kemal’in başkomutanlık süresinin uzatıldığı Meclis oturumuna kadar götüren çok sayıda tarihçimiz var ama şimdilik bu detaylara girmeyelim.
Atatürk’ün en az iki kez ‘halktan korkmama’yı denediği, yani rakip partilerin kurulmasına önayak olduğu biliniyor.
Ama iki seferde de, ‘halktan korkma’ ağır bastı, demokrasi denemesi yapılamadı bile ve tam tersine otoriter cumhuriyet daha da kurumsallaştı.
Zaten biraz mesele de bu: Önce 1921, ardından da 1924 anayasaları esasen otoriter, bırakın gerçek bir demokrasiyi, yolsuzluk veya kötü yönetimi önleyici denetleme mekanizmalarını bile içermeyen anayasalardı.
1946 öncesi, çok partili rejime geçilmezden önce ünlü ‘dörtlü takrir’i veren dört Demokrat Parti kurucusu, bu ‘isyan’ hareketlerini ekonomik sebeplerle yapmışlardı. Çok partili rejime geçilirken de, anayasada herhangi bir tadilata, gerçek bir demokrasiyi oluşturacak kurallar manzumesine hiç ama hiç gerek duyulmaması, sadece ‘Düşünememişler işte’ denip geçiştirilecek, entelektüel birikim eksikliğine yorulabilecek bir durum olamaz.
Aynı şekilde geçen gün yazdığım gibi DP’nin seçimden sonra demokrasiyi kurumsallaştırma yolunda hiçbir adım atmaması, CHP’nin kimi mallarına el koyarken yani ‘devlet partisi’ acayipliğini giderirken bile kendi otoriterizmini onun yerine ikâme etmesi, ‘halktan korkma’nın bizde ne kadar içselleşmiş bir şey olduğunun kanıtı aslında.
Ve biraz geniş perspektifle bakacak olursanız, o günden bugüne değişen bir şeyin olmadığını da görürsünüz.
İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’ni diyelim 30 yıl sonra bir akademisyen ‘söylem analizi’ne tabi tutsa, bu partinin iktidarda değil muhalefette olduğu sanılabilir.
Oysa bu parti altı yıla yaklaşan bir zamandan beri mutlak iktidara sahip.
Sahip ama hâlâ kendini yer yer muhalefette hissediyor; çünkü bazen iktidarın kendisine ait olmadığını, Türkiye’de yönetimdeki siyasilere bazı alanların kapalı olduğunu görüyor, yani çok haksız da değil.
Ve fakat sonunda haksız; çünkü bu anlamda ‘halk iktidarı’nı ‘bölünemez’ hale getirecek ama demokrasiyi de kuvvetlendirip o iktidar için meşru ve güçlü denge-fren mekanizmalarını içerecek bir demokratik reformdan da uzak duruyor.
Son olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın talebi üzerine Prof. Dr. Ergun Özbudun ve arkadaşları tarafından hazırlanan anayasa taslağını ne kadar AKP’nin malı sayabiliriz bilmiyorum ama bu taslak da esasen 12 Eylül Anayasası’nın biraz daha düzeltilmiş halinden başka bir şey değil. Yani gerçek anlamda demokrasiyi sağlamıyor, ifade, inanç ve girişim özgürlüklerine yeterli güvenceyi vermiyor.
Yarın dizimizi bitirelim.

Tarihten ders alınsaydı (6)
Başlıkta da yazıyor, altı gün önce, 1776’daki Amerikan Devrimi’ni, o devrim sonrası Amerika’daki siyasi tartışmaları ve bugün bildiğimiz Amerikan demokrasisini kuran 1800’deki başkanlık seçimini anlatarak başladığım bu diziyi son birkaç gündür Türk demokrasisinin bugün yüz yüze bulunduğu sorunlara bağladım.
Bu bağlantıyı yaparken de hep, Amerika’nın ‘kurucu babalar’ından ve 1776’daki Bağımsızlık Bildirgesi’nin yazarı Thomas Jefferson’un bir siyasi analizine gönderme yaptım. Jefferson, taa 1797’de şöyle demişti: “Amerika’da iki parti var. Halktan korkanlar partisi ile kormayanlar partisi. Başka bir deyişle, bir elit azınlığın ülkeyi yönetmesini isteyenler partisi ile halkın yönetmesini isteyenler partisi.”
Aslında bu netlikte bir analiz yapabilmek, hele hele bunu 1797 gibi, demokrasi fikrinin bile doğru dürüst olmadığı yıllarda yapabilmek, ‘halk egemenliği’ konusunda son derece net bir kafaya sahip olmayı gerektiriyor.
Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışını yaparken acaba ‘halk egemenliği’ konusunda ne düşünüyordu?
Halife-Padişah’a rağmen bir ulusal kurtuluş savaşı vermenin, bu savaşı ‘meşru’ kılmanın tek yolunun o meşruiyeti halktan almak olduğunu biliyor ve görüyordu. Yani, gerçekte Türkiye’ye laiklik, 23 Nisan 1920’de, meşruiyetin kaynağının halk olduğunun kabul görmesiyle girdi. ‘Türk devrimi’ de esasen o gün yapıldı, yani Meclis açıldığında.
Ondan sonra Kurtuluş Savaşı yılları, savaşın ardından Lozan’da barışın kazanılması ve Cumhuriyetin ilanı, hep o devrimin doğal uzantıları.
Halka dayanılarak yapılan bir devrimin daha sonra halkın gerçekten egemen olmasından korkularak ve bu korkulara bir kısmı bugün bile hala kullanılan kimi kılıflar (‘Halk cahil,
önce eğitilmesi lazım’la başlayan cümleleri eminim hepiniz duydunuz) uydurularak sürdürülmesi, tarihimizin bir gerçeği.
Bugünden bakıp Atatürk’ü türlü çeşitli şeylerle suçlamak, eleştirmek mümkün ama bana kalırsa böyle eleştiriler yapabilmek için önce Atatürk’ü aşabilmiş olmak, onun öncülüğünde yapılan ‘halk devrimi’ni bugün yeni bir aşamaya taşımış olmak, Thomas Jefferson ve James Madison gibi isimlerin öncülüğünde 1780-90’larda başarılan demokratik fikri sıçramayı başaracak seviyeye gelmek gerek.
Üstelik bunları da ortalığı kırıp dökmeden, ülkede zaten varolan ayrılıkları daha da derinleştirmeden, mümkün olan en geniş ortak zemini yaratarak yapmak gerek, yani son altı-sekiz aydır yapılanın tam tersini yaparak.
Bir ön şart daha var: Demokrasiyi sadece kendin ve senin gibi düşünenler/olanlar için istememek, herkes için her zaman geçerli olacak bir özgürlükler-sorumluluklar manzumesi yaratmaya çalışmak gerek.
Türkiye’de demokrasinin bir türlü gerçekleşemiyor olmasının ana nedeni, bana soracak olursanız, siyaset kurumuna ve siyasetçiye yönelik güvensizlik. Ülkemizde siyasetin alanı çok ama çok dar. Ve şu sıralar Anayasa Mahkemesi bu alanı daha da daraltıp daraltmamayı tartışıyor. Oysa bizim ihtiyacımız tam tersi yönde, yani yasakların ve tabuların alanının daraltılması ve siyasetin alanının genişletilmesi gerek.
Ama tek başına bu da yetmez. Siyasetin bizatihi kendisini liderin belirlediği kısıtlı sayıda insanla yapılan oligarşik bir oyun olmaktan çıkartıp demokratikleştirmek de şart.
Bitmedi. Siyaseti ve siyasetçiyi, yetkinin gerçek sahibine, yani vatandaşa yaklaştırmak, aradaki mesafeyi azaltmak gerek.
Bir demokratik uzlaşma, olabilecekse, işte bu temel ilkeler etrafında ve bütün aktörlerin bizi ayıran değil birleştiren sekiz-on temel prensibe imza atmasıyla sağlanabilir ancak.
Yoksa, bir krizden diğerine sürüklene sürüklene, eski tas eski hamam gitmeye devam ederiz.
Tarihten bir ders alınacaksa, bana göre o ders budur işte.

21/07/2008

0 yorum:

Yorum Gönder | Feed



Snap Shots

Get Free Shots from Snap.com
 
^

Powered by BloggerAK Medya Haber Yorum Analiz by UsuárioCompulsivo
original Washed Denim by Darren Delaye
Creative Commons License